Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Durumu Kavramaya Çalışma - Kısım 3
Gece geldi geçti. Sabah olmuştu. Reenkarnasyonumdan dolayı
oluşan kafa karışıklığından kurtulmuş bir biçimde yeni bir güne uyanmıştım.
Yatağımı düzelttim ve Eşya Kutumu etkinleştirdim. Büyükçe bir uzay yarığı
önümde belirdi. Dipsiz bir boşluk gibi gözüküyordu ama futonumu yavaşça
içerisine daldırdım.
Eşyalarımı kutudan almak şaşırtıcı derecede kolaydı. Bu
yetenek, bir video oyununun envanter sistemine benzer bir liste ile birlikte
gelmişti. Sahip olduğum tüm eşyaları gösteriyordu; envanterimdeki eşyaları
unutmak gibi bir sorunla karşılaşmayacaktım. Yapmam gereken tek şey, uzay
boşluğuna elimi daldırdığımda istediğim eşyaya odaklanmaktı. İnanılmaz derecede
kolaydı.
Yolda kendime çekidüzen verirken, kahvaltıda ne yiyeceğimi
düşünmeye başladım; zinanın UI’ının [1] sağ üst köşesindeki modülden anladığım
kadarıyla yemek yeme vaktim gelmişti. Eşya kutusunun görüntüsü gibi, zaman ve
tarih modülleri de bir video oyuna aitmiş gibi duruyordu - zindanın bana özelleştirdiği
oyun menüsü gibi duran UI’ı düşününce bu da mantıklı geliyordu.
Zindanın DP kataloğunu açtım ve atıştırabileceğim bir şeyler
bakmaya başladım. Bir sürü seçeneğim vardı, hatta çok çok fazla. Karar vermem
uzunca bir süremi aldı ama bir dilim ekmek ve biraz pişmiş domuz pastırmasında
karar kıldım ki bunlar da sırayla 15 ve 30 DP tuttu. Odadaki tek sandalye
olduğu için, kendimi tahtın üzerine bıraktım ve yemeğimi yemeye başladım.
Oturacak yer buldum diye rahatlamış sayılmazdım. Hatta
oldukça endişeliydim. Daha çok DP kazanmam gerekiyordu. Sadece 1000 ile
başlamıştım. Eğer boş boş oturursam kaynaklarım bitecekti ve açlıktan ölmeye
pek de meraklı biri değildim.
DP kazanmanın toplamda dört yolu vardı.
İlki beklemek. Zindan zaman geçtikçe kendi kendine DP
üretiyordu. Gelen DP’nin miktarı zindanın boyutuna göre değişiyordu. Benim
zindanım, ki şu an sadece bir taht odasından oluşuyor gibi görünüyordu, üç
saatte sadece bir birim üretiyor gibiydi. Pasif olarak kazandığım bu miktar o
kadar düşüktü ki doğrudan bu pasif kazancı ikinci bir duruma kadar yok saymaya
karar verdim.
İkinci yöntem de biraz pasif sayılırdı. İstilacılar
içindeyken, zindan DP üretiyordu. Tabii ki, bir diğer ve doğrudan alternatifi
istilacıları öldürmekti. Bu iki yöntemden gelecek kazançlar istilacılara bağlı
olduğundan biraz muallaktı. Daha güçlü düşmanlar daha çok DP kazandırıyordu.
Son yöntem ise zindanın cesetleri ve yiyecekleri
özümsemesiydi. Bu yöntemde kazanılan DP miktarı değişkendi; zindana beslenen
şeyin miktarına bağlı gibiydi.
Bu çok saçma. Zindan, onları istememesine rağmen, ortaya
çıkmak için bir şekilde istilacılara gerek duyuyordu. Çekirdeği patlatmamaları
için, ortaya çıkarlarsa diye beni çağırmak zorunda kalmıştı. Ama eğer ortaya
çıkmazlarsa, zamanla DP’si bitecek ve açlıktan ölecekti. Aslında, tekrar
düşününce çok da saçma değildi. Zindan bir organizmaydı, yaşayan bir şey. Bir
şekilde avlanmalı ve hayatta kalabilmek için yemeliydi. En güçlü olanın hayatta
kalması falan işte.
Zindanı yakında düzgün bir biçimde işletmeye başlamam
gerekiyordu ama bunu hemen yapamayacaktım. Etrafı incelemeli ve araziyi tamamen
öğrenmem gerekliydi. Ama bundan da önemlisi, kendim hakkında daha çok şey
öğrenmem gerekiyordu. Bir şeytan lordu olmanın nasıl bir şey olduğunu anlamam
gerekiyordu.
Zindanın veritabanı bir sürü bilgiye sahipti. Taraflı
bilgiye... Tim potansiyel istilacıları doğrudan kötü kişiler varsayımıyla
yaklaşıyordu. Nereye gelmek istediğini anlamıştım. Ona saldıran her şey, onu
öldürmek istiyordu. Ancak buna rağmen, görüşleri pek de yardımcı değildi.
“Tamam, sanırım dışarı çıksam iyi olacak.”
Ayağa kalkıp odadaki tek kapıya doğruı ilerlerken
ellerimdeki ve üzerimdeki kırıntıları silkeledim. Doğruyu söylemek gerekirse,
kapının ötesinde ne bulacağımdan korkuyordum ama oturup hiçbir şey yapmamak pek
de mantıklı değildi. Kapıyı açıp etrafı incelemem gerekiyordu.
Kendimi toplayıp birkaç derin nefesten sonra kapıya doğru
ilerleyip yavaşça ittim.
Yüzerime dolu dolu çarpan bir soğuk hava ile karşılaştım.
Taşla dolu bir yerdeydim, bir tür mağara. Devasa kristal sarkıtlar tavanda
asılıydı. O kadar büyüklerdi ki gözlerim dalıp gitmişti. Oluşmaları için ne
kadar süre geçtiğini düşünememiştim bile. Bildiğim tek şey, kesinlikle çok eski
olmaları gerektiğiyid
Çatıda, diğerlerinden daha büyük olan bir sarkıtın hemen
yanında, muhtemelen kristal yapıların ağırlığından dolayı oluşmuş bir çatlak
vardı. Birkaç güneş ışını, bu çatlaktan içeri sızıyordu. Mağaradaki birçok yarı
saydam taştan sekerek, mağarayı, loş, huzur veren bir ışıkla aydınlatıyordu.
Mağaranın bir kısmı çöküktü; etrafındaki her şeyden daha da
alçaktı. Temiz ve berrak bir su toplanarak, bu girintiyi doldurmuştu. Su o
kadar temizdi ki, içinden suyun dibi gözüküyordu.
Buraya ait olmayan tek şey çıktığım kapı gibiydi. Diğer her
şey zamanla ve doğal yollarla oluşmuşken, aniden burada peydah olmuş gibiydi.
Kabul etmem gerek, gözlerimin önüne serili bu güzel manzara
yüzünden donup kalmıştım. Ama mağara sadece bir başlangıçtı. Görülecek daha çok
şey vardı.
Yakın çevremde yaşayan herhangi başka canlı olmadığını
doğruladıktan sonra, mağaranın çıkışına, ya da girişine doğru yürümeye
başladım. Vücudum doğal bir biçimde, dışarıdan gelen parlak, kör edici ışığa
doğru çekildi. Hafif olan ayak seslerim kulağıma, sanki çok ağır, gürültülü
adımlar gibi geliyordu. Attığım her adım mağarada yankılanıyordu.
Mağaranın ağzına geldiğimde manzaram birden genişledi.
gördüğüm ilk şey, gökyüzüydü. Masmavi parlıyor ve gözün
görebildiğine uzuyordu. Altında nefis, yeşil bir orman vardı. Ağaçları rüzgar
estikçe hışırdıyordu. Ormanın merkezinden geçen geniş bir nehir güneş ışığıyla
parıldarken, etrafındaki floraya hayat veriyordu.
Uzaklarda bir dağ silsilesi tüm heybetiyle oturuyordu.
Zirvesi bulutların içinden geçerek diğer her şeye tepeden bakıyordu. Yüksek
dağlardan zorlukla seçebilsem de şimdiye kadar gördüğüm en güzel ufuk çizgisine
bakıyordum. Mavinin iki muazzam tonu gökyüzüyle denizin birleştiği yerde
birbirine karışıyordu.
Büyük, uçan adalar geniş gökyüne dağılmışlardı. Hatta bir
tanesi, dünyaya, sonsuz bir kaynaktan çıkıyormuşçasına akan, devasa bir
şelaleye sahipti. Oluşan sis, üzerine düşen ışığı, parıldayan muhteşem bir
gökkuşağına dönüştürüyordu.
Önüme serilmiş bu dünya nedeniyle şaşakalmıştım, muhteşemdi.
Hayır.
Bundan fazlasıydı.
O kadar muhteşemdi ki kendimi kaybetmiştim. Güzelliğini
anlatacak kelimeler henüz türetilmemişti.
Gözlerimin kenarında yaşlar birikmeye başladı. Günün birinde
bu başyapıtın içinde kanatlarımla süzülebileceğim düşüncesi, duygularımı taşma
noktasına getirmişti. O kadar etkilenmiştim ki zindanın çekirdeğine secde edip
insanlığımı benden aldığı için ona şükredecektim.
Hazır bahsetmişken, kanatlarım şu anda görünmüyordu. Uyumaya
çalışırken bana engel olduklarından, onları nasıl küçülteceğimi ya da
katlayacağımı öğrenebilmek için uzun zaman harcamıştım. Sonunda, bir şekilde
kendi kendilerine kaybolmuşlardı. Onlara yeterince odaklanırsam, istediğim gibi
uzatıp kısaltabildiğim ortaya çıktı. Büyüsel enerji ile yapıldığıklarından
böyle olduğunu anlamıştım. İnsan olmaya baş iblis olmaktan daha alışkın
olduğumdan, onları gizli tutmaya karar verdim.
Uzunca bir zamanımı alsa da manzaraya boş boş bakmayı
bırakıp kendime geldim. Görevime geri dönmeliydim. Böylece etrafımı gezmeye
devam ettim. Kontrol ettiğim ilk şey yüksekliğimdi. Bir dağın yamacının
ortalarında bir yerlerde gibiydim. Bu kadar şey görebilmemin tek sebebi buydu.
İkinci kontrol ettiğim şey ise etrafta bir insan yerleşkesinin bulunup
bulunmadığıydı. Bunun cevabı hayırdı. Görünüşe göre medeniyete bayağı uzaktım.
Arkamı döndüğümde iki şeyle karşılaştım: mağaranın girişi ve
büyük, sarp bir uçurum. Dağın daha yukarılarına çıkmak istedim ancak dümdüz
yukarı çıkmak istemedim, o yüzden etrafta dolanıp, beni hedefime götürecek bir
patika aramaya başladım.
[1] UI: user interface, kullanıcı arayüzü. Programlarda
kullanıcının fiziksel olarak gördüğü her şeye verilen isimdir. Özellikle
bilgisayar oyunlarındaki sağlık ve mana barları, envanter vs. her şey buna
dahildir.