Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk

25 Şubat 2020
Çeviri: zibillionbytes
Düzenleme: Residenttt
3063 Görüntülenme
Bu bölümü 50 Kişi beğendi.
Cilt 1

Durumu Kavramaya Çalışma - Kısım 3

Gece geldi geçti. Sabah olmuştu. Reenkarnasyonumdan dolayı oluşan kafa karışıklığından kurtulmuş bir biçimde yeni bir güne uyanmıştım. Yatağımı düzelttim ve Eşya Kutumu etkinleştirdim. Büyükçe bir uzay yarığı önümde belirdi. Dipsiz bir boşluk gibi gözüküyordu ama futonumu yavaşça içerisine daldırdım.

 

Eşyalarımı kutudan almak şaşırtıcı derecede kolaydı. Bu yetenek, bir video oyununun envanter sistemine benzer bir liste ile birlikte gelmişti. Sahip olduğum tüm eşyaları gösteriyordu; envanterimdeki eşyaları unutmak gibi bir sorunla karşılaşmayacaktım. Yapmam gereken tek şey, uzay boşluğuna elimi daldırdığımda istediğim eşyaya odaklanmaktı. İnanılmaz derecede kolaydı.

 

Yolda kendime çekidüzen verirken, kahvaltıda ne yiyeceğimi düşünmeye başladım; zinanın UI’ının [1] sağ üst köşesindeki modülden anladığım kadarıyla yemek yeme vaktim gelmişti. Eşya kutusunun görüntüsü gibi, zaman ve tarih modülleri de bir video oyuna aitmiş gibi duruyordu - zindanın bana özelleştirdiği oyun menüsü gibi duran UI’ı düşününce bu da mantıklı geliyordu.

 

Zindanın DP kataloğunu açtım ve atıştırabileceğim bir şeyler bakmaya başladım. Bir sürü seçeneğim vardı, hatta çok çok fazla. Karar vermem uzunca bir süremi aldı ama bir dilim ekmek ve biraz pişmiş domuz pastırmasında karar kıldım ki bunlar da sırayla 15 ve 30 DP tuttu. Odadaki tek sandalye olduğu için, kendimi tahtın üzerine bıraktım ve yemeğimi yemeye başladım.

 

Oturacak yer buldum diye rahatlamış sayılmazdım. Hatta oldukça endişeliydim. Daha çok DP kazanmam gerekiyordu. Sadece 1000 ile başlamıştım. Eğer boş boş oturursam kaynaklarım bitecekti ve açlıktan ölmeye pek de meraklı biri değildim.

 

DP kazanmanın toplamda dört yolu vardı.

 

İlki beklemek. Zindan zaman geçtikçe kendi kendine DP üretiyordu. Gelen DP’nin miktarı zindanın boyutuna göre değişiyordu. Benim zindanım, ki şu an sadece bir taht odasından oluşuyor gibi görünüyordu, üç saatte sadece bir birim üretiyor gibiydi. Pasif olarak kazandığım bu miktar o kadar düşüktü ki doğrudan bu pasif kazancı ikinci bir duruma kadar yok saymaya karar verdim.

 

İkinci yöntem de biraz pasif sayılırdı. İstilacılar içindeyken, zindan DP üretiyordu. Tabii ki, bir diğer ve doğrudan alternatifi istilacıları öldürmekti. Bu iki yöntemden gelecek kazançlar istilacılara bağlı olduğundan biraz muallaktı. Daha güçlü düşmanlar daha çok DP kazandırıyordu.

 

Son yöntem ise zindanın cesetleri ve yiyecekleri özümsemesiydi. Bu yöntemde kazanılan DP miktarı değişkendi; zindana beslenen şeyin miktarına bağlı gibiydi.

 

Bu çok saçma. Zindan, onları istememesine rağmen, ortaya çıkmak için bir şekilde istilacılara gerek duyuyordu. Çekirdeği patlatmamaları için, ortaya çıkarlarsa diye beni çağırmak zorunda kalmıştı. Ama eğer ortaya çıkmazlarsa, zamanla DP’si bitecek ve açlıktan ölecekti. Aslında, tekrar düşününce çok da saçma değildi. Zindan bir organizmaydı, yaşayan bir şey. Bir şekilde avlanmalı ve hayatta kalabilmek için yemeliydi. En güçlü olanın hayatta kalması falan işte.

 

Zindanı yakında düzgün bir biçimde işletmeye başlamam gerekiyordu ama bunu hemen yapamayacaktım. Etrafı incelemeli ve araziyi tamamen öğrenmem gerekliydi. Ama bundan da önemlisi, kendim hakkında daha çok şey öğrenmem gerekiyordu. Bir şeytan lordu olmanın nasıl bir şey olduğunu anlamam gerekiyordu.

 

Zindanın veritabanı bir sürü bilgiye sahipti. Taraflı bilgiye... Tim potansiyel istilacıları doğrudan kötü kişiler varsayımıyla yaklaşıyordu. Nereye gelmek istediğini anlamıştım. Ona saldıran her şey, onu öldürmek istiyordu. Ancak buna rağmen, görüşleri pek de yardımcı değildi.

 

“Tamam, sanırım dışarı çıksam iyi olacak.”

 

Ayağa kalkıp odadaki tek kapıya doğruı ilerlerken ellerimdeki ve üzerimdeki kırıntıları silkeledim. Doğruyu söylemek gerekirse, kapının ötesinde ne bulacağımdan korkuyordum ama oturup hiçbir şey yapmamak pek de mantıklı değildi. Kapıyı açıp etrafı incelemem gerekiyordu.

 

Kendimi toplayıp birkaç derin nefesten sonra kapıya doğru ilerleyip yavaşça ittim.

 

Yüzerime dolu dolu çarpan bir soğuk hava ile karşılaştım. Taşla dolu bir yerdeydim, bir tür mağara. Devasa kristal sarkıtlar tavanda asılıydı. O kadar büyüklerdi ki gözlerim dalıp gitmişti. Oluşmaları için ne kadar süre geçtiğini düşünememiştim bile. Bildiğim tek şey, kesinlikle çok eski olmaları gerektiğiyid

 

Çatıda, diğerlerinden daha büyük olan bir sarkıtın hemen yanında, muhtemelen kristal yapıların ağırlığından dolayı oluşmuş bir çatlak vardı. Birkaç güneş ışını, bu çatlaktan içeri sızıyordu. Mağaradaki birçok yarı saydam taştan sekerek, mağarayı, loş, huzur veren bir ışıkla aydınlatıyordu.

 

Mağaranın bir kısmı çöküktü; etrafındaki her şeyden daha da alçaktı. Temiz ve berrak bir su toplanarak, bu girintiyi doldurmuştu. Su o kadar temizdi ki, içinden suyun dibi gözüküyordu.

 

Buraya ait olmayan tek şey çıktığım kapı gibiydi. Diğer her şey zamanla ve doğal yollarla oluşmuşken, aniden burada peydah olmuş gibiydi.

 

Kabul etmem gerek, gözlerimin önüne serili bu güzel manzara yüzünden donup kalmıştım. Ama mağara sadece bir başlangıçtı. Görülecek daha çok şey vardı.

 

Yakın çevremde yaşayan herhangi başka canlı olmadığını doğruladıktan sonra, mağaranın çıkışına, ya da girişine doğru yürümeye başladım. Vücudum doğal bir biçimde, dışarıdan gelen parlak, kör edici ışığa doğru çekildi. Hafif olan ayak seslerim kulağıma, sanki çok ağır, gürültülü adımlar gibi geliyordu. Attığım her adım mağarada yankılanıyordu.

 

Mağaranın ağzına geldiğimde manzaram birden genişledi.

 

gördüğüm ilk şey, gökyüzüydü. Masmavi parlıyor ve gözün görebildiğine uzuyordu. Altında nefis, yeşil bir orman vardı. Ağaçları rüzgar estikçe hışırdıyordu. Ormanın merkezinden geçen geniş bir nehir güneş ışığıyla parıldarken, etrafındaki floraya hayat veriyordu.

 

Uzaklarda bir dağ silsilesi tüm heybetiyle oturuyordu. Zirvesi bulutların içinden geçerek diğer her şeye tepeden bakıyordu. Yüksek dağlardan zorlukla seçebilsem de şimdiye kadar gördüğüm en güzel ufuk çizgisine bakıyordum. Mavinin iki muazzam tonu gökyüzüyle denizin birleştiği yerde birbirine karışıyordu.

 

Büyük, uçan adalar geniş gökyüne dağılmışlardı. Hatta bir tanesi, dünyaya, sonsuz bir kaynaktan çıkıyormuşçasına akan, devasa bir şelaleye sahipti. Oluşan sis, üzerine düşen ışığı, parıldayan muhteşem bir gökkuşağına dönüştürüyordu.

 

Önüme serilmiş bu dünya nedeniyle şaşakalmıştım, muhteşemdi.

 

Hayır.

 

Bundan fazlasıydı.

 

O kadar muhteşemdi ki kendimi kaybetmiştim. Güzelliğini anlatacak kelimeler henüz türetilmemişti.

 

Gözlerimin kenarında yaşlar birikmeye başladı. Günün birinde bu başyapıtın içinde kanatlarımla süzülebileceğim düşüncesi, duygularımı taşma noktasına getirmişti. O kadar etkilenmiştim ki zindanın çekirdeğine secde edip insanlığımı benden aldığı için ona şükredecektim.

 

Hazır bahsetmişken, kanatlarım şu anda görünmüyordu. Uyumaya çalışırken bana engel olduklarından, onları nasıl küçülteceğimi ya da katlayacağımı öğrenebilmek için uzun zaman harcamıştım. Sonunda, bir şekilde kendi kendilerine kaybolmuşlardı. Onlara yeterince odaklanırsam, istediğim gibi uzatıp kısaltabildiğim ortaya çıktı. Büyüsel enerji ile yapıldığıklarından böyle olduğunu anlamıştım. İnsan olmaya baş iblis olmaktan daha alışkın olduğumdan, onları gizli tutmaya karar verdim.

 

Uzunca bir zamanımı alsa da manzaraya boş boş bakmayı bırakıp kendime geldim. Görevime geri dönmeliydim. Böylece etrafımı gezmeye devam ettim. Kontrol ettiğim ilk şey yüksekliğimdi. Bir dağın yamacının ortalarında bir yerlerde gibiydim. Bu kadar şey görebilmemin tek sebebi buydu. İkinci kontrol ettiğim şey ise etrafta bir insan yerleşkesinin bulunup bulunmadığıydı. Bunun cevabı hayırdı. Görünüşe göre medeniyete bayağı uzaktım.

 

Arkamı döndüğümde iki şeyle karşılaştım: mağaranın girişi ve büyük, sarp bir uçurum. Dağın daha yukarılarına çıkmak istedim ancak dümdüz yukarı çıkmak istemedim, o yüzden etrafta dolanıp, beni hedefime götürecek bir patika aramaya başladım.

Çevirmen Notu

[1] UI: user interface, kullanıcı arayüzü. Programlarda kullanıcının fiziksel olarak gördüğü her şeye verilen isimdir. Özellikle bilgisayar oyunlarındaki sağlık ve mana barları, envanter vs. her şey buna dahildir.

Lütfen okuduğunuz bölüme yorum yapmayı unutmayınız. Unutmayın ki yaptığınız her yorum çevirmenleri cesaretlendirir ve mutlu eder. İyi okumalar.
Yorum Yap
Üyelik girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için tıklayın.
Yorumlar
OkuyucuS0 (1869 puan) Üye
2020-02-29 22:21:17
Benide allllll oraya benideeee gitmek istiyorummmmm
Farazgul (7 puan) Üye
2020-02-27 19:19:45
Çeviri için teşekkürler.
maahhaam (4749 puan) Üye
2020-02-26 21:45:54
Çeviri için teşekkürler
LepiFro (1414 puan) Üye
2020-02-26 14:48:32
Güzel bölümdü :D