Overlord
Bir Başka Savaş - 5
Kapıların bir tarafı yavaşça açıldı.
“En başından alevli ok kullanmalıydık. İlk oklardan sonra
attıklarımız biraz israftı.”
Prens Barbro somurttu. Çok fazla zaman kaybetmişlerdi. Bu
gecikmeyi telafi etmek için askerlerin cebri yürüyüş* yapması gerekiyordu.
Artık bunu engelleyemezlerdi.
Tüm suç Marki’nin adamlarındaydı. Eğer alevli ok emri
vermeseydi daha ne kadar zaman kaybedeceklerdi kim bilir.
Barbro gökyüzüne bakıp böylesine beceriksiz astlarla
uğraştığı için bahtına sövdü.
Ne kadar zamana ihtiyaçları olduğunu düşünmeye başladı. Önce
köylüleri asmakla başlayacaklardı.
Onları köy duvarlarına asacaktı ki kraliyet ailesinden
birini küçümseme aptallığını yapan kişinin kaderi neymiş görsünler.
Ondan sonra Ainz Ooal Gown ile yakın ilişkileri olan
birilerini bulması gerekiyordu. Bu köylüleri asmaktan daha uzun sürebilirdi.
“Siktir. Yanımda bir sorgu yargıcı getirmeliydim. Önce
bizimle iş birliği yapacakların hayatlarını bağışlayacağımızı söyleriz. Sonra
da onları öldürürüz. Çocuklara gelirsek…”
Çocukların yaşamasına izin vermenin bir anlamı yoktu.
Çocuklar ailesi olmadan yaşayamazdı, o yüzden çocukları da ebeveynleriyle
beraber asmak bir tür merhamet sayılırdı.
“Hepsi için yetecek ip var mı? Köyden de ip bulabilirsek
güzel olur.”
Kapının yakınındaki askerler yavaşça ilerlemeye başlamıştı.
Sıranın önünde dalgalanan kraliyet sancaklarını gören Barbro’nun içi gururla
doldu. Tahtı ele geçirdiğinde bunun gibi törensel muhafız ekipleri kuracaktı.
Sancakları taşıyan askerler kapılardan içeri girdi. Hemen
ardından girdikleri gibi geri fırlatıldılar.
Kısa süre sonra o adamları fırlatan dev gibi canavarlar
kapıda belirdi.
“G-G-gulyabaniler mi?! Gulyabaniler burada ne arıyor?!”
Bu ani gelişme Prens Barbro’yu hazırlıksız yakalamıştı ve
şokun etkisiyle kraliyet ailesinin asaletli olması gerektiğini unutmuştu.
Evet. Bunlar gulyabani olarak bilinen yarı insanlardı.
Askerler de onların ani ortaya çıkışlarına en az Barbro kadar şaşırmıştı.
Heybetli sopalarını her sallayışta onlarca asker havaya uçuyordu.
Bedenleri kanla kaplı parçalanmış askerler uzaklara kadar
uçup yere çarpıp düştüğü yerdeki askerlere de çarptılar. Kapının yakınındaki
askerler hemen kuyruklarını kıstırdılar ve umutsuzca kapıdan kaçmaya
başladılar. Ardından kapının arkasından daha fazla gulyabani belirdi.
Utanç verici bir şekilde yenilen askerler geri çekilirken
gulyabanilerin sopalarını sallamasıyla birer birer havaya fırlatılıyordu.
Uzaktan bakıldığında bir çocuğun oyuncaklarını fırlatması gibi görünüyordu bu
görüntü.
Bu berbat geri çekilişin ardındai neden askerlerin Baron’un
askerleri olmasıydı. Kapılardan ilk geçenler olmak adına tüm oklarını
harcamışlardı. Bu onurlu görevlerinin böylesine kötü bir şekilde geri
tepeceğini kim düşünebilirdi?
Prens Barbro, adamlarının liderliğini terk edip kendisinin
yanına kadar kaçan Baron’a bakıp somurttu. O sırada havayı bir boru sesi
kapladı.
Marki’nin şövalyeleri topluca mızraklarını havaya kaldırdı. Bu
onların profesyonel askerler olduğunu gösteren bir hareketti. Ancak kaçışan
duran askerlerin kargaşasından sıyrılıp gulyabanilerle savaşmaya gitmek onlar
için bile zordu.
Bir süvarinin atlı taaruzu savaş alanındaki en yıkıcı
güçlerden biriydi. Ancak yakın mesafeli savaşta süvariler avantajını
kaybederdi.
“Neden hâlâ ateşe başlamadınız?!”
Bu bağırış Barbro’ya aitti.
Gulyabanilerin yakınlaşmasına izin vermek sadece verdikleri
kayıpları artıracaktı. Bu askerleri bırakıp düşmanla birlikte öldürmek en iyi
seçenekti.
Barbro’nun siniri tavan yapmışken gulyabaniler aniden geri
çekilmeye başladı. Kaçan askerleri etten kalkan olarak kullanarak süvarilerin
takip etmesini engellediler ve kapıların arkasına geçtiler.
Hayatta kalanlar toplandıktan sonra Barbro formasyonlarını tekrar
oluşturmaya başladı. Öfkesi arttıkça ellerindeki dizginleri daha sert
sıkıyordu.
Normalde planı bu sıkıcı görevi bir an önce bitirip
İmparatorluk’a karşı savaşarak kendine nam kazanmak için savaş alanına
gitmekti.
Şimdi ise hayallerinden geriye kalan tek şey bu berbat
kargaşaydı.
Gulyabanilerin ortaya çıkması şaşırtıcı olsa da gerektiği
kadar adamı E-Rantel’e geri döndüremezse bu Barbro’nun şanına leke sürerdi. Bu,
Zanack’a karşı verdiği savaşta kati bir yenilgi olurdu.
Yoksa tüm bunlar daha önceden planlanmış olabilir miydi?
Sinirli bir şekilde ağzıyla cık cık sesi çıkardı. Etrafındaki soyluların gözlerinin kendi
üzerinde olduğunu biliyordu.
Ancak şu an onları umursayacak vakti yoktu. Barbro, kendine
yaklaşan şövalyeye keskin bir bakış attı. Gelen kişi Marki’nin seçkin
birliğinin kumandanıydı.
“Bu da neydi böyle? Köy gulyabaniler tarafından ele mi
geçirilmiş? Neler dönüyor burada?”
“Olay bence öyle değil lordum. Kimse burada yaratıkların
olacağını düşünemezdi. Yakın zamanda gelmiş vergi toplayıcıları vardı. Ama
kimseden köyün gulyabaniler tarafından ele geçirildiğine dair bir şey duymadık.
Eğer gidip geri dönmemiş olsalardı anormal olurdu. Bu köyde neler oluyor
böyle…?”
Barbro adamın sözlerindeki şaşırmışlığı hissedebiliyordu.
Eğer bu, Barbro’nun asaletini kaybetmesi için düzenlenmiş bir kumpassa bile
şövalye bundan bihaber olmalıydı.
Bu da demekti ki adam şu anda Prens’in tarafındaydı.
“Her durumda düşman hakkında pek bir şey bilmiyoruz. Şey, bu
beklendik bir şey. Sadece beş gulyabani gözüktü. Eğer daha fazlası vardı
saldırmaya devam ederlerdi. O yüzden büyük ihtimalle toplamda on taneden fazla
olmamalı. Beş gulyabaniyi de indirebilirsiniz herhalde?”
“Elbette! Her birimiz Krallık’ın Savaşçı Ekibi kadar
güçlüyüzdür. Sıradan beş tane gulyabani bizim için bir şey değil.”
“Size güvenmediğimden değil. Sadece dikkatli olmanız
gerektiğinizi söylüyorum. Gulyabaniler aptal yaratıklardır ama az önceki
hareketleri oldukça zekiceydi. Kapıyı açıp bizi içeri girmemiz için yemlediler,
ardından en mükemmel zamanda karşı saldırıya geçtiler. Diğer tarafın da bir
kumandanı var gibi gözüküyor. Eğer köylülerden biri onlara liderlik ediyorsa…”
“Kabalığımı affedin fakat sıradan köylüler bir gulyabaniyi
kontrol edemez. Bence ortada farklı bir güç var. Eğer düşman hakkında daha
fazla şey öğrenebilirsek…”
Barbro artık sabırsızlığını bastıramıyordu.
“Ne diye gevezelik ediyorsun? Şuraya bak!”
Barbro kapının etrafında paramparça olmuş kraliyet
bayraklarını gösterdi.
“Ülkemizin bayrağı şu an o durumda. Ne pahasına olursa olsun
o köyü yok edeceksiniz. Askerlerinizi toplayın, alevli okları ateş edin ve köyü
yakıp yıkın. Kuşatma bilgilerinizi kullanmak için harika bir zaman! Görünüşe
göre kayıp vermeden bu işi halledemeyeceğiz gibi görünüyor. O yüzden öyü yerle
bir etmek için saldıracaksınız!”
“Lütfen bekleyin! Bu işin başında bir gulyabani büyücüsü ya
da başka bir akıl sahibi yarı insan olabilir!”
“Öyle olsa bile ne olmuş yani?”
Barbro şövalyeye baktı. Adam şaşırmıştı fakat yavaşça idrak
ediyordu.
“Anladın mı? Güzel. Köyün gulyabaniler ya da bir akıl sahibi
yarı insan tarafından kontrol edilmesi önemli değil. O köylüler topraklarının
haklı sahibine karşı isyan ettiler. Yani kraliyet ailesine. Bu yüzden de
aptallıklarının cezası neymiş görmeliler.”
“Ama rehine olarak tutulan köylüler olabilir. Onlar masum
değil mi?”
“Az önce dediğimi duymadın mı? Öylelerse ne olmuş?”
Barbro, az önce duyduğu şeyi kabullenmekte zorluk çeken
şövalyeye omuz silkti.
“Anladım, anladım. Nasıl hissettiğini anlıyorum. O zaman
olabildiğince çok müsamaha göstermeye çalışacağım. Direnmeyen köylüleri
yakalayın, sonra onları yargılarız. Daha iyi oldu mu?”
“Evet lordum!”
Şövalye Barbro’ya bir reverans yaptı. Bu zoraki cevabı duyan
Barbro başıyla onayladı.
“Ancak tek bir şartım var. Ezici bir galibiyet istiyorum.
Eğer burada kayıplar verirsek birçok dedikodu baş gösterecek. Aynısı sizin için
de geçerli. Marki’nin kozları olan sizler böyle değersiz bir köyde bozguna
uğrarsanız insanlar sizin hakkınızda da konuşur.”
“Ama gulyabaniler…”
“Bunu bir mazaret olarak sunamazsın. Dünya öyle tozpembe
değil maalesef.”
“Anlaşıldı!”
“Anlaşıldıysa işinin başına dön. Arka kapıdaki askerleri de
toplayın. Aynı zamanda ormandan ağaç keserek koçbaşı yapımına başlayın.
Detayları sana bırakıyorum. Zaferi garantilerken kayıpları da en aza
indirgeyin. Kaçan olursa öldürün.”
***
Yağ dolu çanaklar duvarlara çaptı ve parçalanarak duvarı
yağa buladı. Bu çanakları alevli oklar izledi.
Patlamanın etkisi ‘Alev Topu’ ile karşılaştırılabilecek
ölçüdeydi. Parlak, kızıl alevlerden havaya doğru siyah dumanlar yükseliyordu.
Jugem, etrafındaki savunma kuvvetlerinden yayılan
huzursuzluğu hissedebiliyordu. Goblin lideri büyülü kılıcını kaldırdı ve
kükredi.
“Sıkı durun! Bunun gibi alevler duvarı yıkmaya yetmez!
Kapının savunmasına gelirsek...”
Kapının hemen dışından şiddetli bir darbenin sesi duyuldu.
Duvarlar, şu anda küle dönmüş gözcü kulesinden çok daha
kalın ve büyüktü. Alevli oklarla vurulsalar bile kolay kolay alev almıyorlardı.
Haliyle bu alevli okların, rakibin ana hedefi olan kapıyı kırmaktan dikkatleri
uzaklaştırmak için yaptıkları bir yem olduğu sonucuna vardılar. Bu doğru bir
seçim gibi duyuluyordu. Aynı şiddetli darbe tekrar duyuldu.
Gulyabanilerin sopalarının darbelerinden çok daha derin ve
şiddetli bir sesti bu. Bu kuşatma silahlarıydı. Büyük ihtimalle koçbaşı.
“Ateş!”
Jugem’in bu çığlıyla beraber köylüler okları ateşledi.
Duvarın diğer tarafından acı dolu çığlıklar duyuldu. Ancak
koçbaşını durmamıştı.
Aynı anda birden fazla koçbaşı kullanıyor olmalıydılar.
“Ateş!”
Bir kez daha Jugem’in emriyle yaylar serbest bırakıldı.
Ancak bu defa karşı taraf da oklarla cevap vermişti. Oklar köye bir yağmur gibi
yağdı.
Yine de hiçbiri savunanlara isabet etmemişti.
Düşmanın saldırısı ardı ardına yapılan kısa saldırılardı, bu
yüzden hepsi ıskalayıp binalara ve duvarlara saplanmıştı. Ancak ne kadar fazla
okçuları olursa isabet şansları da o kadar artardı. O yüzden azıcık olsa bile
isabet ettirebilirlerse bu çok büyük bir sıkıntı olurdu.
“Geri çekilin! Geri çekilin! Yeni bir pozisyona geçiyoruz!”
Köylüler, sesi kısık çıksa da kendini duyurabilen Jugem’in
talimatlarına uydu. Aceleyle büyüyen paniğin içinde pozisyonlarını
değiştirdiler.
Şu ana kadar köylülere sadece belirli noktalardan atış
yapması öğretilmişti. Hedefleri sadece kapının hemen dışına isabet
ettirebiliyorlardı. Bu yüzden her ne kadar iyi isabet tuttursalar da
pozisyonlarını değiştirince okları hedefini pek de iyi bulamayacaktı.
Artık uzun menzilde bir savaşa girmek çok zordu.
“Mızrakları çıkarın! Yakın dövüşe gireceğiz!”
Kapının öbür tarafından ting
diye bir ses duyuldu. Bu, bir metalin oduna çarpma sesiydi ve koçbaşının
darbelerinden çok farklıydı. Çok büyük ihtimalle bunlar balta sesleriydi ve bu
sesler her yerden geliyordu.
Sayı avantajı çok büyük bir avantajdı. Kapıyı ya da
duvarları kullanarak beklenmedik yerlerden rakibi yemleyebilirlerdi. Jugem
karşı tarafın kumandanı olsa o da aynını yapardı.
Tıpkı planlandığı
gibi…. Durum iyiye gidiyor. Düşman birlikleri etrafa saçılmaya başladı.
Klasikleşmiş savaş stratejileri sayı avantajını elinde tutan
bir düşmana karşı işe yaramazdı. Carne’deki köylülerin ellerindeki en iyi şans
ise karşı tarafın savaş gücünü azaltmaktı.
Düşmanın formasyonu zayıfladığı anda köyden istedikleri anda
saldırabilirlerdi. Düşman kumandanına bu bozuk formasyonu yararak
saldırabilirlerdi. Böylece düşman askerleri paniğe kapılırdı ve safları
sıklaştıracaktı.
Bu olay için sonraki adım gulyabanileri getirmekti.
Gulyabaniler tek başına saldırsa düşmanı panikletip arka kapıdaki askerleri öne
çekmek zor olurdu.
Dağılmış düşman
birlikleri bizim etrafımızı çevrelemek için geldiğinde kaçmak için hiçbir
yolumuz kalmayacak. Yangına körükle gitmek deyimi bu olsa gerek.
Bir başka deyişle bu bir intihar göreviydi.
Öyle olsa bile…
“En azından hedeflerimizin yarısını tamamladık.” Jugem
bakışlarını göremediği arka kapıya kaydırırken kendi kendine mırıldanmıştı.
Efendisi için çoktan hayatta kalma oranı yüksek bir kaçış
rotası hazırlamıştı bile. Endişelenecek bir şey yoktu. Söylemek istemiyordu ama
tüm köylüler burada ölse bile kaç kişinin Enri ile kaçtığını bilemezlerdi.
Enri’yi korumak Jugem’in ilk önceliğiydi. Bunun için her
şeyi yapmaya hazırdı ve hiçbir şekilde pişmanlık duymazdı. Bu yüzden de….
“Millet! Kapının kırılmasını bekleyin! Sonra saldıracağız!
Hedefimiz düşmanın ana idari bölgesi! Hayatta kalmak için tek şansımız
kumandanlarını öldürmek!”
Kararlı bağırışlar Jugem’e cevap verir nitelikte yükseldi.
Bazı seslerde az da olsa tereddüt vardı fakat kimse geriye dönecek gibi
görünmüyordu.
Geriye tek kalan çocukları ve sevdikleri için savaşan
adamların cesaretiydi.
***
Enri ve Nfirea kadınları ve çocukları arka kapının önünde
toplamıştı. Aralarında Nfirea’nın büyük annesi Lizzie yoktu çünkü şu anda
Ainz’den ödünç aldıkları tüm simya malzemelerini saklamakla meşguldü.
Kaçmaya zamanı kalmayacaktı ama kaderine çoktan boyun
eğmişti.
“Sorun değil! Etrafta kimse yok! Kapıyı açacağız ve ormana
doğru koşacağız!”
Korkudan beti benzi atmış çocuklar umutsuzca kafalarıyla
onayladılar.
O sırada Nfirea ve Britta kapının kolunu çevirdiler ve
kapının bir tarafını yavaşça açtılar.
Kapıyı açtıkları anda Enri kafasını çıkartıp etrafa baktı.
Bir şey yoktu. Tıpkı gözlem platformunda gördüğü gibi görünüşte herhangi bir
asker yoktu. Jugem’in planı başarılı olmuştu.
“Gidelim haydi!”
İlk çıkanlar Agu ve kabilesiydi. Eğer ormanda pusuya düşecek
olurlarsa yolu askerlerden temizleyeceklerdi. Ondan sonra ise Britta çıkmıştı.
Grubun izcisi oydu ve eğer Agu hiç asker bulamazsa işleri o halledecekti.
Çocukların küçük bacakları düşünüldüğünde öncü ekibin önden
ormana girmesi gerekiyordu. Onların arkasından çocuklar ikişerli olarak takip
edeceklerdi. Çocuklar koşarken anneleri de onlara eşlik edeceklerdi.
Ebeveynleri olmayan çocuklara ise yaşı büyük çocuklar eşlik edecekti.
En son çıkacaklar Enri ve Nfirea idi. Çıktıktan hemen sonra
en öne koşacaklardı.
Kapıdan çıktıktan sonra bile orman oldukça uzaktı. Kışın
bitkilerin ölü olduğu düşünüldüğünde yol normalden de uzun oluyordu.
Telaş içinde koştular.
Ama orman çok uzaktı.
Yetişememişlerdi.
O sırada arkalarından at sesleri duydular.
Enri’nin kalbi çarpmaya başladı ve nefesi düzensizleşti.
Korku tüm bedenini sararken arkasına baktığında gördüğü şeye inanamadı.
“Yok artık…”
Yüzden fazla süvari arkalarında belirivermişti. Gözlem
platformundan görülemeyecek, duvarların dibi gibi kör noktalara saklanmış
olmalılardı. Köyden çıkacak kimse kalmayınca da harekete geçmişlerdi.
Köyden ormana giden yol oldukça uzundu. Ancak atlar ve
insanlar hız konusunda karşılaştırılamazdı.
Belki Agu ve Britta kaçabilirdi. Ama çocukların kaçması
imkansızdı.
Şövalyeler ellerinde parlayan objeler tutuyordu. Onları
arkadan öldürmeye geldikleri aşikardı. Grubun en önünde Nemu olsa bile onun
bile kaçabileceği kesin değildi.
“Enri, koşmaya devam et!”
Nfirea birden olduğu yerde durdu.
“Enfi!”
“Biraz zaman kazandıracağım!”
“Deli misin sen? Bunu da Lupusregina-san’ın seni kurtardığı
zamanki gibi bir şey sanma!”
“Koşmana baksana!”
Nfirea’nın sinirli narası durmuş olan Enri’ye yöneltilmişti.
“Eğer zaman kazandırmak istiyorsan, aklımda daha iyi bir
plan var!”
Enri cebinden yıpranmış, eski püskü boruyu çıkardı.
Sadece 19 goblin çağırabiliyordu. Çok fazla olmasa bile
goblinlerin her biri oldukça güçlüydü. Zaman kazandırmak için yeterli
olmalıydı.
“Aptal! Sayıları çok fazla! 20 adamı bile indiremezsin!”
Nfirea’nın söylediğine karşı çıkamazdı. Düşman kesinlikle
onlara yetişecekti. Ancak boruyu üflememek daha da aptallık olurdu.
“Sanki sen indirebilirsin de!”
Enri konuşmakla daha fazla zaman kaybetmedi. Boruyu dudaklarına
götürdü.
Goblinler! Lütfen bana
yardım edin!
Borudan, yerin titremesini sağlayan bas bir ses çıkmıştı.
ENri yaptığı şey karşısında göz kırptı. Geçmişte Jugem ve
diğerlerini çağırdığında borudan çıkarttığı ses hafif bir osuruk gibiydi. Basit
bir çocuk oyuncağından çıkmış bir ses gibiydi.
“En-Enri…”
Panikle konuşan Nfirea’nın bakışları Enri’nin arkasında
kalan bir şeye odaklanmıştı. Enri de gözlerini Nfirea’nın baktığı yere çevirdi.
Süvariler onlara yetişmek üzereydi. Ancak bir sebepten ötürü
hepsi dizginlerine abanmış, atlarını durdurmaya çalışıyordu. Aniden durmaları
yüzünden bazıları atlarından bile düşmüştü.
Enri arkasına baktı ve…
“Ne? Neeee?!”
***
YGGDRASIL’deki çoğu eşya özel isim alabiliyordu. Ancak bunun
bazı istisnaları da vardı. Bunlar, nadir düşen bazı eserlerdi.
Goblin Generali’nin Borusu da bu eserlerden biriydi.
Boru küçük, sıradan görünümlü olmasına rağmen çok özel bir
gücü vardı.
Sadece 19 goblin çağırabiliyordu. Bu 19 goblin bir YGGRASIL
oyuncusu karşısında birer çöpten ibaretti. O zaman neden ismine “General”
denmişti? Sadece “Goblin Borusu” dense daha iyi olmaz mıydı?
YGGDRASIL oyuncularının çoğu böyle düşünmüştü. En sonunda da
hiçbiri böyle bir ismin sebebini anlayamamıştı.
Ancak elbette bunun bir sebebi vardı.
Ve o sebep de…
***
Jugem, Doğu’nun Devi’nden aldığı büyülü kılıcını savurdu.
Tüm gücüyle savurduğu darbe rakibi tarafından engellenmişti. Ancak rakibi
darbenin etkisini tamamen yok edememişti, bu yüzden dengesini kaybetti.
Normalde Jugem hemen bir hamle daha yapardı, ancak çevresindeki diğer askerler
bunu yapmasına izin vermezdi.
Açıkta kalan askerlerini korumak için Jugem’i iki taraftan
kuşatmışlardı.
Jugem kılıcını sanki vücudunun bir uzvuymuş gibi salladı ve
kendisine gelen iki kılıç darbesini karşıladı.
“Bu goblin oldukça iyi. Tek başına üçümüze birden karşı
koyabiliyor.”
“Ne güçlü biriymiş. Goblinlerirn böyle güçlü olabileceğini
bilmiyordum.”
Jugem rakiplerinin daha sınırlarına ulaşmadığını
sezebiliyordu, bu da onu biraz endişelendiriyordu.
Eğer bu askerlerle birebir savaşsa kazanabilirdi. İkisiyle
aynı anda savaşsa biraz da şans ile yine kazanabilirdi. Üç tanesi ile savaşması
ise büyük ihtimalle kaybetmesi demekti. Ve şu anda…
Arkasında gezinen başka bir asker daha vardı. Jugem geriye
doğru kısa bir adım attı.
Dört kişiye karşı yapabileceği tek şey ölmekti.
İlk rakipleri kolayca alt ettiği zayıf askerlerdi.
Carne Köyü’nün cesur savaşçıları merhametsizce, Krallık’ın
askerlerine sıkış tıkış bir düzende saldırmıştı.
Fakat sonra farklı bir bölgeye girmeleriyle güçlü rakipler
karşılarına çıkmaya başlamıştı. Ekipmanları yüksek kaliteydi. Düşman ordusunun
seçkin askerleri olmalıydılar.
Buna rağmen düşman kampından pek uzakta değillerdi ve çok
fazla da kayıp vermemişlerdi.
Yine de bu çok zordu.
Dikkatini dört askerden çevirdi ve gizlice etrafındakilere
baktı. Emrindeki goblinler yavaşça rakibin askerleri tarafından kuşatılıyordu.
Rakiplerinden daha güçlü ve dayanıklı olmasına rağmen tek
avantajları bunlardı. Tıpkı gulyabaniler gibi. Tek yapabildikleri düşmanları
bir darbe yedikten sonra onların geri çekilmesini izlemekti.
Carne Köyü çoktan birkaç şehit vermişti. Her ne kadar
goblinler önde gidip saldırıların büyük çoğunluğunu üstlenseler de düşmanın sayıları
çok fazlaydı ve bu da tüm saldırılara dayanabilmelerini imkansız kılıyordu.
Devamlı olarak bir düşman araya giriyor ve devamlı olarak da birileri ölüyordu.
Bu çok pervasız bir stratejiydi ve işlerin böyle olması
oldukça doğaldı.
Ancak Jugem böyle olmayacağına inanmak istiyordu.
Tam o sırada…
Bir kılıç onu kesip bir yara açtı.
“Ah!”
Jugem kendine bir boşluk yaratmak için kılıcını salladı.
“Siz kimsiniz? Sıradan çiftçiler olmadığınıza bahse
girerim.”
Jugem seviye 12’ydi. Karşısındaki rakibi olsa olsa 10 ya da
11 seviye olabilirdi. Diğer üçü ise 9 civarında olmalıydı.
Sıradan köylüler 1 seviyeydi. Bazı eğitim almışları en fazla
seviye 2 olabilirdi. E-Rantel’den gelen vergi toplayıcıları ise seviye 3
civarlarında gözüküyorlardı. Bu da demekti ki karşılarındaki askerler oldukça
güçlüydü.
Öte yandan Enri ve Nfirea savaşçı olmadığı için güçlerini
hesaplamak zordu. Ama onlar da kendi çaplarında güçlüydü.
“Bu goblin… Yoksa bir hobgoblin mi? Yoksa goblinler hep
böyle güçlü mü?”
“Hobgoblinlerin daha büyük olduğu söylenir. Belki goblin
kralıdır? Belki de köyün kontrolünü zorla ele geçirmişlerdir. Ama öyleyse
köylüler neden bu kadar sıkı bir şekilde savaşıyor?”
“Ha! Siz insanlar amma aptalsınız. Çünkü rehinelerimiz var!
Anlayamıyor musunuz cidden?”
“Yalan söylüyor olmalı. Böyle saçma bir sebepten savaşılmaz.
Öyle olsaydı goblinler savaşırken arkalarından vururlardı. Sizler arasında
ırklarınızı bile aşan bir yoldaşlık olduğunu hissedebiliyorum. Neden? Neden
insanlar ve goblinler yan yana savaşır ki?”
“Sanki sana söylerim de geri zekalı!”
“Demek cidden de yoldaşsınız. Değilse…”
“Eeh be! Kes sesini artık! Sizin gibi işgüzarlar kafamı
attırıyor!”
Jugem kılıcını bir kez daha savurdu.
Ama sonuç yine aynıydı.
Askerin dengesi bozuldu fakat diğer hamleyi yapamadan iki
tarafından da ölümcül darbeler geldi.
Jugem bu darbeleri karşılamamaya karar verdi.
Zırhının açık kısımlarını hedefleyen saldırılar Jugem’i
biçti.
Jugem acıdan çok bedeninin iki tarafının yandığını
hissediyordu.
Jugem dişlerini sıktı ve özel yeteneğini aktifleştirdi.
Kılıcı yön değiştirdi ve ona yandan saldırmış olan askerlerden birine savruldu.
“[Goblin Darbesi]”
Heybetli darbe adamın zincir zırhının zayıf noktasına feci
bir şekilde indi ve zırhın altındaki deriye ağır bir yara bıraktı. O anda asker
titremeye başladı.
Bu kılıcın gücüydü. Zehir. Ancak bu zehir direnilebilecek
bir şeydi ve rakibi savaştan tamamen koparmıyordu.
Dikkati dağıldığından Jugem arkasından gelen kılıç
darbesinden kaçınamadı.
Zırhı yüzünden çok ciddi bir yara almasa da darbe onu sarsmıştı.
“Siktir!”
“Bike’a nasıl saldırırsın?!”
“Bike geri çekilsin. Arkasına geçin şu herifin!”
Etrafta bu dördünden başka rakipler de vardı. Bazıları
Jugem’in verdiği açıklardan saldırmaya çalışıyordu. Üstlerindeki kötü
ekipmanlara bakılırsa büyük ihtimalle zorla askere alınmış çiftçiler
olmalıydılar.
Yine de sayıları çok fazlaydı. Sayı üstünlüğü cidden
adaletsiz bir durumdu.
“Geri çekilin! Bu goblin güçlü! Onunla biz ilgileniriz. Siz
gidin arkadaki köylülerle ilgilenin!”
“İzin verir miyim sanıyorsun?!”
Jugem devşirilmiş çiftçilere karşı hırladı ve kılıcını
onlara doğru tuttu. Bunu gören çiftçiler geri çekildi.
Bedeninde hissettiği yanma hissi yerini acıya bırakıyordu.
Yaşamını kılıcıyla kazanan Jugem savaş alanında
uygulayabileceği birkaç sır öğrenmişti. Bunlardan ilki acıya rağmen nasıl
savaşılacağıydı. Diğer bir sır ise ne kadar yara aldığını kestirebilip ne zaman
kaçması gerektiğini bilmekti. İçgüdüleri hala ona savaşabileceğini söylüyordu.
Ama bu ne kadar sürerdi, işte Jugem bunu bilmiyordu.
Carne Köyü’nden bir başka cesur savaşçı daha kanlar içinde
yere yığılmıştı.
Yenilgileri kesindi ve görüşü de yavaşça kızıllaşmaya
başlıyordu.
Yine de Enri ve diğerlerinin kaçışı için daha fazla
Hedef: Düşman kampı.
Düşmanlar: Kendim.
Jugem’in azminden midir bilinmez, fakat karşısındaki
askerler duruşlarına çeki düzen vermişti.
Jugem kılıcını kavradığı ve taarruza hazırlandığı sırada tüm
savaş alanını bir feryat kapladı. Bakışlarını önündeki rakibinden alamayan
Jugem bunun kaynağına bakamadı.
Çünkü Carne Köyü’nün yan tarafında…
***
Sebebi basitti. Gerçek gücü 19 goblin çağırmaktan ibaret
değildi çünkü.
YGGDRASIL’de bu eşyanın gerçek değeri ortaya çıkmamıştı ve
çöp bir eşya olarak görülmüştü.
Fakat burada, Yeni Dünya’da, asıl gücünü ortaya çıkarabilme
şansına kavuşmuştu.
Bu eşyanın ismini bir kez daha hatırlayalım.
“Goblin Generali’nin Borusu.”
Asıl gücü sadece üç şart tamamlandığında ortaya çıkıyordu ve bu güç…