Beyazın Karanlığı
Bir İsmin Bedeli
Güneş battıktan sonra iki saat daha ufku izlemişti. Bunu
yapmıştı çünkü şu anda yapabileceği daha iyi bir şey yoktu ve bu manzarayı
seviyordu. Uyumak zaten şeytanların yapısında var olan bir şey değildi.
“Hapşu!” Boğaç, Tanya’nın titrediğini ancak o zaman fark
etti.
“Üşüdüysen içeriye girebilirsin.” Dedi usulca.
“H-hayır. Hiç üşümedim!” Tanya anında cevapladı.
“Öyle mi?” Boğaç, Tanya’nın yanından ayrılmamak için yalan
söylediğini biliyordu. Bu yüzden bir süre sonra yapmacıktan esnedi ve “Benim
çok uykum geldi.” Dedi.
“Benim de.” Diye katıldı Tanya.
Boğaç başka bir şey söylemeden odasına doğru ilerledi. Tanya
da onu peşinden takip etmişti. Tam kendi odasına girecekken kız elbisesinin
kolundan tuttu.
“Şey… Bu
gece benim yanımda durur musunuz? Yalnızca bir seferlik. Ben... Karanlıktan
korkuyorum da…” Boğaç kızın gözlerine baktığı anda bunun bariz bir yalan
olduğunu fark etmişti. Ayrıca bir kölenin yatarken mum yakmasına falan da izin
verileceği yoktu. Bir zamanlar karanlıktan korkuyor olsaydı bile bu korkuyu
uzun süre önce yenmiş olmalıydı.
“Bak, seni terk etmeyeceğimi zaten kaç kez söyledim. Yani…”
“Bu evet mi demek?” diye sordu Tanya aceleyle.
Boğaç iç çekerek cevapladı. “Sanırım bir seferden bir şey
olmaz.”
Yarım saat içerisinde Tanya uyuyakalmıştı. Boğaç onu
uyandırmamak için üstün bir çaba göstererek yataktan kalktı ve önceden
planladığı üzere Kama’nın yanına gitti. Tahmin ettiği gibi hala bıraktığı
yerde, Rene’nin başında bekliyordu.
“Selam.”
Kama tepki vermeyince yanına oturdu. Tabağındaki yemeği hala
yememişti. Tamam, Rene için endişeleniyor olmasını anlıyordu ama bunun da bir
sınırı olması gerekiyordu.
“Sanırım aynı şey Karmen’in başına gelseydi ben de
üzülürdüm.” Kama yine tepki vermeyince devam etti. “Ama en azından ona baktığım
kadar kendime de bakardım. Bütün olanların üzerine bir de ben ona yardım
edemeyecek durumda olsaydım işler onun için hiç iyi olmazdı.” Boğaç yerinden
kalkarak Kama’nın dağıtmış olduğu depo bölümüne ilerledi. Biraz daha nacotu
bulup kaynatması Rene’ye iyi gelecekti. Dağınıklığın içerisinde on dakikada
ancak birkaç demet bulabilmişti ki daha fazla bulabileceğini de zannetmiyordu.
Bulduklarını bir kenara ayırdıktan sonra bir demet aldı. Geriye döndüğünde ise
yemeğin boş tabağı ocağın yanı başında duruyordu. ‘Her ne kadar dinlemiyor gibi
görünse de…’
Boğaç bulaşığı yıkadıktan sonra ocağa biraz daha nacotu
koydu ve tekrardan Kama’nın yanına oturdu. Bir süre geçtikten sonra bu sefer
ilk konuşan taraf Kama olmuştu. “Bunu yapabildiğini bilmiyordum.”
“Neyi?”
“Kadim dili konuşabildiğini.”
“Ben de bilmiyordum. Normal bir şekilde konuşurken bir anda…
İşler bu şekilde gelişti işte.”
Uzun bir sessizlik dalgası daha.
“Boğaç…”
“Efendim?”
“Teşekkür ederim.”
“Ne için?”
“Her şey için…”
“Dostlar bu günler için vardır…”
“Haklısın. Dostlar bu günler için vardır…” Kama hafifçe
geriye yaslandı. “Eğer olur da bir gün yine kendimi kaybedersem… Rene’yi benden
koruyabilir misin?”
Zaten Rene, Boğaç’ın kendisinden kat kat güçlüydü. Onu nasıl
koruyabilirdi ki? Boğaç bunu düşünürken güldü. “Merak etme. Öyle bir şey
olmayacak.”
Kama cevap vermek yerine öylece bekledi.
“Değil mi?” Boğaç yutkunarak sordu. Daha yeni bir ölüm kalım
savaşından çıkmıştı ve mümkünse bir yenisine daha girmek istemiyordu.
“Umarım olmaz…”
X X X X X X
Boğaç sabaha karşı uzun süre pişmesi gereken yemeği ocağa
koymuş, Kama’nın yanından ayrılmış ve güvertenin bakımı ile ilgilenmişti. Dünkü
temizlikle birleşince yeni gibi görünüyor derse yaptığı işi abartmış olmazdı.
“Efendiiiiim!” Tanya bağırarak güverteye çıktı. Ağlıyordu.
Boğaç’ı gördüğü gibi yanına koştu. “Odanızda. Bulamayınca. Siz. Ben…” Kız
burnunu çeke çeke konuşmaya çalışıyordu. “Beni bıraktınız sandım!”
“Seni bırakmayacağımı söylemiştim. Ama beni ‘Efendin’ olarak
çağırmaya devam edersen fikrim değişebilir.”
“Ama…” Tanya birkaç saniye burnunu çektikten sonra “Ben
özgür değil miyim?” diye sordu.
‘Lanet olsun. Güzel yerden yakaladı.’ Boğaç bu yaşta böyle bir
düşünce yapısına sahip olmasına şaşırıyordu. Fakat kolay pes etmeyecekti. “Bak,
özgür olman beni o şekilde çağırabileceğin anlamına gelmiyor.”
“Neden ki?”
“Çünkü kölelerin efendisi olur. Özgür kişilerin değil.”
“Siz olduğunuz sürece önemli değil! Eğer isterseniz…!”
“Hayır, istemiyorum. Bu tartışma burada bitti.” Boğaç
doğruca içeriye yürüyecekken karşısına Alperen çıkınca duraksadı. ‘Dertlerin
ardı arkası kesilmiyor….’
“Bay Boğaç… Arkadaşlarım ve ben sizden geçen günkü
konuşmamız için özür diliyoruz.”
Özür dilemeleri güzel bir şeydi. Başkalarına önyargı ile
yaklaşmak gibi bir hatayı fark etmiş oldukları anlamına geliyordu bu. Yine de…
“Neden yalnızca sen varsın?”
“Efendim?”
“Madem hepiniz özür diliyorsunuz, neden yalnızca karşımda sen
varsın?”
“Bu… Şey…”
“Eğer birisinden doğru düzgün özür dileyecekseniz bunu
karşısına geçip yapmanız gerekir, haberci gibi bir başkasını göndermeniz
değil!” Boğaç sesini yükselterek iç odalara gitmesini ummuştu. “Şimdi müsaade
edersen…” Boğaç doğruca odasına ilerledi. Tanya da onu takip etti.
Fakat Tanya, Boğaç odasına girdiğinde içeri girmedi. Boğaç
da kapıyı ardından kapayarak masasının üstüne haritayı serdi ve çalışmaya
koyuldu. ‘Timsah Sırtı’ adı verilen bir bölgeye girmek üzereydiler. Denizin
üzerinden çok fazla görünmeyen fakat tam da bu mevsimlerde yüzeye çok yakın
duran onlarca sivri kayanın arasından geçmeleri gerekiyordu. Her ne kadar
onları denizin üzerinden göremeseler de geminin altı o şeylerden birine
çarparsa hiç de hoş sonuçları olmazdı.
Yarım saat kadar bir hesaplamanın ardından doğru rotayı
hesaplamıştı. Aslında daha önce birçok kez yapmış olduğu bu ölçümü her seferinde
tekrar yapıyordu. Bunun tek sebebi hatadan olabildiğince kaçınmak istemesiydi.
Tekrardan güverteye çıkmak için kapıyı açtığında karşısında
Tanya duruyordu. “Sen… Bütün bu zamandır burada mı bekliyordun?” Tanya başını
salladı. “Hiç sıkılmadın mı?”
“Ben… Yalnızca birazcık…”
“İstersen yolculuk bitene kadar odandaki kitapları
okuyabilirsin.” Diye öneride bulundu Boğaç.
“Şey… Ama ben okuyamıyorum.”
“Bu sorunu bu akşam çözebiliriz istersen. Sana okumayı ve
yazmayı öğretebilirim.”
“Gerçekten mi?”
“Evet, ama önce geminin batmasını engellemem gerekiyor.”
Tanya’nın yanından geçerek güverteye, dümenin yanına gitti. Tanya hemen
peşinden gelmişti.
Yaklaşık yarım saat kadar dümenin başında kaldıktan sonra
Kama’yı kontrol etmeye gidecekken tekrardan üçlüyle karşılaştı. ‘Bu
sefer üçü de gelmiş.’
Sonra üçü birden hafifçe eğildi ve “Arkandan kötü
konuştuğumuz için özür dileriz.” Dedi.
“Ve?”
Üçlü bir süre sessiz kaldıktan sonra Alperen yanıtladı. “Ve
hakkında düşündüklerimiz için. Seni daha tanımıyor olsak da diğer şeyler gibi…”
Uygun kelimeyi aramak için duraksadığını fark edince Boğaç
onun yerine devam ettirdi. “Şeytan?”
“Diğerleri gibi olduğunu düşünmüştük.”
Boğaç kısa bir süre düşündükten sonra özürlerini kabul
etmeye karar verdi. En azından hatalarını biliyorlardı. “Sorun değil, bana
karşı insanların ilk tepkisi her zaman bu olmuştur…” Daha sonra yanlarından
geçip kamaralara doğru ilerledi. Mutfağın içerisine girmeden önce “Yemek
yiyecekseniz siz de gelseniz iyi olur.” Dedi. Üçü ve Tanya, Boğaç’ın arkasından
Mutfağa girmişlerdi.
Yemek yaklaşık dört saattir pişiyordu. Normalde bir güvecin
bu kadar pişmesine gerek olmasa da Boğaç tarife kendince bir şeyler
eklediğinden şimdilik böylesi daha iyiydi.
Kama’nın yanından geçtikten sonra doğruca ocağa doğru
ilerledi ve altını kapadı. Arkasına attığı bir bakışta üçünün de beklentiyle
onu izlediğini görebiliyordu. “E hadi masaya geçin de yiyin.”
Tanya yanına yaklaştıktan sonra kısık sesle sordu. “Efendim…
Ben de yiyebilir miyim?”
Masa yalnızca üç kişilikti ama bankonun üzerinde, ayakta
yiyebilirdi. “Tabiki, sormana gerek bile yok.” Boğaç kendisi ve Tanya da dahil
herkese birer tabaklık yemek doldurmuştu ve buna rağmen yemek artıyordu. Önce
gençlere ve Kama’ya tabaklarını verdikten sonra kendisi ve Tanya için bankoya
koydu.
“Efendim, bu çok güzel olmuş!”
Alperen de ekledi. “Katılıyorum, bu muhtemelen hayatımda
yediğim en iyi… Adı ne ki bunun?”
“Sebzeli güveç.” Dedi Rima.
“İşte ondan… Hayatımda yediğim en iyi sebzeli güveç.”
“Sanırım bu övgüyü kabul edebilirim.” Aslında etli güveç
yapmayı planlıyordu ama Kama bütün kurutulmuş etleri yemişti.
Herkes yemeğini bitirdikten sonra Boğaç tabakları topladı ve
yıkamaya başladı.
Daha ilk tabağı eline almıştı ki Alperen yanına geldi ve
başka bir tabağı aldı. “Yardım etsem iyi olur gibi.”
“Teşekkürler.”
“Ben de.” Rima hemen Alperen’in yanına gelerek ona yardım
etmeye başladı. Alaz ise çoktan odasına çekilmişti. Üçü birlikte bütün tabak ve
kaşıkları on dakikada temizlemişlerdi. Boğaç onlara basitçe teşekkür ettikten
sonra Tanya ile birlikte odasına çekildi ve ona söz verdiği gibi okumayı
öğretmeye başladı.
Yaklaşık bir saat sonra kız neredeyse bütün alfabeyi
ezberlemişti. “Muazzam bir hafızan var.” Diye övgüde bulundu Boğaç.
“H-hayır… Sizinkiyle karşılaştırıldığında…”
‘Dalga geçiyor olmalı, değil mi? Benim hafızam bunun yanına bile
yaklaşamaz.’ diye düşündü Boğaç istemsizce. Kıza yalnızca ilk birkaç
harfi bir kere tanıtmış, daha sonra karıştırarak sormuştu. Tanya bunları
hatasız cevaplayınca birkaç harf daha tanırmış, daha sonra eskileriyle
karıştırarak okutmuştu ve bu süreci bütün harfler tamamlanana kadar
tekrarlamıştı. İşin garip tarafı bütün bu bir saat boyunca Tanya bir kez bile
soruyu yanlış cevaplamamıştı. ‘Acaba ona direk bütün harfleri
gösterseydim, o zaman da hatasız bilebilir miydi ki?’ diye düşünmekten
kendini alamadı Boğaç.
O akşamın tamamını Tanya ile kelime alıştırması yapmaya ve
okumasını geliştirmeye harcamıştı. Sabaha karşı ise Tanya uyuya kalınca Boğaç
onu yatağına taşımış ve Kama’yı kontrol etmeye gitmişti.
Tahmin ettiği gibi Kama hala Rene’nin başında bekliyordu.
Gözlerinin altı morarmış, ve gözleri uykusuzlukla kızarmıştı. ‘Benim
uykuya ihtiyacım yokken Kama’nın var mı?’ diye düşündü istemsizce. ‘Belki
de insan biçiminde olduğundandır.’ Boğaç, Kama’nın kendisini böyle
yorduğunu görmekten hoşlanmasa da şu anda elinden bir şey gelmezdi. Bu yüzden
her sabah olduğu gibi güneşin doğuşunu izleyebilmek için güverteye çıkmaya
karar verdi.
Tam kapıdan çıkacağı sırada Kama’nın “Uyanmıyor.” Demesi onu
bir anlığına durdurdu.
Rene’nin ölümsüz olduğunu Kama bilmiyor olabilirdi belki,
ama Boğaç biliyordu. Kama’nın neredeyse kıymaya dönmüş bir durumdan sağ
kurtulduğunu görmüştü. Büyü zehirlenmesi ne kadar kötü olabilirdi k? “Şey, er
yada geç uyanacaktır… Eğer bunu hızlandırmak istiyorsan nacotlarından biraz
daha kaynatıp içirebilirsin. İçeride bir kenara senin için ayırmıştım.”
Bunu dediği anda Kama yerinden kalkarak Mutfağın arkasına
doğru ilerledi. Geriye döndüğünde bütün nacotları elindeydi. Boğaç’ın o kadar
aramasına rağmen bulamadığı birçok demeti bile Kama birkaç saniye içerisinde
bulmuştu.
Büyük bir tencereyi suyla doldurduktan sonra tam hepsini
içine atacaktı ki Boğaç kolunu yakalayarak onu durdurdu. “Bekle, bekle, bekle!
Ne yapıyorsun?”
“Bunun onu iyileştireceğini söylemedin mi?” diye sordu Kama.
“Evet ama bu kadar fazla içerse bunun yarardan çok zararı
olur.”
“Açıkla.”
“Bak, nacotlarının özü insanların midesine girdiğinde
onların büyü gücüyle bir çeşit bağ kurar. Yani basitçe içlerindeki büyü gücünü
emer. Nedenini bilmesem bile işe her zaman büyü zehirlenmesine sebep olan
enerjiden başlıyor. Fakat bu kadar çok koyacak olursan Rene’nin bütün büyü gücünü
çekmesi işten bile değil. İyi olan kısmı da, kötü olan kısmı da…”
Kama birkaç saniye düşündükten sonra. “Sorun değil.” Dedi.
“Eğer büyü gücü bitecek olursa ona gerekli gücü ben verebilirim.”
Boğaç birkaç saniye bekledikten sonra Kama’nin kolunu
bıraktı. En kötü ne olabilirdi ki? Sonuçta Rene ölümsüzdü. “Tamam, ama uyarmadı
deme.” Daha sonra kapıdan çıkarak güneşin doğuşunu izlemeye gitti.
X X X X X X
‘Soğuk…’ Sanki yıllardır bu soğuk, siyah büyü denizinin
içerisinde yüzüyordu. Tenine değen her bir su damlası öylesine acı veriyordu ki
artık delirmek üzereydi. Buna hala dayanabiliyor olmasının tek sebebi geriye
döndüğünde Kama’ya söylemek istediği şeylerdi. Ona karşı aşırı tepki vermiş,
çok acı çekmesin sağlamış ve hatta onu bir kez öldürmüştü. Nasıl bir özür bu
yaptıklarını affettirebilirdi ki?
Tamam, Kama da onun birkaç kişiyi öldürmesini sağlamıştı
fakat o bunun karşılığında –o sırada transta olduğu için- hiçbir acı
çekmemişti. Yalnızca yemini bozulmuş ve isminin gücünü kaybetmişti.
‘İsmimi kaybettim… Onu korumak için uğraştığım onca yıldan sonra…’
Kama’ya o şekilde davranmış olması bunu geri getirmemişti. Getirmeyeceğini
başından beri biliyordu.
‘Lanet olsun… Çok aptalım…’ Kaç kez bunu tekrarlamış olursa
olsun üzerindeki yük hafiflemiyordu.
Burada geçirdiği süre boyunca birkaç kez nereden geldiğini
bilmediği bir yardım almıştı. Garip bir his bedenini kaplıyor, daha sonra
denizin içerisindeki büyü ufak bir miktar azalıyordu. Bununla birlikte çektiği
acı da…
Normalde kendisi de zararlı büyü gücünü durağanlaştırarak
normale çeviriyordu fakat bu o kadar yavaş bir şekilde gerçekleşiyordu ki ona
neredeyse sonsuza kadar sürecekmiş gibi geliyordu.
Bu his tekrardan bedenini kapladığında Rene, bu seferkinin
öncekilerden farklı olduğunu anlamıştı. Bedeni aniden ısınmaya ve etrafındaki
bütün büyüyü emmeye başladı. Zararlı veya zararsız ayırmadan birkaç dakika
içinde bütün deniz kurumuştu.
Daha sonra yavaşça bilincinin açıldığını hissetti. Fakat
kendine geldiği gibi hemen gözlerini açıp ayağa fırlamadı. Kama’nın hemen
yanında duruyor olduğunu da hissetmişti. Bedeninden yayılan muazzam güç
sayesinde yerini belirlemesi hiç zor olmuyordu. Ve henüz ondan nasıl özür
dileyeceğini bile düşünmemişti. En azından odadan çıkmasını bekleyecek ve geri
geldiği zaman için, ki geleceğini umuyordu, bir şeyler düşünecekti.
Düşüncelerini Kama’ya kapadı ve beklemeye başladı. Birkaç
dakika, yarım saat, bir saat, iki saat… Kama hala hiç kıpırdamadan olduğu yerde
bekliyordu.
‘Niye hiçbir şey yapmıyor?’ diye düşündü Rene istemsizce. İki
saattir öylece bekliyor, kılını bile kıpırdatmıyordu.
Bununla birlikte daha fazla beklemeye tahammülü kalmamıştı.
Gözlerini açıp doğrulmaya çalıştı fakat enerjisi o kadar azdı ki yalnızca ilk
kısmını gerçekleştirebilmişti.
Kama ise bunu bile hemen fark etmişti. “Rene! İyi misin?”
‘İyiyim… Ama…’ Hiç enerjisi olmadığını ve ondan biraz alması
gerektiğini nasıl söyleyecekti. Yaptığı şeylerden sonra böyle bir şey istemeye
hakkı var mıydı ki?
“Özür dilerim, bütün enerjini kaybettiğini bir anlığına
unutmuşum…”
‘Sen bunu nereden…?’ daha sormasına fırsat kalmadan Rene’nin
bedenine dalga dalga enerji akın etmeye başladı.
Bedeninde dolaşan güç belli bir miktarı aşınca Rene
tereddütle doğruldu. ‘Bunu yapmayı da nereden öğrendi!?!’
Rene her ne kadar bunu merak ediyor olsa da şu anda çok daha önemli bir konu
vardı ortada.
“Kama ben…”
“Rene ben…”
İkisi de aynı anda konuşmuş fakat gerisini getirmemişti.
“Affedersin, önce sen söyle…”
“Hayır, sen.” Rene kesin bir şekilde konuşunca Kama devam
etti.
“Ben… Üzgünüm… Orada, gemide ne her ne yaptıysam hiçbirini
kendi isteğimle yapmadım.”
‘Gerçekten mi? Benden özür mü diliyor?’
“Güneş bedenimi ele geçirmişti ve ona karşı savaşmış olsam
da bunu yeteri kadar hızlı yapamamıştım… Adadayken de sana çok fazla sorun
çıkartmış olmalıyım…”
“Önemli değil! Hiç önemli değil!” Rene aslında içinde
bulundukları durumun tam tersi olması gerektiğini düşünse de bunu
dillendirmedi.
“Hayır, önemli! Gemide yaptığım şeye karşılık adada beni o
durumdan kurtarman… Ben senin yerinde olsaydım öyle bir durumda kendimi öldürebilirim…
Ama sen…” Kama’nın sesi azalarak kayboldu.
‘Aslında onu çoktan bir kez öldürdüğümü söylemesem daha iyi sanırım.’
Diye düşündü Rene. Tabi ki öncekiler gibi bu düşüncelerini de Kama’ya karşı
kapamıştı.
“Rene… Bundan sonra hayatımın geri kalanı senindir…”
“Öyle bir şeye hiç gerek yok! Ben de seni o ejderhayı
öldürmeye zorlamıştım, hatırladın mı!?! Ödeşmiş oluyoruz!”
“…” Kama sessizce Rene’nin üstüne eğildi ve ona sarıldı.
Birkaç saniye sonra kısık bir sesle. “Özür dilerim Rene....” Dedi.
Rene o anki duygularını tarif etmeye çalışsa aynı anda
duyduğu en büyük üzüntü ve utancı bir arada yaşadığını söyledi. ‘Neden
özür diliyorsun…! Özür dilemesi gereken kişi ben olduğum halde neden bunu bana
yaşatıyorsun…’
Rene, kısa bir süre bekledikten sonra söylemesi gerektiğini
düşündü. “Kama… Artık beni o şekilde çağırma…”
Kama bir an şaşkınlıkla başını geriye çekti.
“Ben… İsmimi kaybettim…”
“Ne?”
“Gemide öldürdüğüm insanlar yüzünden… Yeminimi bozduğum anda
Alex’in verdiği adın üstümde bıraktığı güç kayboldu.”
“Benim yüzümden...”
“Hayır! Yani, evet, bir bakıma öyle ama kendini suçlama. Er
yada geç bir gün başıma gelecekti…” Rene acı bir tebessüm etti.
“Sen… İsmini bu kadar çok mu seviyordun..?”
“...” Rene cevaplamak yerine sessiz kaldı. Alex’in ona
verdiği isimdi bu. Hayatında iki kez isimlendirilmişti ve ikisini de benzer
şekilde kaybetmişti. Her iki seferinde de bu duygu ona acı vermişti.
“Yeminini bozduğun zaman o yüzden o kadar sinirlenmiştin.”
“Evet…”
“O zaman…” bir anlığına duraksadıktan sonra Kama’nın
bakışları parladı. “O zaman hala kendimi sana affettirebilirim!” Kama hızla
geri çekildi ve ayağa kalktı.
“Ne? Ben senden böyle bir şeyi…” Sözleri, Kama’nın
konuşmasıyla kesildi.
“Ben, Gündüzün taşıyıcısı Kama; sana Rene ismini veriyorum!”
Sözleri hızlı bir şekilde kadim dilde söylediğinde geriye kalan tek şey
Rene’nin ismi kabul etmesiydi. Antlaşma’nın kadim dildeki harfleri havada mavi,
silik bir yazıyla süzülüyordu. O kadar hızlı gerçekleşmişti ki…
Fakat Rene kabul etmek yerine “Ne yapıyorsun?!?” diye sordu.
“İsmini sana geri veriyorum. Şu an için tek yapabileceğim bu
olsa da…” bunları söylerken kadim dilde değil, normal bir şekilde konuşuyordu.
“Hayır, neden bunu yapıyorsun?” Kama, birisine bir isim
vermenin ne demek olduğunu bilmiyor olabilir miydi ki?
“Çünkü yapabiliyorum.”
“İsimlendirmenin aslında ne olduğunu bilmiyorsun, değil mi?”
Kama yüzüne boş boş bakınca açıkladı. “Bir şeye isim verdiğin zaman onunla
gücünü de paylaşırsın. Ruhunun bir kısmı isim verdiğin varlığa bağlanır.
Kendininkine denk bir varlığa isim verirsen bu oran beşe bir olur. Bir insanın
başka bir insana veya bizim gibi varlıkların birbirine isim vermesi gibi… Büyü
gücün ve bir taşıyıcı olarak güçlerinin beşte biri de buna dahil.”
“Bunlar önemli değil ki.”
“Elbette önemli!” Rene neredeyse bağırmıştı. “Sen Güneş’in
taşıyıcısısın! Ruhunun beşte birini almam demek bu dünyada senden sonra en
fazla büyü gücüne sahip kişi olacağım anlamına gelir!”
“Şey… Bu senin için iyi bir şey değil mi?” Kama şaşırmış bir
şekilde sordu.
“Yani… Evet! Ama aynı zamanda senin gücünün azalacağı
anlamına geliyor.” Tarih boyunca taşıyıcılar bir kez olsun birbirine isim
vermemişlerdi. Çünkü bir taraf isim verseydi, diğer tarafın gücü muazzam
miktarda artardı. Benzer bir durumda isim verilen taraf Kama olsaydı Rene’nin
büyü gücü kapasitesinin beşte birini alacağı için şu ankinden binlerce kat daha
güçlü olurdu. Şu anki durumda ise yalnızca Kama’nın büyü gücünün beşte birini
almakla kalmıyor, aynı zamanda onun gibi durağan enerjiyi emebilme gücünü de
elde ediyordu. Yalnızca bunu Kama’dan daha yavaş yapacaktı ki bu durumda bile
diğer bütün canlılardan daha hızlı yenileyecekti ve yalnızca bir günde Kama’nın
toplam büyü gücünden on kat daha fazla güç biriktirebilirdi. Her ne kadar
yenileme hızı yavaş olsa da toplayabileceği enerji miktarı Kama’dan kat kat
daha fazlaydı.
Bu antlaşmanın getirileri Rene için muazzam olsa da Rene işe
bu yönden bakamıyordu. Kama’nın bu antlaşmayı önermesi Rene’ye ne kadar
güvendiğini gösteriyordu. Eğer Rene bu antlaşmayı kabul ederse aralarında
çıkacak başka bir savaşta kolaylıkla üstün gelecekti…
“Ben… Böylesine bir şeyi kabul edemem…” Bütün bu suçluluk
duygusunun üzerine bir de böyle bir şeyi kabul edemezdi. “Eğer bir kez daha
savaşacak olursak bu antlaşma yüzünden kaybedeceksin… Bunu bile bile böyle bir
şeyi sunman…”
“O zaman antlaşmaya bir madde daha ekliyorum.” Kama bunu der
demez havadaki harfler değişti.
Rene harfleri sesli bir şekilde okudu. “daha sonra
yapacağımız savaşlarda beni durdurman şartı ile?” şaşkınlığının yüzüne
yansımasını engelleyememişti. “Öldürmeden?!?”
“Böylece antlaşma tek taraflı olmaktan çıkıyor.” Kama
hafifçe gülümsedikten sonra sordu. “Ne dersin? Şimdi kabul edebilir misin?”
Rene şaşkınlıkla birkaç saniye Kama’yı süzdükten sonra
kahkahasına engel olamadı.
“Neden gülüyorsun?”
“Çünkü, çünkü bu çok…” Rene gülmekten konuşamıyordu.
“Delice, aptalca, dahice?” Rene kahkaha atmaya devam edince
Kama da gülmeye başladı.
O anda Boğaç içeriye dalmayı seçmişti. “Neler oluyor?”
Rene’yi ayakta, Kama’nın yanında görünce “Uyanmışsın.” Dedi.
Rene gözyaşlarını silerek “Evet.” Diye cevapladı.
“Ben sesleri duydum ve…”
Kama hemen yerinden fırlayarak Boğaç’ın yanına geldi ve
fısıldayarak “Bize bir iki dakika verebilir misin?” diye sordu.
Boğaç bir şey demeden dışarıya çıktığında tekrardan Rene’ye
döndü. “Eeee? Kabul edecek misin, etmeyecek misin?”
Rene o anda Boğaç’ın sözlerini hatırladı. ‘O seni
seviyordu.’ Demişti. Eğer o zaman dediği doğruysa Kama’nın şu anda yapmakta
olduğu aptallığı açıklıyordu. Ama gerçekten de doğru muydu ki? Rene bunu
öğrenmek zorundaydı.
“Bunu neden yapıyorsun?” diye sordu Rene.
“Dediğim gibi, yapıyorum çünkü yapabiliyorum.”
“Hayır, yani, demek istediğim…” Kama’nın itiraf etmesini
istiyor olsa da bunu yapacakmış gibi durmuyordu. Fakat Rene de şu anda bunu
ölesiyle öğrenmek istiyordu. Söylemek üzere olduğu şeyler bir erkeğin egosunu
yerle bir edebilecek olsa da Rene’nin şu anda Kama’nın cevabını duymaya
ihtiyacı vardı. “Hani bir ihtimal diyorum… Bütün bunları beni sevdiğin için
yapıyor olabilir misin?”
Rene bunları der demez Kama dondu kaldı. Yüzü kıpkırmızı
kesilmişti.
X X X X X X
‘Neler oluyor? Rene bunu nereden öğrendi?!?’ Gibi sorular
Kama’nın içini kemiriyordu. Sanki zaman öylesine yavaşlamıştı ki akmayı
bırakmıştı. Buna karşın kalbi de bir o kadar hızlı atıyordu. ‘Ne
söylemem gerek? Doğrudan itiraf etsem…’ Hayır, böyle bir şeyi nasıl
yapabilirdi ki? Lanet olsun, daha önce hiçbir kıza onu sevdiğini söylememişti!
Üstelik karşısındaki normal bir kız bile değildi! O… Rene’ydi işte!
Kama, Rene’nin beklentiyle dolu bakışlarını fark edince
ağzından istemsizce “Belki.” Cevabını kaçırdı.
“Belki mi?” Diye sordu Rene. Hafifçe yüzü asılmıştı. Belli
ki beklediği cevap bu değildi.
“Ben…” Hava’nın aşırı ısındığını hissediyordu. Kalbi daha da
hızlı çarparken zihni deli gibi çalışıyor, fakat söyleyecek başka bir şey
bulamıyordu.
İkili birkaç saniye bir şey demeden yere baktıktan sonra
Rene konuşan taraf oldu. Sesi biraz ağlamaklı çıkmıştı. “Tamam, sormadım
varsay.”
“Hayır! Rene!” Kama aniden doğrularak Rene’nin ellerini
yakaladı. Rene’nin gözlerine baktığında onunkilerin de heyecanla parıldadığını
gördü. Zaman artık o kadar yavaş akıyordu ki bütün konuşmayı planlayacak kadar
zamanı olmuştu. Bunun üzerine bütün irade gücünü topladı ve zihninden geçen
yüzlerce kelimeyi söylemek için kendini hazırladı. Fakat ağzını açtığında
içinden yalnıza üç kelime çıkmıştı. “Ben… Seni seviyorum…”
Daha fazla şey söylemek istiyordu fakat ağzını bir kez daha
açsa başka bir şey söyleyemeyeceğinden korkuyordu.
Rene derin bir nefes aldı ve gözlerini kapadı. Hemen
ardından söylediği her şey kadim dildeydi. “Ben de seni seviyorum! Ve… Ve bana
verdiğin ismi kabul ediyorum…”
O anda Kama, gücünün büyük bir kısmının bedeninden
ayrıldığını hissetti. Bu, güç bağında olduğu gibi enerjisinin bir kısmının
çekilmesi değil, tam da Rene’nin tarif ettiği gibi bir parçasının kendisinden
ayrılması gibiydi. Yalnızca güçsüz değil aynı zamanda eksik hissediyordu.
Birkaç saniyeliğine başı dönse de kendini toparlamış ve yere düşmemişti. Ya da
en azından Rene aniden gülerek üstüne atlamasa düşmeyecekti.
Kama, Rene ile birlikte doğrulacaktı ki ağladığını fark
edince duraksadı. ‘Neden ağlıyor ki?’
‘Mutluluk gözyaşları diye tahmin ediyorum.’ Zihnindeki ses
Güneş’indi. ‘Gecenin taşıyıcısı ilk karşılaştığınızda sana üç belirgin özelliğini
söylemişti zaten…’
Kama, ensesinden soğuk terlerin boşaldığını hissetti.
Ellerini, onu korumak ister gibi Rene’nin etrafına sardı. Ama kendi içinde
bulunan canavardan onu nasıl koruyabilirdi ki? ‘Yine ne istiyorsun!?!’
Fakat cevap gelmedi. Kama birkaç saniye daha tetikten
kaldıktan sonra gerçekten gittiğine emin oldu ve rahatlamaya karar verdi. ‘O da
neydi öyle? Bir anda geldi ve bir anda gitti.’ Ziyareti her ne kadar
kısa sürmüş olsa da söylediği o şey Kama’nın aklına takılmıştı. ‘Rene’nin
üç belirgin özelliği…’ Zihnini biraz zorladıktan sonra ilk
karşılaştıklarında Rene’nin kendisine söylediklerini hatırlayabilmişti. ‘Sevilmek,
güvenmek ve öğrenmek istediğini söylemişti. O yüzden mi ağlıyor? Onu sevdiğimi
söylediğim için…’
Rene’nin bu kadar mutlu olacağını bilseydi Kama o üç
kelimeyi ilk karşılaştıkları anda söylerdi. Gerçi o zaman hislerinden kendisi
bile tam olarak emin değildi ama…
“Bu çok aptalcaydı.” dedi Rene en sonunda fısıltı gibi bir
sesle.
“Neden?”
“Bu duyguya karşı koyamıyorum ama… Aslında seni sevmemem
gerekiyor. Her şeyin sonunda savaşacağımızı bile bile senin yanında nasıl
durabilirim ki?”
“O zaman savaşmayız.”
“Eninde sonunda savaşacağız.”
“Savaşacağımız zaman geldiğinde karşındaki kişi ben
olmayacağım.” Kama kesin bir dille cevapladı.
“Ama… Eklediğin o son kısım… Bir gün yine savaşmak zorunda
kalacağımızı bildiğin için yaptın bunu.”
“Ve?”
“Seni severken sana karşı savaşabileceğimi mi düşünüyorsun?
Bu bedeni yöneten sen olmasan bile hala içinde bir yerlerde olacaksın…”
“Rene…”
Kama konuşmaya fırsat bulamadan Rene hızlıca devam etti.
“Savaşırken ne kadar korkunç olduğumu bilmiyorsun Kama! Ne kadar vahşice şeyler
yapabildiğimi… Seni seviyorken bunları nasıl yapabilirim?!?”
Kama tam cevap verecekti ki bir anda Rene’nin görüntüsü
değişti. Yalnızca bir anlığına görebilmişti belki ama zihninde, Güneş’in aldığı
o karmaşık biçime çok benzer bir şekilde görünüyordu Rene. Yalnızca bir anlık
görünen o şekilde Rene’nin boynuzları vardı, bütün vücudu rengârenk pullarla
kaplıydı ve sırtından çıkan kanatlarıyla Kama’nın üzerine gölge düşürüyordu.
Bakışları öylesine soğuk ve zalimdi ki Kama’yı olduğu yere çiviledi. Fakat bu
yalnızca bir anlığına olmuştu. Bir an sonraysa Rene eski haline geri dönmüştü…
‘Güneş zihnimle oynuyor olmalı.’ diye düşündü Kama istemsizce.
Ama onun bu anı mahvetmesine izin vermeyecekti. Rene’nin söylediklerini
dikkatlice düşündükten sonra cevap verdi. “Beni gerçekten seviyorsan bunu
yapabilirsin…”
Rene biraz duraksadıktan sonra “Çok acımasızsın.” Dedi.
“Biliyorum. Aynı zamanda bencil, kendini beğenmiş ve aptal
biriyim.”
Rene duygusuz bir şekilde güldü. “Evet öylesin…” Birkaç
dakika boyunca bir şey söylemeden yalnızca Kama’ya sarıldı. Sonra birden donuk
bir ses tonuyla konuştu. “Ama Kama… Senle ben, siyah ve beyazdan farksızız, biz
Ay ve Güneş gibiyiz. Her şeyimiz birbirine karşı…” Başını Kama’nın göğsünden
kaldırarak doğrudan gözlerinin içine baktı. Gözyaşları birer kolye misali
yanaklarından boynuna kadar süzülmüş, köprücük kemiklerinin birleştiği noktaya
kadar iz yapmıştı.
“Siyahın yanına en çok yakışan renk de beyaz değil midir?”
dedi Kama, Boğaç’ın sözlerini tekrarlarken. ‘Sanırım sana bir kez daha
borçlandım.’ diye düşündü Rene’nin başını, tekrardan göğsüne yaslarken.
Ağlıyorken ona bakmak Kama’ya resmen acı veriyordu. “Yoksa zıtlıklarımız bize
engel midir?”
“Güneşi kovalayan da her zaman Ay değil midir? Asla
kavuşamayacaklarını bilmezler mi?” Rene karşılık verdi.
“Bir tutulma
olmadıkça...” Rene bunu göremese de Kama hafifçe gülümsedi. “Bana sorarsan Ay
ve Güneş de, sırf yılda birkaç kez beraber olabilmek için bütün yılı birbirini
kovalayarak harcıyor.”
“Bu bizim içinde olduğumuz durumu, olduğundan daha iyi
göstermiyor.” dedi Rene üzüntüyle. “Ben yılımda yalnızca birkaç sefer seninle
olmak istemiyorum, yılda bir sefer olsun ayrılmak bile istemiyorum. Ben çok
daha fazlasını istiyorum Kama… Bunu az önceye kadar fark etmemiştim bile ama…”
“Ayrılmamız gerekmez.”
“Seninle savaşmak da istemiyorum.”
Kama bu sefer cevap vermedi. Geçen sefer savaşmayacaklarını
söylediğinde Rene, ikisinin de çok iyi bildiği gerçeği yüzüne vurmuştu. Bu
yüzden konuşmayacaktı.
“Sen konuşmasan da sessizliğin çok şey söylüyor bana.” Dedi
Rene.
“Ne dememi bekliyorsun ki.” Kama sitem etmek istese de
sesinden okunan tek şey üzgünlük olmuştu “Bencil birisi olduğum için senden
vazgeçemiyorum. Acımasız olduğum için bütün acıyı sana yüklüyor, aptal olduğum
için de sözlerimle seni incitiyorum… Elimde kalan tek şey sessizliğim fakat bu
bile canını yakmaya yetiyor…”
Bundan sonra ikisi de uzunca bir süre konuşmayı bıraktı ve
birbirine sarıldı.
“Kama… Yine söyler misin?”
“Neyi?”
“Beni sevdiğini…”
“Rene… Seni seviyorum ve yaşadığım sürece de seveceğim.
Nereye gidersen git peşinden geleceğim…”
“Gerçekten mi?”
“Verdiğim bu isimle ruhum artık sana bağlandı. Sen olmadan
bir parçamın eksik olduğunu zaten hissediyordum. Şimdiyse bu his gerçek oldu.”
Bu hem ona olan sevgisinin hem de güveninin kanıtı olacaktı. Rene’nin hala
kollarının arasında olduğunu düşününce ruhunun beşte biri oldukça basit bir
takas gibi görünüyordu gözüne. Tek başınayken belki Ruhu eksik gibi
görünebilirdi, ama Rene yanında olduğu sürece her zaman bir bütün olarak kalacaktı…
Bu bölümün sonlarındaki gidişatın, hikayenin genel akışına aykırı olduğunu fark etmiş ve değiştirmeye çalışmış olsam da pek başarılı olamadım. Bu yüzden ağır havayı olabildiğince atarak daha az dramatik ve salt bir anlatı koymaya çalıştım.
Ayrıca artık bölümleri tam atıyorum. Parçalanmış bölüm olmayacağından zamanları değişkenlik gösterecektir. Ne zaman yazıp düzenlersem atacağım.