Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Şımarık, İşe Yaramaz Ejderha
“Eee? Kendini nasıl savunacaksın?”
Bir elim yüzüme dayanmış bir şekilde tahtta oturuyordum.
Uzun kolçaklar öne eğilsem de duruşumu normal hissettiriyordu. Rahat gözüken
Shii kucağıma tünemişti. Bu yarı saydam mavi yaratık boş boş duruyordu. Öylece
oturup dostluğumun tadını çıkarıyordu.
“B-Ben masumum, yemin ederim başka bir seçeneğim yoktu!
Durumum korkunçtu ve ne gerekiyorsa onu yaptım!”
Yüce Ejderha, Leficios, müdafaacı olarak önümde duruyordu.
Dizlerinin ve bileklerinin üzerine oturmuştu ve sırtı da baston yutmuş gibi
dimdikti. Ortam gergindi, ortama yansıyan hava ejderhanın içerlemiş ve
paniklemiş sesinden geliyordu--suçunu inkâr eden birinde görebileceğiniz bir
şekilde...
“Bahsettiğin bu korkunç durumlar, tam olarak nelerdi acaba?”
Gözlerimi devirmek istemiştim ama uyumlu davrandım ve ejderhaya kendini
savunması için bir şans verdim.
Beklendiği gibi sorgum sessizlikle cevaplanmıştı. Lefi,
kendini aklamaya çalışmak bir yere nefes bile almamıştı. Yaptığı tek şey, ona
dik dik bakan gözlerimden inatçı bir biçimde gözlerini kaçırmasıydı.
“Yemin ederim...”
Derin bir iç çekerken ejder kız, ceza bekleyen bir çocuk
gibi irkildi. Onu ilk gördüğümdeki saygınlığı tamamen yok olmuştu. Rüzgâr gibi
geçip gitmişti.
“Artık lanet olası bir şey söyle.” Yeniden iç çektim. “Bak,
adil olacağım. Eğer gerçekten ortada zor bir durum varsa seni bırakacağım.”
İnandığımdan değil tabii, ama bunu ona söylemedim. Konuşması için teşvik etmek
ve şüphelerimin pek de yardımcı olmayacağını göstermek için öyle söylemiştim.
“Tamam...” diye konuşmaya başlamıştı Lefi ama sonra tekrar
susup gözlerini benden kaçırmaya başlamıştı.
“Devam et.”
“K-Kendimi durdurmayı başaramadım! Hepsi aşırı derecede
lezzetlilerdi!” Kısa süren bu sessizlikten sonra gelen şeyi sadece dargın bir
çığlıktı.
Tabii ki, muhtemelen böyle olduğu belliydi.
“Bak...” diye iç çektim. “Sabırlı olmak hakkında gerçekten
bir şeyler öğrenmen gerekli. Ve sana bunu ben öğretmemeliyim. Bin yıldan
fazladır yaşamıyor musun? Buna rağmen bir gün bile bekleyemedin mi?”
“Gerçekten kendime engel olamadım!”
“Kendime engel olamadımmış, yersen! Lanet olası işe yaramaz,
şımarık ejderha!”
“Ne!? Bu ne cüret! Asla ‘işe yaramaz’ biri olmadığımı bilmiş
ol!”
“Saçmalık! Sabrın kırıntısı bile sende yok! Bu nasıl
olabilir!? Kaç yaşında olduğunu bir düşün, lanet olsun! Aslında biliyor musun,
haklısın! Sen işe yaramaz değilsin, işe yaramazdan daha da kötüsün! Yüce
Ejderha? Ha! Daha çok Yüce Otlakçı!”
“Aklına ne gelirse onu söylüyorsun!” Lefi yine içerlemiş bir
şekilde bağırmıştı. “Ve Yüce Ejderha unvanımı daha da haklı çıkarıyorsun! Tüm
yırtıcıların tepesinde olan sadece benim! Bu yüzden de istediğim gibi yaşamak
benim doğal hakkım!”
Ooo şimdi de bana utanmadan karşı koyuyor.
“Vazgeç. Efsanelere konu olmuş, yaşayan musibet, ben Yüce
Ejderha, bu saatten sonra tabiatımı değiştiremem! Bunu, bu dünyanın doğal
kuralı, olması gereken şey olduğunu kalbine kazı!”
“Böyle yapmaya devam et de seni bir daha beslemeyeyim.”
“Kötü davranışlarım için özür dilerim. Lütfen beni affedin.”
Ejderha bembeyaz kesilmişti. Davranışları 180 derece
değişmiş ve önümde olabildiğince fazla eğilip özür diliyordu.
Peki, bu duruma nasıl geldik? Uzun lafın kısası, her şey
olayın olduğu günün sabahı başlamıştı.
***
“Pekâlâ. Kısa süreliğine dışarı gideceğim, bu yüzden benim
yerime zindana göz kulak olun, tamam mı?” Gitmeye hazırlanırken hem Lefi’ye hem
Shii’ye böyle söyledim.
“Peki...”
“Etrafa biraz yiyecek bir şeyler bıraktım. Acıkırsanız
yiyebilirsiniz ama çok fazla yememeye çalışın.”
“Pekâlâ...”
Shii ise sanki anlamış ve kabul etmiş gibi havada taklalar
attı. Ama Lefi, basit bir elektronik oyuncağa dalmış gitmiş bir haldeyken,
öylesine cevap vermişti. Kendime almış olsam da Tamagotchi [1] benim zevkime
göre biraz geçmişte kalmıştı. Ondan keyif alamayacak kadar modern oyunlarla
haşır neşir olmuştum. Ama benim aksime Lefi, daha önce böyle bir şey
görmediğinden, hemen bağımlısı olmuştu.
Tamagotchi, zindanın kataloğundaki en ucuz oyun cihazıydı.
Onu almamın tek sebebi çok ilgili olmaktan ziyade fiyatının çok düşük
olmasıydı. Diğer basit elektronik aletlerden neden ucuz olduğunu anlayamamıştım
ama tahmin etmem gerekirse, diğerlerine göre daha küçük ebatlara sahip olması
diyebilirdim. Ama ne yazık ki katalog çok da tutarlı değildi. Fiyatlar
astronomikti. Ve ucuz dememe rağmen Tamagotchi, diğer elektronik olmayan çoğu
şeyden daha pahalıydı.
Lefi’ye göre şu an yaşadığım dünya, geldiğim yere göre
teknolojide çok ileri değildi, bu yüzden bu oyuncak onun için hem yeni hem de
büyüleyiciydi. Aslında, teknolojinin eski dünyamda olduğu kadar gelişmiş
olmadığını duyunca sevinmiştim. Öyle olsaydı, benim için hayal kırıklığı
olurdu.
Lefi, Tamagochi’yi ona gösterdiğimde felaket şaşırmıştı. O
kadar şaşırmıştı ki, iblis lordunun yeteneklerini sorgularken, gözleri
yuvalarından fırlayacaktı. Aslında düşününce, bunu yapabilecek tek iblis
lordunun ben olduğumu söylemem gerekirdi.
Lefi demişken, Shii ile artık tamamen arkadaş olmuşlardı.
Farklı türler olmalarına ve güç skalasında zıt kutuplarda olmalarına rağmen,
çok iyi anlaşmışlardı. Düşününce, bu bayağı mantıklıydı. İnsan olmamasına
rağmen, Lefi sonuçta bir kızdı ve diğer kızlar gibi, şirin şeylere düşkündü. Ve
Shii de olabilecek en tatlı evcil hayvan olduğundan, ejderin ona tamamen hayran
olmuş olması çok mantıklıydı. Hatta o kadar sevmişti ki, Shii’yi türünün en
güçlü üyesi yapacağını söylerken yakalamıştım.
Ama diğer yandan Shii, Lefi’den başta korkuyordu. Zavallı
yapışkan, onu, yani ejderi görür görmez titremeye ve büzülmeye başlıyordu. Onunla
etkileşime girdiğimi görünce Shii, Lefi’nin bir tehdit olmadığını anlamış ve
böylece ona sırnaşıp, onunla oyun oynama başlamıştı.
Ben de Shii gibi Lefi’yi bir tehdit olarak görmemiştim. 14
yaşında bir kız halinde koridorlarda pineklediğini gördükçe, onu bin yaşında
bir ejderha gibi göremiyordum ve Tamagotchi’ye bu kadar bağlanmış olması da pek
yardımcı olmuyordu. İzlenimlerimden anladığım kadarıyla, Lefi göründüğü kadar
gençti. Hepsi buydu.
Omuz silkip gülümsemeye çalışarak arkamı dönüp taht odasından
dışarıya doğru ilerledim.
Peki, neden dışarı gittiğimi soracaksınız? Bu sorunun
cevabı, şaşırtıcı derecede basitti: Ek gelir sağlamam gerekiyordu. Ya da ek DP.
Çoğu iblis lordu, DP gelirini istilacılardan sağlıyordu. Zindanlarına giren
istilacıları öldürüp, cesetlerini DP ile takas ediyordu.
Ama ben, hiç istilacıyla karşılaşmadım. Karşılaştığım tek
istilacı, Shii’yi çağırır çağırmaz saldırmış, üç başlı aptal köpekti. Tabii ki
istilacı olmamasın sebepsiz değildi. Zindanım, Lefi’nin, Yüce Ejderha’nın bölgesindeydi.
Yakın çevremizdeki hiçbir canlı zindana girmek bir yana, bölgeye yaklaşmaya
bile korkuyordu. Bu mantık, kendilerinden daha güçlü yaratıklara karşı çok
hassas oldukları için, normal yaratıklardan daha çok canavarlara işliyordu.
Lefi’nin burada olduğunu bildiklerinden bu lanet bölgeden uzakta duruyorlardı.
Aynı şekilde diğer ırklar da buraya yaklaşmaktan imtina ediyorlardı. Lefi’nin
bölgesi kimsenin girmeye cesaret edemediği tehlikeli ve keşfedilmemiş bir bölge
olarak görülüyordu.
Bu canımı bayağı sıkmıştı. Eğer zindanımın yakınlarına
hiçbir şey gelmezse nasıl DP biriktirebilirdim ki? İşte tam o anda anladım. Ben
ya da zindan onlara giderse, onların bana gelmelerini beklemek için bir
sebebimiz olmayacaktı. Bir başka deyişle, yapmam gereken tek şey zindanı,
onları çevreleyecek kadar büyütmekti. Neyse ki etrafa sadece bakarak zindanın
haritasını doldurabiliyordum ve Yüce Ejderha’nın varlığı iyi miktarlarda DP
kazanmamı sağlıyordu, böylece planı yürütecek her şey elimin altındaydı.
Normalde, DP zindanı güçlendirmek için kullanılırdı. İblis lortları
kat eklemeye, tuzak kurmaya ve ordularını güçlendirmeye yatırım yaparlardı. Ama
ben, zindanımın çekirdeğini koruyacak en kuvvetli koruyucuya sahiptim. Halının
üzerinde dönüp duran bir ejderhayı hoş görmek, SECOM’u [2] tutmaktan daha
etkili ve verimliydi. Zaten potansiyel istilacılara az ya da çok üzüldüğümden,
fazladan adam tutmak cidden DP israfıydı.
Bunun yanında zindanı tamamen ihmal etmeyi planlamıyordum. Taht
odasının doğrudan dışarıyla bağlı olması fikrinden hiç hoşnut değildim. Araya
bir yere bir iki kat alan eklemek istiyordum. Ama bunu hemen yapmayacaktım. Her
şeyden önce ekonomimi düzeltmeye odaklanmayı planlıyordum.
Zindanın en ilginç özelliklerinden biri, alanların çok fazla
özelleştirilebiliyor olmasıydı. Neredeyse istediğim her seçeneği
değiştirebilirdim. Küçük ya da büyük, bu alanları nasıl istersem öyle yapabilir
ve hatta gündüzleri gece, geceleri de gündüzmüş gibi gösterebilirdim. [3]
Bundaki potansiyeli fark ettiğimde, yeterince para biriktirdikten
sonra içinde eşek kadar büyük bir kalenin bulunduğu bir alan yapmaya karar verdim...
Hatta özellikle, JRPG’lerdeki final bosslarının olduğu tipik korkutucu ve
otoriter gözüken türden bir kale yapmak istiyordum.
Aklıma ilk gelen kale, saçma derecede zor olan Dark
Whatchamacallit isimli oyundaki malum kaleydi: Anor Londa. [4] Aslında bu kadar
saçma büyüklükte bir kaleye ihtiyacım yoktu ama yine de istiyordum.
Onun hayali bile tüylerimi diken diken ediyordu. Potansiyel
istilacının ilk göreceği şey, sonsuz gecenin karanlığıyla örtülmüş, devasa,
insana korkunç bir şeyler olacakmış hissi verecek kadar siyah renkli bir
yapıydı.
İçeriden bakanın göremeyeceği şekilde saklanmış ay ise
ortadaki başyapıtı aydınlatacak ve ona kapkara, dehşete düşürecek bir gölge
verecekti.
Kafamda canlandırdığım görüntü tüyler ürperiyordu ama ayrıca
heybetli ve muhteşemdi.
Mükemmeldi.
Hayali bile ruhumun tutkuyla yanıp tutuşmasına neden
olmuştu. Ona sahip olmam gerekiyordu. Adam gibi bir adam olarak ben kalenin fantastik
cazibesine karşı koyamıyordum.
Ah, evet. Sanırım işe geri dönsem iyi olur.
Kurduğum hayallerden sıyrılıp yapmam gerek şeye odaklandım.
Günü bir şeyleri gözlemlemekle geçirmeyi planlamıştım, bu yüzden, haritamı açıp
etrafta sinsi sinsi gezerken, Gizlilik ve Düşman Saptama yeteneklerimi
etkinleştirdim.
Yeteneklerden bahsetmişken, onları edinmenin iki yolu vardı.
İlki, yetenekle alakalı bir eylemi gerçekleştirmekti. Örneğin, yumruk atmak ya
da tekmelemek dövüş sanatları yeteneğini kazandıracaktır. Etkili olsa da bu ilk
yol biraz can sıkıcı ve birinin belirli bir seviyede yapabiliyor olmasına
bağlıydı. İkinci yol, yetenek parşömenleri, daha uygun bir yoldu. Bir yetenek
parşömenine çizilmiş şekilleri zihnen çoğaltarak ve bu sırada büyü gücünü parşömene
akıtarak yeni bir yetenek kazanmak mümkündü. Bu herkesin kullanabileceği
kullanıcı dostu bir araçtı. Tek kötü yanı, aynı yetenek parşömenini tekrar
tekrar kullanamıyor oluşundu ama sağladığı yardım hep kalıyordu. Buna rağmen,
yeni bir yeteneği öğrenebilmek için en kolay yol buydu.
Zindanın kataloğunu karıştırırken bu yetenek parşömenlerini
görmüştüm. Tabii ki, kullanışlı olabileceğini düşündüklerimi görür görmez hemen
aldım. Kendi kendime Gizlilik yeteneğini kazanabileceğimi büyük ihtimalle
kazanabilecek olsam da etkili ve verimli yapabileceğimden emin olmadığım için
satın aldım. Bir diğer yandan, Düşman Saptama’yı, kendi kendime
kazanabileceğimden pek emin değildim.
İstatistik sayfam değişmişti. Artık şöyle gözüküyordu:
***
Genel Bilgiler
İsim: Yuki
Sınıf: Baş iblis
Sınıf: İblis Lordu
Seviye: 16
HP: 2350/2350
MP: 6960/6960
Kuvvet: 681
Dayanıklılık: 710
Çeviklik: 586
Büyü: 960
Maharet: 1290
Şans: 70
Yetenek Puanları: 0
Eşsiz Yetenekler
Büyülü Gözler
Tercümanlık
Yetenekler
Eşya Kutusu
Analiz VI
Dövüş Sanatları III
Kadim Büyü II
Gizlilik III
Düşman Saptama III
Unvanlar
Başka Dünyalı İblis Lordu
DP: 10220
***
Seviyem artmıştı ama bu başka bir canavarı öldürdüğüm için
değildi. Topladığım tecrübeler yaptığım antrenmanlardan geliyordu... Bu kadar çok
egzersiz yapmanın sonucunda Dövüş Sanatları yeteneğimin de seviyesi artmıştı.
Ama diğer yandan, analiz yeteneğimin seviye atlamasının tek sebebi, kazandığım
tüm yetenek puanlarımı ona gömmüş olmamdan dolayıydı. Ne de olsa çok işe
yarayan bir yetenekti.
Yeni kazanmış olmama rağmen ne Gizlilik ne de Düşman Saptama
birinci seviyeydi. Boş kaldıkça onları kullanıyordum, bu yüzden seviyeleri
yükselmişti.
Gizlilik, Lefi üzerinde çalışmıyordu. Ne kadar iyi
saklanırsam saklanayım beni görüyordu. Ama aynısı, küçük yapışkan dostumuz için
söylenemezdi. Yeteneğimi etkinleştirdiğim anda Shii izimi kaybediyordu. Hemen
etrafı aramaya ve beni bulmaya çalışıyor ve bulduğunda da mutluluktan sağda
solda zıplayıp duruyordu. Bu doğaçlama saklambaç oyunlarına verdiği tepkiler
inanılmaz derecede şirindi.
Her iki yetenek de etkin olduğu süre boyunca manamdan
yiyordu. Onları sonsuza kadar açık tutamasam da birkaç saatte bir açıp
kapayarak idare ediyordum. Lefi’ye göre bu tamamen saçmaydı. Normal bir iblisin
aynı şeyi yapmasının imkânı yoktu, ki bu da benim bir iblis lordu olmamdan
kaynaklanan, saçma derecedeki mana havuzuna sahip olmam nedeniyleydi.
“Ah... Tamam, sanırım şu tarafa gitmemeliyim.”
Bir kaplanla bir gergedan karışımına benzeyen bir canavar
görünce tüm düşüncelerimden sıyrılıp hareket etmeyi kestim. Yeni öldürülmüş
avını tüketmekte olan yaratığın dikkati başka yerde olsa da daha yakınına
gidersem bana saldıracağından emindim. Yaratığı halledeceğimden şüphem yoktu
ama bununla uğraşmak istememiştim bu yüzden geri çekilip yolumu değiştirdim.
Bir canavarla karşılaştığıma göre zindandan epey
uzaklaşmıştım. Hatta o kadar uzaklaşmıştım ki etrafta hem hayvanlar hem de
canavarlar dolaşıyordu.
Nihayet Lefi’nin bölgesinin dışına çıkmıştım.
Burası bayağı iyi bir yer gibiydi. Hadi burayı zindana
ekleyelim.
Zindanın büyüsünü etrafımda hissedene kadar menüyle oynayıp
haritaya birkaç kez tıkladım.
“Tamam, hepsi bu kadar.” Hoşnut bir biçimde başımı salladım.
Bu genişleme tüm DP’mi sömürmüştü ama günlük kazancıma olacak etkisi için buna
değerdi.
Peki, madem buraya kadar geldim, etrafı biraz daha gezip
haritayı biraz daha genişleteyim ki sonraki gelişimde uzaklara gitmeme gerek
kalmasın.
***
Eve vardığımda güneş çoktan batmıştı. Midem tamamen boştu,
bu yüzden, geçen gün tam 2000 DP’ye aldığım mutfağa girdim ve buzdolabını
açtım--beni tamamen boş bir buzdolabı karşılamıştı. Geçen gece bir haftalık
yiyecekle doldurmama rağmen, yiyecek namına tek bir şey bile yoktu.
Özel kesilmiş almak yerine bütün et almak daha ucuzdu ve
herhangi bir dezavantajı olmayacağını düşünerek bunu satın almıştım.
Görünüşe göre yanılmışım.
Yiyecekler kendi kendilerine kaybolamayacaklarından,
muhtemel suçlunun dikkatini çekebilmek için sesimi yükseltip bağırdım.
“LEFIIIIIIIIIIIIIIIIIIII!!”
Ve her şey böyle başlamıştı.
***
Lanet obur. Yediği onca şeyden sonra yere yığılan ejder kıza
bakarken sessiz sessiz söylendim.
Buzdolabında onun yiyebileceğinden daha fazla yiyecek vardı.
Ya da bir ejderha olmasaydı, durumun öyle olduğunu düşünmüştüm. Gerçek formu
insan formundan çok daha büyüktü, bu yüzden şu anki kilosundan kat kat fazla
yiyebilme ihtimali vardı.
Aah, çok yediğini biliyordum ama, lanet olsun. Ona daha önce
bu büyüklükte bir yemek vermemiştim. Bir dakika, bu onun daha önce hiç tıkabasa
yemediği manasına mı geliyor? Benim için kendini mi tutuyordu? Dur, dur,
yoyoyoyo. Kendine gel Yuki, seni kandırmasına izin verme. Şu an önemli olan
normalde ne yaptığı değil. Tüm bu aşırı yeme olayı artık çığırından çıkmıştı.
Aynı gün içinde uyarmama rağmen gidip dolabı boşaltmasına,
ben sebep olmuşum gibi hissetsem de göz yumamazdım. Tüm DP kaynağımın o olduğu
doğruydu. Onsuz, bu kadar yiyeceği karşılayabilmemin imkânı yoktu ama bu durum
ona tüm dolabı silip süpürme hakkını vermiyordu. Kalması için yaptığımız
anlaşma sadece bir yatak ve günde üç öğün yemekten ibaretti. Gayet adil bir
anlaşmaydı, tıkabasa dolana kadar yemese bile.
“O zaman...” diye mırıldandım. “Bu akşam bana yemek yok
demektir.”
Başka seçeneğim yoktu. Bir şeyler toplamak için vakit çok
geçti ve tüm paramı zindanı genişletmek için kullandığımdan hiç param
kalmamıştı. Keşke eşya kutuma biraz yemek depolasaydım. Hepsini dolapta
bırakmak berbat bir fikirdi. Böyle olacağını bilseydim asla yapmazdım. İşin iyi
tarafı, uyanınca bir şeyler yiyebilecek kadar DP’ye sahip olacaktım.
“D-Dur, anlıyorum, bu kadar bu kadar karamsar olmamalısın.”
Tepkisizce söylediğim şeye kekeleyerek cevap verdi. Sesi suçlulukla doluydu. “Şu ‘poan’ denilen
tuhaf para birimine ihtiyacın var, değil mi?” [5]
“Aynen öyle.”
“M-Merak etme, tam yarım saate döneceğim!”
“...Dur, ne?”
Tepkimi duymamıştı bile; Lefi, daha ben sesimi yükseltemeden
taht odasından dışarı fırlamıştı.
***
Söz verdiği gibi Lefi, tam olarak yarım saat sonra dönmüştü.
Hemen yanında hayvanlara ve canavarlara ait, saçma büyüklükte bir ceset yığını
vardı.
“Bu bok gibi çok, manyak!”
“Uvaah!?” Başının tepesine çaktığım şaplaktan sonra ejder
kız tuhaf bir ses çıkarmıştı. “Nrgh... Son birkaç yüzyıldır bunu bana yapan
olmamıştı.”
Sitem eden gözlerle bana dik dik bakıyordu.
“Beni onurlandırdın diyebiliriz, sanırım.” Diyerek omuz
silktim.
“Onurunla zerre ilgilenmiyorum. Bana şunun cevabını ver,
neden bana vurdun? Daha çok ‘poan’ kazanman iyi bir şey değil mi? Yaratıkları
öldürmeden önce kazancı en yükseğe çıkarmak için senin zindanına kadar güttüm!”
Güttüm mü dedi o az önce? Canavarlara koyun ya da sığır
muamelesi yapmamak gerektiğinden eminim.
“Evet, tabii ama her şeyin de bir sınırı var ve sen onu
aşalı çok olmuş. Bak, aptal ejderha, etraftaki kana iyi bak! Tam bir kan gölü
oldu, hatta o kadar ki, yüzebilirim bile içinde! Eminim bu büyük ve kalıcı
kırmızı bir iz bırakacak. Ayrıca bu kadar cesetle ne yapmam gerektiğini de
bilmiyorum1” Ve sonra anladım. “Aa bekle, aslında biliyorum. Hepsini DP’ye
çevirebilirim.”
Şu aptal köpeğe yaptığım şey de tam olarak buydu.
“Bu hiçbir şeyi yanlış yapmadığım anlamına mı geliyor!?”
diye bağırdı içerlemiş ejderha.
“Evet, aşağı yukarı öyle.”
“O zaman bana neden vurdun!?”
“Aslına bakarsan akışına bırakmıştım. Bir tür sinirli patron
hissiyatına girmiştim, anlayacağın.”
“Bu ne saçma bir bahane böyle!? Az önce beni, sorumluluk
almadığım için eleştirmiyor muydun? Bu sav, arkasında durmayacaksan, hiçbir şey
ifade etmez.”
Lefi sinir ve şaşkınlıkla karışık bir bakış attı.
““Evet, evet, benim hatam. İyi hissetmen için başını
okşayayım biraz.” Çocukluğumda sıkça duyduğum bir deyişi söylerken saçlarını
okşadım. “Acı, acı, git buradan.”
“Hey! Çok... Mutsuzum.” Elime bir şaplak atarken gözlerini
devirmişti. “Ahmaklığınla oynamayı reddediyorum.”
Evet, onu anladım.
Söylenen ve yapılan onca şeyden sonra zindanın menüsünü
kurcaladım ve ceset yığınını DP’ye çevirdim. Bu yapay dağ, yavaş yavaş eriyerek
yere batmaya başladı... Kan lekeleri bile kaybolmuş, yerinde boş, çıplak taş ve
toz kalmıştı.
“Bu ne tuhaf bir görüntüydü.”
“Değil mi? Bir elimi çeneme götürdüm. “Neyse, bu akşam bir
akşam yemeğinden daha fazla, o yüzden ödeştiğimizi sayıyorum. Ama bak. Gerçek
vücudunun büyük olduğunu biliyorum ve büyük ihtimalle daha önce doyana kadar
yiyemediğini de biliyorum, ama lütfen birazcık kendini zorlayıp sabredemez
misin? Yapabileceğim yiyeceğin bir sınırı var ve şunu rahatlıkla söyleyebilirim
ki seni tamamen memnun edebilmem şu an mümkün değil.”
“Grrrh.” Diye homurdandı Lefi. ““Peki. Ama canım yiyecek
istediğinde, sana “poan” için bir şeyler getirmeliyim değil mi?”
“Evet, ama biraz gerçekçi olalım. Sen de aşırı
avlanmamalısın.”
Lütfen çevremizdeki hayatı yok etme. DP toplayabilmek için
daha yeni zindanımı genişletmiştim...
“P-Peki. Bu olayın tekrarlanmaması için elimden geleni
yapacağım.”
“Lütfen ve teşekkür ederim. Neyse, ben bir şeyler yiyeyim.
Tatlı bir şeyler yemek ister misin?”
“Tabii ki isterim! Bir porsiyon kurabiye istiyorum!”
Ve böylece, Lefi ve ben, yol boyunca konuşa konuşa zindana geri
döndük.
***
[1] Tamagotchi. Ülkemizde de özellikle 2000’li yılların
başında ortalığı kasıp kavurmuş sanal evcil hayvanlar. Aynı zamanda bir adım
sayar. Daha çok sanal bebek olarak bilinir.
[2] SECOM Ünü Japonya dışına kadar taşmış büyük bir Japon güvenlik
şirketi.
[3] Buradaki olayı anlayabilmek için oyunlarla haşır neşir
olmak gerek. Bazı oyunlarda kendi bölümlerinizi yapabildiğiniz mini programlar
olur. Burada ondan bahsedilmiş.
[4] Anlayan anlamıştır zaten. Hem Dark Whatchamacallit hem
de Anor Londo, Dark Souls oyunu ve o oyundaki devasa kaleye gönderme.
[5] Lefi aslında “point” yerine “poynt” diyor, ben de onu
“puan-poan” şeklinde değiştirdim. Japoncada Katakana yerine Hiragana kullandığı
için böyle telaffuz ediyor.