Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Ormandaki Olay
Kendini ileriye doğru atarken nefes nefese kalmıştı. Nefesi
kesilmişti. Bacakları kurşun gibi ağırlaşmıştı ve istediği gibi hareket
etmiyorlardı. Etrafındaki çalılardan her geçişinde, derisinde birkaç sıyrık
daha oluşuyordu.
Buna rağmen, kalbini dolduran hüzün ve korku devam etmesine
neden oluyordu. Kaçmaya öyle odaklanmıştı ki arkasındaki her şeyi geride
bırakabilirdi.
Varacağı yer bacakları nereye götürebilirse orasıydı. Nereye
gitmesi gerektiğini ya da gideceği yere nasıl varacağı hakkında bir fikri
yoktu. Bildiği tek şey yakalanmasına izin vermemesi, arkasından sokulan çaresizlikten
kaçmak zorunda olduğuydu.
“Hassiktir.” Onu kovalayan sert görünümlü adam ormanın
kenarına durmuştu. Sert bir şekilde küfür savurdu ama peşinden gitmeye cesaret
edemedi. “Bu hiç iyi değil. Aptal velet gidip Uğursuz Orman’a daldı!”
“Senin sorunun ne lan!? Neden onu ormana doğru kovaladın!?”
Aynı şekilde sert görünen ama daha kısa olan bir başka adam, ortağına ellerini
kaldırarak sitem ediyordu. “Hay sikeyim, eğer malların gitmesine izin verirsek
bizi eşek sudan gelene kadar döverler!”
“Dostum, o boktan malları geri alamayız. Uğursuz Orman’a
gireceğimi mi düşünüyorsun? Bok girerim. Girersem burada daha çok dayak yerim.
Hayatta girmem, ben yokum. Şu lanet Antik Ejderha’ya daha fazla ganimet
vermeyeceğim. Duydum ki o orospu kıçı, nedendir bilinmez, daha da gezinmeye
başlamış. Hay sıçayım.”
“Cık.” Kısa olan adam dilini şaklatıp gürlemeye başladı.
“Götlek velet başımızı derde sokuyor.”
Bahsedilen çocuk adamları duymuş olsa da, ne dediklerini
anlamamıştı. Düşündüğü tek şey kaçışına doğru ilerlemekti.
***
“Hah! Raaa! Aaaaahhh!”
Bir grup canavarı pataklarken etrafa bir şeyler sıçrıyordu.
Kılıcımı her savuruşumda bağırıyordum--tüm kalbimle pişman olduğum bir karardı.
Üçüncü ve son yaratık, kafası vücudundan ayrılarak bir kan gölünün ortasına
yığıldı Bana dönük olduğundan, fışkıran kan yüzümü kızıla boyamış, ağzımı da
iğrenç, demirsi bir tatla doldurmuştu.
“Ah tanrım! İğrenç! Ağzıma girdi!”
Et ve iç organla kaplı kılıcı sallayıp temizlemeden önce
ağzımdaki kanı tamamen atmak için birkaç kere tükürdüm. Sadece kafasını uçurmak
istediğim bu yaratık tanınmaz hale gelmişti. Artık ne sınıfını ne de türünü
anlayabiliyordum.
Açıkçası istatistiklerim çok saçmaydı. Özelliklerim öyle
orantısızdı ki düşmanlarımın akılları başlarından gidiyordu. Kelimenin tam
manasıyla. Kılıç kullanıyor olmama rağmen, neredeyse vurduğum tüm canavarlar
uyguladığım kuvvetten dolayı patlıyorlardı. Saldırılarım düşmanı ezmiş ve
onları tanımlanamayacak cesetlere dönüştürmüştü.
Ah... Neden bu kadar dehşet olmak zorundaydı ki? Akıl
sağlığı özelliğimin, her öldürdüğüm şeyden sonra bir tık arttığını
hissediyordum.
Boş sızlanmalarım, gerçekten boştu. O çok istediğim, düzgün
kesikleri neden yapamadığımı tam olarak biliyordum. Birkaç faktörün bir araya
gelmesinden dolayıydı. İlki kılıçtaki yeteneğimdi, ya da daha doğrusu
yeteneksizliğim. Daha önce hiç gerçek kılıç kullanmamıştım. Kendo öğrettikleri
lisenin beden eğitimi dersinden bu yana kılıca benzeyen herhangi bir şeye
dokunmamıştım. Kullandığım kılıç da pek işe yarıyor gibi de değildi. Zindanın
kataloğunda bulunan en ucuz silahlardan biriydi. Ne zanaatkarlık açısından ne
de etkinlik açısından pek bir şey söylenemezdi.
Etrafta kılıçla oynamış olmam bana, Kılıç Sanatları
yeteneğini kazandırmıştı. Yardımı olduğunu hissediyordum ama sadece çok ufak
bir yardım. Seviyesi sadece birdi, bu yüzden etkisini görmezden bile
gelebilirdik. Daha önemlisi, tam bir amatördüm. Yaptığım şey hakkında en ufak
bir fikrim yoktu. Kılıç yeteneğim o kadar berbattı ki, düşük seviyedeki
yeteneğin bile faydası oluyordu. Hatta Lefi, beni etrafta kılıç sallarken
görünce, bana bir tür oyun falan oynayıp oynamadığımı sormuştu. En kötüsüyse,
bu soruyu herhangi bir dalga geçme amaçlı sormamış olmasıydı. Gerçekten merak
etmişti. Her şey o kadar rezaletti ki, bir top gibi kıvrılıp ağlamak
istemiştim.
Dövüş sırasında sonunda doğuştan gelen yeteneğim olan Büyülü
Göz’ümün neye yaradığını öğrenmiştim. Başka birinin büyü enerjisinin akışını
görmenin ne anlama geldiğini, daha önceden bir büyü saldırısına maruz
kalmadığım için anlamamıştım. Ancak o zaman bu yeteneğin, canavarların büyü
yapmaya hazırlandığını fark etmemi sağladığını anladım. Büyü enerjilerinin
nasıl aktığını, nerede toplandığını ve büyü bombardımanının nereye
hedeflendiğini tamamen görebiliyordum.
Aslında az önce bu yeteneği çok güçlü bir büyüden kurtulmak
için kullanmıştım. Düşmanın ayaklarının altına onu sakatlamak ve hemen öldürmek
için yapılan, toprak tabanlı bir büyüden hemen kaçmamı sağlamıştı. Eğer Büyülü
Gözler’e sahip olmasaydım kesin tahtalı köyü boylamıştım. Başka türlü bir büyü
yapıldığının farkına varamazdım.
Doğuştan gelen bu yeteneğimin etkinliği ve vahşeti
sevmediğimden büyü sanatında ustalaşmış bir iblis lordu olmaya karar vermekten
başka seçeneğim yoktu. Gözlerim, düşmanlarıma uzak menzilli büyüler yapmamı
sağlarken, onlarınkinden de kaçabilmeme yarıyordu. Böyle bir durumda sahip
olduğum avantaj tamamen adaletsizdi.
Ve evet, kılıcımla bir şeylere vurmayı da pek sevmemiştim.
Kılıçla ete vurmanın verdiği his çok rahatsız ediciydi ve bütün kan
elbiselerimi baştan aşağı ıslatıyordu. Yakın dövüş, hem vahşet dolu hem de akıl
sağlığımı kötü etkileyen bir şeydi. Sadece... Öğhhk... Kusasım geliyordu.
Büyü demişken, ateş büyüsünde beceriksizleşmiştim. İlk
başladığımda çakmak alevi gibi alevler çıkarabilirken ama artık titrek, zayıf,
bir kibrit alevi kadar alev çıkarabiliyordum. Sanırım geçen seferki olay
yüzünden ateş büyüsünün tehlikeli olduğunu düşünmeye başladım. Beynim, kendime
daha fazla zarar vermemek için onu bilinçsiz bir şekilde bastırıyordu ve buna
yapabileceğim pek bir şey yoktu.
Potansiyelimin olduğu şeylerden biri çöpe gitmişti ama bunu
pek kafaya takmamaya çalıştım. Takmama gerek yoktu. Su ve toprağa hala
yeteneğim vardı ve ikisinde de gelişmeye başlamıştım. Çoktan yarattığım suyun
sıcaklığını kontrol edebilmeye başlamıştım. Her şeye rağmen büyüm hala biraz
zayıftı. Dövüşte pek işe yaramıyordu ama bu bir sorun değildi. Zamanla daha da
iyi olacaktım.
“Pekala. Görünüşe göre haritanın bu kısmını tamamen
doldurabildim.” Yürümeye başlarken menüyle oynamaya devam ettim.
Daha önceden de olduğu gibi, günlerimi, bölgemi daha fazla
genişletebilmek için, keşifle ve incelemeyle geçiriyordum. Özellikle canavar
avına çıkmıyordum. Sadece yoluma çıkanlarla savaşıyordum. Tüm genişlemeler
zindanın girişinden başlıyordu; dağın mağaramın altında yer alan tüm
kısımlarını yavaş yavaş kontrolüm altına alıyordum. Şu anki gelirim, üç Lefi
değerindeki günlük DP’ye eşitti.
Yani, neredeyse tamamen fakirdim. Kazandığım tüm DP’yi
zindan genişlemelerine harcıyordum. Yakınımda bulunan tüm bölgeyi ele
geçirdiğimde nasıl olacağını görmek için sabırsızlanıyordum.
“Dur, şu da ne?”
Göz ucumla bir şey görmüştüm, bu yüzden bakışlarımı o tarafa
çevirip haritayı açtım ve etrafımı incelemeye başladım. Soluma doğru, dikkatimi
çeken şeyi buldum. Başta ne olduğunu anlayamamıştım. Söyleyebildiğim tek şey
bir tür yaratığın bir çalılığa düşmesiydi.
Yapışkan, kırmızı bir sıvı vücudunu kaplamıştı. Ağır bir
şekilde yaralı olduğu belliydi. O kadar kana bulanmış bir haldeydi ki, onu bir
ceset sanmıştım. Bu çevreyi zindanımın bir parçası haline getirdiğimden,
haritaya bakıp onun bir istilacı olarak işaretli olduğunu gördüm--hem de
hayatta olan bir istilacıydı.
Merakıma yenik düştüm ve gardımı düşürmeden ona yaklaşmaya
başladım. Yeterince yaklaştığımda onun genç bir kız olduğunu fark ettim. Baştan
aşağı kanla kaplıydı ve yere ilk yüzünü çarpmıştı.
Hemen yanına koştum ve hızlıca durumunu kontrol ettim. Nabzı
vardı ama baygındı. Sırtındaki derin pençeye benzer yara, bir canavar
tarafından saldırıya uğradığını gösteriyordu. Kesikler çok derindi, birkaç
dakikadan fazla yaşayacak gibi durmuyordu.
Ama onun şansına, yanımda bir iksir vardı. Eşya kutumu açıp
onu aldım. Hayat kurtaran sıvı küçük bir şişe içindeydi; içinde çok da fazla
yoktu yani. Ahh... Sanırım üzerine dökmem gerekiyor, değil mi?
Şişe herhangi bir kılavuzla gelmemişti ama Lefi bana nasıl
kullanılması gerektiğini daha önceden anlatmıştı, bu yüzden ne yapmam
gerektiğini biliyordum. Tıpasını çıkarıp içindekini yaralarına doğru dökmeye
başladım. Bir damla bile ziyan etmemek için aşırı dikkatli davrandım. Derin bir
yara olmasına rağmen, sıvı dokunur dokunmaz hızlıca kapanmaya başlamıştı. O
kadar hızlı iyileşiyordu ki neredeyse midem kalkmıştı.
“Mmh...” şişenin yarısına geldiğimde kız hareketlenmeye
başlamıştı. Kesikler tamamen gitmişti ve cildi, bir çocukta görebileceğiniz
şekilde tekrar yumuşak, parlak haline geri dönmüştü. Kısa ve zorlanarak aldığı
nefes yavaş yavaş normale dönmeye başlamıştı.
Oh... Tehlikeyi atlatmış gibiydi. Kızın tehlikeyi
atlattığını anlayınca, başından beri tuttuğum nefesimi bir rahatlama hissiyle,
bıraktım. İyileşme süreci hem yorucu hem de sinir yıpratıcı olduğundan alnımda
biriken soğuk terleri titreyen ellerimle sildim.
Küçük kızda görüldüğü üzere, kullandığım bu yüksek seviye
iksir son derece etkiliydi. Kullanan kişinin yaralarını, Piccolo gibi hemen
iyileştiriyordu. Birinin karnında bulunan ve normalde ölümcül olabilecek dev
bir yarayı bile çok kolay bir biçimde iyileştiriyordu.
Vay be. Ne kadar hasar alırsan al, bu iksiri kullanarak,
başka bir şeyle uğraşmadan her şeyi hızlıca halledebilirsin. Hatta bu şeyi
sürekli kullanarak bir askeri, bir tür zombiye bile dönüştürebilirsin... Bu
biraz korkutucuydu.
Bu iksire sahip olmamın tek nedeni Lefi’ydi. Özelliklerim
her na kadar yüksek olursa olsun, etrafta benden daha güçlü yaratıklar
bulunabileceğinden elimin altında bir tane bulunmasını söylemişti. Uyarısı
yerindeydi, bu yüzden iksir pahalı olsa da hemen bir tane almıştım. Gerçi onu
bu şekilde kullanacağımı düşünmemiştim. Sanırım Lefi, zaman zaman iyi öğütlerde
bulunabiliyor. Eve gittiğimde ona bir iki parça çikolata versem iyi olur.
Ama yine de bu kız hala kötü durumdaydı. Kıyafetleri parça
pinçik olmuş ve güzel sarı saçları karman çorman olmuştu. Çok fazla yarası
vardı ve çoğu yeni oluşmuş yaralar değillerdi.
Bu sarışın genç kızın çektiği tüm çileyi tek bir bakışla
bile görebiliyordum.
“Her ne olursa olsun, onu eve götürmem gerekiyor. Onu burada
öylece bırakamam.”
***
* * * * * * * * * * * * *