Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Kalenin İçindeki Savaş - Kısım 3
Kalede ilerlerken, Nell’in yüzünde sessiz bir hoşnutsuzluk
vardı.
“Onun için endişeleniyor musun?” En sakin halinin bu
olmadığını bilen Carlotta, kızı yanına çekmişti.
“Evet. Endişeliyim.” Nell, soruyu cevaplayıp başını
sallamadan önce bir anlık tereddüt etmişti. “Nasıl olmayayım? Bize saldıran, şu
an savaştığı adam orikalkum sınıfından bir maceracı değil mi?”
O anda dövüşe girmiş olan maskeli adamı düşünmek,
Carlotta’nın tüm operasyonu bir bütün olarak görmesine neden olmuştu. Şu ana
kadar her şey sorunsuz gidiyordu, gayet sorunsuz. Kendini daha kötüsüne
hazırlamıştı. O ve ona eşlik eden şövalyeler, biricik kraliyet kalesine yapılan
saldırının ortasındalardı. Elbette onları “sıcak bir şekilde” karşılamaları
gayet mantıklıydı. Ve hatta ironik bir şekilde, tam olarak bunu yaşamışlardı.
Doğrusunu söylemek gerekirse, henüz hiçbir düşman askerle karşılaşmamıştı.
Kalenin duvarları içinde bulunanların yarısından fazlasının hala krala sadık
olan müttefikler olduğu ortaya çıkmıştı.
İçlerinden sadık olanların çıkacağını bekliyordu zaten ama
sayıca bu kadar fazla olacaklarını düşünmemişti. Beklenmedik sadık insan
sayısının bu kadar fazla olmasının, şanslı bir hesap hatası olduğunu
düşünmüştü. Düşündüğü kadar adamını kaybetmeyecekti.
Bu beklenmedik patlama, vatandaşların kalenin ön kapısına
yaptıkları hücumdan kaynaklanıyordu. Prensin asi güçlerinin, Alshir’in
insanlarının başlattığı bu ayaklanmayı bastırmaktan başka seçeneği yoktu. Ve
sonuç olarak, onun her emrine uyan ve onu tahta geçirmek isteyen prensin
köpekleri, sahnenin dışında çıkmıştı.
İsyanın başlamasına ön ayak olan tabii ki de Carlotta’dan
başkası değildi. Umursamıyordu da. Olay hakkında düşünceleri şu şekildeydi:
Kulağa hoş gelen birkaç söz düşmanın yenilmesine sebep olacaksa, varsın olsun.
Gerek gördüğüm sürece defalarca söylerim.
Carlotta’ya göre bu tanrının bir lütfuydu. O, zafere
ulaşabilmek için elindeki her kartı kullanan tipte bir insandı. Aslında
esnekliği, en baştan bu operasyonun baş komutanı olarak seçilmesinin iki
sebebinden biriydi. Diğeri ise gücüydü, kudretli biri olmasıydı.
İlginç bir şekilde, kral çoktan güvendeydi. Görevin en zor
kısmı, adamları bu işin zorluğunun daha anlayamadan, bitmişti. Düşman
gözlemcisini kovalaması gereken maskeli adam, çoktan ilerlemiş ve nedendir
bilinmez, kralı kurtarmıştı.
Ve her ne kadar bu harika bir haber olsa da görünüşe göre
her şey umduğu kadar sorunsuz ilerlemeyecekti. Majesteleri, görevin geri
kalanında ona ve takımına eşlik etmek istediğini söylemişti. Ve gerçekten de
böyle olmuştu. Doğrusu Carlotta, hükümdarın bu kararını can sıkıcı bulmuştu.
Kararına uymak dışında başka çaresinin olmaması, ona koca bir baş ağrısı
veriyordu. Ona bağırıp, güvenli bir yere gitmesini söylemek istiyordu, ama yapamazdı.
Kararı kesindi ve fikrini değiştirmeye çalışmanın inanılmaz zor olduğu da
belliydi. O ve şövalyelerinin, kendi güvenliklerine mal olsa bile, ona eşlik
etmekten başka seçenekleri yoktu. Bu kararının eninde sonunda adamlarından
birkaç tanesinin hayatına mal olması muhtemeldi. *
Carlotta’nın bir diğer hesap hatası da saldırganın görünüşü,
yanındaki kızın kendi kadar endişelenmesine neden olmuştu. Maceracılar Loncası,
başından beri tüm bu politik duruma müdahil olmayan bir yaklaşım takınmıştı. Ve
tarafsız kalmaları gerekiyordu. Ama görünüşe göre, kalmamışlardı.
“Eğer maskeli adam gözlemlerimden anladığım kadar güçlüyse,
sanırım o zaman en azından mücadele edebilir.” İçinden iyice bir düşündükten
sonra, Carlotta sonunda yanıt verebilmişti. “Ve eğer taşıdığı silah en alışkın
olduğu silahsa, dedikleri muhtemelen doğru. Ona yardımcı olmaya çalışmak, ona
ayak bağı olmak olur.”
Dev kılıç, Carlotta’nın ilgisini çekebilecek kadar iyi bir
parçaydı. Kavisli, tek taraflı kılıç, ona bakan herkesi büyüleyebilecek kadar
güzeldi. Boyutunun avantajları olduğu kadar dezavantajları da vardı, ki
bunlardan biri de destek alamıyor olmaktı. Karşısındaki rakibine yapacağı bir
saldırı sırasında, ona yardım edenlerden birini yanlışlıkla ikiye böldüğü bir
senaryoyu kafasında kolaylıkla hayal edebiliyordu.
Saldırganı halletmesi için onu maskeli müttefiklerine
bırakmaktan başka çare yoktu. Her ne kadar onu maceracıyla başa çıkması için
tek başına göndermiş olsa da Carlotta Nell’in endişesini yine de
anlayabiliyordu.
Yüzü, bütün Allysialı savaşçıların tanıyacağı bir yüzdü. O,
yani Savaş Delisi, o kadar meşhurdu. Diğer orikalkum seviye maceracılar gibi,
sadece efsanevi kahramanların dolanmasına izin verilen diyarlara ayak
basabilecek kadar güçlüydü. Lonca bile ona pek fazla söz geçiremiyordu. Onu
kontrol edemiyorlardı ve kuşkusuz, etraftaki en güçlü savaşçılardan biri olduğu
için onu atamıyorlardı da. Lakabı, savaştan aldığı anormal derecedeki hazdan
geliyordu. Katılabildiği her savaş alanında, sonucu ya da amacı ne olursa olsun,
boy gösteriyordu. Savaş Delisi’ne yürüyen kaos da denebilirdi.
***
Savaş manyağının kılıcı bana doğru gelirken bir anlık bir
ışık belirdi. Ondan kaçınmak için vücudumu çevirdim ve saldırıya Zaien’i
savurarak karşılık verdim. Kılıçlarımız her çarpıştığında, saldırılarımın
anormal bir şekilde ağır olduğunu fark etmişti, bu yüzden doğrudan saldırmak
yerine, kılıcımı savuşturarak kendini savundu. Kılıcım onu ıskaladı ve onun
yerine yanındaki toprağı yardı. Saldırım, altında bir çukur açarken, etrafa toz
ve küçük taşlar saçılmıştı.
Saldırıma bir başka saldırıyla devam etmeye çalıştım ama
fırsatım engellendi. Sapık herifin kılıcı enseme doğru usul usul ilerliyordu ve
neredeyse onu kesecekken, ondan uzağa sıçrayıp saldırıdan kaçındım.
“Hahahaha!” Gevrek gevrek gülmüştü. “Sağlam bir kaba
kuvvetin var! Ve tepkilerin de gayet iyi. Güzel bir av olacaksın.”
“Çeneni kapa ve o iğrenç yüzünle bana bakmayı kes, seni
lanet sapık!” Adam tüylerimi diken diken ettiği için, bir taraftan aşağılayıcı
küfürler savururken, bir taraftan da boş olan elimle orta parmağımı ona doğru
kaldırmıştım.
Adamın statları bayağı yüksekti.
***
Genel Bilgiler
İsim: Legillus
Irk: İnsan
Sınıf: Gaddar Kılıç Ustası
Seviye: 84
HP: 2331/2331
MP: 1018/1018
Kuvvet: 704
Can: 703
Çeviklik: 767
Büyü: 398
Maharet: 1122
Şans: 105
Eşsiz Yetenekler
Direnç
Kötü Şans
Yetenekler
Kılıç Ustalığı VII
Dövüş Sanatları Ustalığı IV
Düşman Saptama IV
Kriz Saptama V
Unvanlar
Dövüş Meraklısı
Ruh Hastası Kılıç Ustası
Orikalkum Maceracı
Ölümle Dans Eden
***
Yani, yuh artık. Bu adam sahiden güçlü. Her ne kadar
statlarım onunkilerden oldukça fazla olsa da, kılıç dövüşü konusunda beni
tamamen saf dışı bırakmıştı. Savaşın ortasında olduğumuz için eşsiz
yeteneklerini kontrol edecek durumda değildim. Ama isimlerinden anlaşılacağı
üzere bu yetenekler muhtemelen en zor anında ya da ölmek üzereyken
aktifleşiyordu.
Neyse ki, kılıçlarımızın çarpışmalarından, teknik yeteneğini
sadece kaba kuvvetimle süpürebildiğimi anlamıştım. Hala dayanabiliyor olmamın
tek sebebi, vücut özelliklerimdi. Eğer statlarım biraz bile az olmuş olsaydı,
başsız bir kan fıskiyesi ya da kılıcının ucuna takılmış bir başka ceset
olacağından emindim. Neyse ki bir İblis Lordu’ydum. Zindan, sana büyük
borçlandım. Sen adamsın.
Bir Uğursuz Orman sakini olarak, birçok kez savaşa
girmiştim. Sürekli avlanırdım. Ama bunun aksine, gerçekten korkunç
diyebileceğimiz bir şeyle karşılaşmayı nadiren tercih ederdim. Sebebi belliydi.
Karşımdaki sapık herifin aksine ben, sadece potansiyel bir zafer hazzı için
canımı tehlikeye atacak biri değildim.
Canavarları avlıyor olmamın sebebi sadece DP kazanabilmekti,
o yüzden kendimi riske atmama gerek yoktu. Ve tehlikeye düşsem bile yalnız
değildim. Rir, benim vefalı dostum, her zaman benim yanımda olurdu. Offf.
Yüzümü Rir’in yumuşak tüylerine gömmek ve bütün bu ölümcül dövüş saçmalığını
unutmak istiyordum Karşımda bana bakan ve düşündükleri ya da muhtemelen tuhaf
ya da sıkıntılı olan herifi unutup, yanaklarımı onun uzun, kabarık kürküne
durmadan sürmek istiyordum. Lanet olsun. Neden böyle sapkın, garip bir soysuzla
savaşmak zorunda kalmıştım ki ya? Sikeyim. Hepsi şu siktiğimin salak prensinin
hatası. Onu öldüreceğime yemin ederim. Şahsen.
“Neden bu kadar soğuk davranıyorsun?” Sapık herif yüzünü
asmıştı. “Senin için nasıl da yanıp tutuşuyorum göremiyor musun?”
Menzile girebilmek için bir adım attı ve saldırdı. Saldırıyı
savuşturmak için Zaien’i kullandım ama yetişememiştim. Onun yüzünden, saldırıyı
göremeyecek kadar, dalmış ve dikkatim dağılmıştı ki karnıma doğrudan bir yumruk
yemiştim.
Ağır bir acı bilincimi bulandırırken inlemiştim. Ama tam ona
kayetmek üzereyken, göz ucundan, kılıcının kalbime doğru ok gibi fırladığını
görünce kendimi odaklanmaya zorladım ve vücudumun üst kısmını ondan kaçabilecek
kadar döndürebildim.
“Siktirip gidebilirsin!” Dönme hareketimin momentumunu
kullanarak dikkatsiz bir döner tekme attım. Saldırımın başlangıcında herhangi
bir duruşa geçmediğim için onu hazırlıksız yakalamış gibiydim. Saldırım ona
vurmuştu. Ayağım doğrudan omzuna isabet etmiş ve onu kalenin duvarına
uçurmuştu. “Ve hazır başlamışken, geber!”
Sonra büyü enerjimi yönlendirmeye başladım ve kendime özgü
büyülerimden olan su ejderhasını sapığa fırlattım. Her ne kadar tekmem, kısa
süreliğine de olsa donup kalmasına sebep olsa da, ejderhadan kaçıp yolundan
uzaklaşabilmeyi başarmıştı. Yılanın sudan yapılma çeneleri duvara toslamış ve
her yere saçılarak sapığın görüşünü engellemişti.
Ve bu benim şansımdı. Rakibimin iki eşsiz yeteneği de
aktifleşmeden dövüşü bitirecek mükemmel bir fırsat yaratmıştım.
Çünkü, henüz mana aktarımını kesmemiştim.
Onu kılıcımın ağzına aktardım ve bütün gücümle yerden
sıçradım. Göremiyordu. Engel yüzünden tepki verebilme yetisi gecikiyordu, ama
yine de kılıcını tam zamanında savurup saldırımı engelleyebilmişti. Ya da eğer
gerçekten vurmak isteseydim engelleyebilirdi. Kestiğim o değil, önündeki
zemindi. Yerden, etrafımızı kırmızının en koyu tonlarına boyayan bir ateş
kabarmaya başlamıştı.
“Ne!?” Sapık şaşırmış bir şekilde bağırdı.
Şaşırmasının nedeni, Leila’dan istediğim, kılıca işlenmiş
bir büyü halkasının etkisiydi. Halka, ona mana aktarıldığında aktifleşen türden
bir halkaydı. Silahtan alevler saçılmasına ve kestiği her şeyi ateşe vermesine
sebep oluyordu. Yarattığı alev miktarı, tükettiği mana miktarına göre
değişiyordu. Sapık herifi şaşırtan devasa alevler, yolun ortasında bir yerlerde
çıkan bir şey yüzündendi.
Başta kendi büyü halkalarımı yapmayı düşünüyordum. Ama biraz
daha düşündükten sonra, bunun pek bir manası olmadığını fark ettim. Leila’nın
onlarla daha haşır neşir olduğu ortadaydı, bu yüzden berbat olduğum bir şeyi
öğrenmek için kıçımı yırtacağıma, onun yapmasını istedim. O da dünden razıydı
zaten. Galiba, sürekli çalıştığı alanla ilgili bir tür yeni teknoloji gibi bir
şey olan üç boyutlu büyü halkalarını denemek için bir şans arıyordu. Tam olarak
istediğim halkayı yaratmayı başarınca, gayet becerikli olduğunu kanıtlamıştı.
Ve böylece bunu kılıcıma kazıdım. Adını Kızıl Alaz koymuştum. Muhtemelen
Zaien’in diğer iki yuvasına koyacağım halkaları da ona yaptıracağım. Gerçi
doğru düzgün bir şey bulana kadar beklemek zorundayım.
Kılıcı bırakıp ateşlerin arkasına baktım. Savaş delisi
manyak, aniden ortaya çıkan ısıdan dolayı sarsılmış ve yine görüşü
engellenmişti. Kalbinin olduğu yeri saptayabilmek için büyülü gözümü kullandım,
büyülü tabancamı belimdeki kılıftan çıkardım, elime aldım ve ateş ettim.
Bir ıslık gibi gibi geçmişti. Ve bir anlık gecikmenin
ardından, bir patlayarak açılma sesi onu takip etti.
Zaien’in ateşleri sakinledi. Yavaş yavaş azalmaya başladılar
ama birden tekrar hayat buldular, sanki bir hareket yüzünden yellenmiş
gibilerdi. Kriz saptama harekete geçip bütün vücudumu kötü bir şey olacağı
hissiyle doldurdu. Yan tarafımdan geliyordu. Boynumun hemen yanında bir şey
vardı.
Baktığımda, sapığın tam orada dikildiğini gördüm. Oraya ne
zaman ya da nasıl gittiği hakkında en ufak bir fikrim yoktu, ama bir tarafında,
arkasından dışarı açık olduğu görülen bir delik vardı. Hay sıçayım! Bu onun
işini bitirmemişti!
“Hahahahaha!” Ağzından kanlar saçılıyordu. Ağır bir biçimde
yaralıydı, ama yine de gülüyordu. “Fena değilsin! Hiç fena değilsin!”
Ve aniden kılıcı hareket etmeye başladı. Doğrudan kafama
doğru.
Sanki zaman durma noktasına gelmişti. Sanki kılıç kare kare
ilerliyor gibi hissediyordum. Yavaş yavaş gözlerime yaklaştığını
görebiliyordum. Sikeyim. Bunu savuşturamam.
Verdiğim karar sanki içgüdüsel bir davranışı harekete
geçirmişti. Silahın bulunduğu kolum ben istemeden hareket etmiş ve kendini,
yüzümle, gelen kılıcın arasına koymuştu.
Zaman tekrar hız kazandığında onu duydum. Kılıç kolumu delip
geçti ve keskin bir acının bütün sinirlerimde yankılanmasına neden olmuştu.
Canım öyle çok yanıyordu ki, kendimi kaybedip bir çocuk gibi ağlamaya
başlayacaktım.
Ama canı yanan ben olduğumdan, biliyordum. Hala hayatta
olduğumu biliyordum.
Kolumu delen kılıcın yönü değişmişti. Ve bu sayede beynimi
şişlemek yerine sadece kafamın yanını sıyırmıştı.
Hemen boş olan diğer elimi kılıç şekline getirip adamın
göğsüne sapladım. Kemiğin sert hissiyatının hemen ardından, elimin çiğ etin
içinde ham, hoş olmayan bir his gelmişti.
Doğru nişan almıştım.
Kalbi yok olmuştu.
Elim adamın sırtından çıkarken çıkan taze kan, rüzgarda
uçuşan çiçekler gibi etrafa saçılmıştı.
Sonunda kılıcını savurmayı kesen rakibim, yavaşça aşağı
baktı ve kolumun içinden geçtiğini doğruladıktan sonra bakışlarını tekrar
yukarı kaldırdı.
“Bu... aşırı eğlenceli... bir dövüştü…” Ağzından litre litre
kan geliyor olmasına rağmen, savaşın sonucundan memnun bir şekilde gülümsüyordu.
Bilinci yavaş yavaş yok oldu.
Sessizlik.
Boşlukla bir olmuştu.
Adam dizlerinin üzerine düştü ve her yerine kan bulaşmış
kolumu göğsünden dışarı çıkarırken yere yığılmıştı.
“Muhtemelen daha çok çalışmalıydın.” Ona tepeden baktım ve gülümsemesine
yarım gülümsememle karşılık verdim. “İblis Lordu gibilerine meydan okuman için
biraz erkenmiş.”