Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Kabul Salonu - Kısım 1
“Hay sıçayım... Lanet elim...” küfrettim ve dişlerimi sıkıp
dayanmaya çalışırken yüzümü buruşturdum. Oh tanrım bu nasıl bir acı böyle.
Cidden Yuki, n’ apıyorsun? Kan ter içindeyken, işini bitirdiğin adama öyle süslü
püslü kelimeler söyleyemezsin.
Sapığın kılıcı hala koluma saplı duruyordu. Bir süre ona
baktım ve tereddüt ettim, ama kısa süre sonra kararımı verdim. Of, lanet olsun.
Bir an evvel şundan kurtulsam iyi olacak. Kılıcı çektim ve bir seferde etimden
ayırdım.
“Arggghhhhhhh! Orospu çocuğu” Ettiğim küfürler gibi, kan
yaradan hemen akmaya başlamıştı ve çektiğim acının çığlıkları boğazıma
dolmuştu. Kılıcı hemen kenara fırlattım. Of dostum... Bu berbat. Öyle çok
acıyor ki, sanırım ağlayacağım.
Kılıç yaram, tabii ki yaralarımın en kötüsüydü, ama tek
acıyan şey o değildi. Düşmanın içinden kolumu geçiremem, parmaklarımın yanlış
yönde kıvrılmasına neden olmuştu. Kesinlikle kırık görünüyorlardı ve onlardan
dolayı çektiğim acı da aşağı yukarı aynıydı.
Bütün sorunlarım, tabii ki son vuruşumu önceden planlamamış
olmamdan kaynaklanıyordu. İçgüdüsel bir şeydi, anlık karar verdiğim bir
saldırıydı. Neyse ki, gerçekten işini bitirmişti yoksa şu an boğazıma kadar
boka batmış olurdum.
Daha bugün benim gibi amatörlerin, nasıl yapıldığını bilen
profesyonellerin yaptığı şeyleri yapmamam gerektiğini düşünmüştüm. Ve yine de
gidip bunu yapmıştım. Eski hayatımda okuduğum bir manga, genellikle, benim de
az önce yaptığım gibi, çıplak elli saldırılar yapan karakterleri anlatırdı, bu yüzden
sorun olmayacağını düşünmüştüm. Ama şimdi bu karakterlerin iyiymiş gibi
gözükmelerinin cesur gibi görünmeye çalışmalarından kaynaklandığını biliyorum.
Böyle bir şeyi parmakları kırılmadan yapmalarının hiçbir imkanı yoktu. Ve
ayrıca, neden televizyonda gördüklerinizi evde denemeyin dediklerini şimdi daha
iyi anlıyorum.
Eşya kutumu açtım ve kırık parmaklı ellerimle içine uzandım.
Diğer elimin parmakları yaptıklarıma hiç tepki vermediği için başka çarem
yoktu. Sonra avcumu kullanarak bir yüksek seviye iksir, ya da kralın dediği
şekilde tam sağlık iksiri, aldım ve dişlerimle tıpasını açtım. Daha fazla
geciktirmeden, içindeki sıvıyı kılıç yarama döktüm.
Sıvı yarama değdiği an, acı dolu bir çığlık attım ama yara
hemen kendini iyileştirmeye başlayınca, acı kısa sürede geçti. İşlem temelde
yaranın oluşma işleminin tam tersi şeklinde ilerliyordu; sanki bir yaranın
açılma videosunu tersten izliyor gibi hissetmiştim. Çok sürmeden her şey
kaybolmuştu. Geride iz bile kalmamıştı. Sanki başından beri hiç var olmamış
gibiydi.
Yeni iyileşmiş kolumla iksiri tuttum ve diğer elimin
parmaklarının üzerine döktüm, ki onlar da kısa sürede normale dönerken hiç de
hoş olmayan sesler çıkarmıştı. Bir dakika ya, daha yeni Uğursuz Orman dışında
bunları kullanırken daha dikkatli olmam gerektiğine karar vermemiş miydim ben?
Yok ya. Bu şeyler bu kadar kullanışlıyken neden kullanmayacakmışım lan? Bir
tanesi bile beni çabucak iyileştirdi. Tanrı aşkına, nasıl bir salak bunları
kullanırken daha dikkatli olmayı önerir ki? Ah, bir dakika, ben önermiştim.
Uzun vadede, tüm bu olayları bir öğrenim tecrübesi olarak
görüyordum ve aslında az önce iksirlerin ne kadar işe yaradığı hakkında bir
sürü şey öğrenmiştim. Onları saklayıp istiflemek, ne zaman ihtiyaç hissedersem
hemen kullanmaktan daha çok israf olacaktı, özellikle onları kullanmamamın
sebebi başkalarının ne düşüneceğinden endişelenmekse... Dolayısıyla, üstte
gösterilen kanıtla birlikte, onları kullanmamak artık bir seçenek değildi.
Büyülü tabancamı alıp kılıfına koyduktan sonra Zaien’i topraktan
çıkardım ve omzuma dayadım. Silahlarımın yerli yerinde olduğunu kontrol
ettikten sonra, sonunda ona bakabilmiştim.
“Gerçekten güçlü biriydi.” diye mırıldandım. Dostum, son
saldırısı cidden beni öldürecekti. Eğer kolumu biraz bile kıvıramasaydım ve
kılıcından kurtulamasaydım, yüzüm şu an kılıcının ucunda olacaktı. Kazanmış
olmamın tek sebebi, statlarımın onunkinden yüksek olmasıydı.
Sapığın kılıcı, gördüklerimin içinde en hızlısıydı. Onu
takip edebilmiştim, çünkü iblis lordu vücuduna sahip olmanın getirdiği kinetik
görüşe sahiptim. Dikkat çeken ilginç bir diğer noktaysa, seviyesi benden çok
yüksek olmasına rağmen, statlarımın onunkilere baskın çıkmış olmasıydı. Analiz
ettiğim kişiler bana, bir ırk olarak insanlığın gelişmek için büyük bir potansiyeli
olduğunu düşündürmüştü. Gerçi, bunun aksine, bir orikalkum seviyesi maceracı,
insanlığın tepe noktasına yaklaşmış olan biri bile benim statlarıma denk
statlara sahip değildi.
İnsanlar, sadece sayıca azlardı. Ve bu, eninde sonunda aşabilecekleri
bir şey gibi görünmüyordu. Gerçi, aynı anda birden fazla orikalkum seviyesi
maceracıyla savaşacak değildim. Bu ölüm fermanı olurdu. Beni ezip geçerlerdi.
Eve döner dönmez, hem zindanın savunmalarına hem de kendimi daha da
güçlendirmek üzerine çalışsam iyi olacaktı. Ama bu sonraki iş. Burada yapmam
gereken şeyleri aşağı yukarı bitirdiğime göre şimdi, ilerleyip Nell ve
arkadaşlarına katılsam iyi olacak.
Kendi kendime düşüncelere dalmışken bir cam kırılması sesi
duymuştum. Ona eşlik eden büyük bir feryat, büyük bir ses kütlesi, kalenin
dışından bile duyulabiliyordu.
Ve hepsi yukarıdan geliyordu.
“Acaba orada neler oluyor?” Ne kadar ilgimi çekse de, şu
anki açım, pek bir şey görmeme izin vermiyordu. Belki şövalyeler büyük bir
kavgaya falan girmişlerdir. Yani, bahsettiğimiz şey sonuçta bir kale, o yüzden
üst katları muhtemelen önemli insanların toplandığı yerler falandır, değil mi?
Şövalyeler muhtemelen yukarı doğru ilerliyor olmalılar, bu yüzden savaş
kaçınılmaz sanırım. N’ apalım. Oturup hiçbir şey yapmadan beklemenin bir anlamı
yok. Ben de gitsem iyi olur.
Her ne kadar şövalyelerin yanına gitmek istiyor olsam da,
kalenin içinden yavaş yavaş gitmekle uğraşamazdım. Bu kulağa gerçekten çok can
sıkıcı geliyor. Sanırım uçacağım.
Hem alanı tarayıp hem de haritayı kontrol ederek etrafta
bana bakan kimsenin olmadığından emin olduktan sonra, kanatlarımı cisimleştirip
gizliliği aktifleştirdikten sonra havaya sıçradım. Yer çekiminin sınırlarını
aşıp, vücudumun süzülme hissiyle çevrelendiğini hissetmiştim. Bu ana kadar
yüzümün hemen dibinde olan zemin, birden altımda kaybolmaya başladı.
Sesin kaynağına bir miktar daha yaklaştıktan sonra, kırık
camdan içeriyi gözetledim. Orada, şiddetli bir kılıç savaşının ortasında
olduklarını gördüm. Kahraman, Carlotta ve kurtarma timinin geri kalanı, kralın
etrafında savunma düzeni almış, prensin adamı olduğunu düşündüğüm gruptan onu
korumaya uğraşıyorlardı.
İki grubu karşılaştırmanın anlamı yoktu. Şövalyeler, her
birini bir iki vuruşta indirdikleri askerlerden çok daha güçlüydü. Ya da en
azından gözümün ucuyla gördüğüm buydu.
Dikkatim başka bir yere çekilmişti. Bakışlarım, odanın arka
tarafındaki yüksek platformun üzerinde dikilen tek bir adama odaklanmıştı. İyi
giyinmişti ve duruşu onu, kendini beğenmiş küçük bir piç gibi gösteriyordu.
Askerlerin onu korumaya çalışmasını görünce, onun aradığım prens olduğu belli
oluyordu.
Emin olmak için Analizi kullandım. Ve biraz...ilginç bir şey
buldum. Beklemediğim bir şey. Öyle şaşırmıştım ki ağzımı normalde yapmadığım
bir şekilde hareket ettirmiştim. Şimdi bir dakika bekle bakalım! Bu herif zaten
ölmüş lan!