Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Kabul Salonu - Kısım 3
Kabul salonuna girdiğinde Nell’in ilk hissettiği şey bir huzursuzluktu.
Ve bu, odanın kendisinden kaynaklanan bir sorun eğildi.
Her şeye rağmen, içinde bulunduğu oda, kralın
ziyaretçilerini kabul ettiği, ağırladığı odaydı. Göze hoş gelmesi için
yapılmıştı. Her yerde hoş süslemeler vardı ve iç taraflarda yükseltilmiş bir
platform bile vardı. Platformun üzerinde ise kral için ayrılmış tek bir koltuk
vardı. Bir taht. Taht öyle güzel yapılmıştı ki, zanaatkarlık hakkında hiçbir
bilgisi olmayanlar bile bunun çok yüksek kaliteli bir işçilik olduğunu
söyleyebilirdi. Odanın içerisine dizilmiş diğer mobilyalar da atmosfere
mükemmel uyuyordu ve camlar, yeterince ışığı içeri alması için, özel olarak
tasarlanmıştı. Tüm bu faktörler bir araya geldiğinde, odayı bazı bölümlerinden
daha da zarif gösteriyordu.
Sadece bir şey, ya da daha doğrusu bir grup şey, tam
oturmuyordu. Odanın yarısının, baştan aşağı silahlı askerler tarafından
doldurulmuş olması abes duruyordu.
Majesteleri prens, kurtarma biriminin yakalamak için yola
çıktığı hedef, odanın arka tarafındaki yükseltilmiş platformda ayağa kalkmıştı.
Nell ve arkadaşları odaya girdiği anda, yüksek, gürleyen bir sesle konuşmaya
başlamıştı.
“Bakın beyler. Ülkeyi harabeye çevirmek isteyenler sonunda
geldi! Şu asileri derhal tutuklayın! Onlar vatan hainleri, geçmişin değerlerine
takılı kalmış süprüntüler. Ve hepsi bu da değil. Bunlar, millet olarak büyümemize
engel olmak isteyen beceriksizlerdir!” Sözlerinde hiç şüphe yoktu. Haklı
olduğuna ikna olmuştu. Ve adamları da öyle. Onlara emri verdiği anda
silahlarını doğrultmuş ve kendilerini savaşa hazırlamışlardı.
Dikkatin merkezindeki Majesteleri, Nell’in rahatsızlığının
kaynağıydı. Ne olduğunu tam olarak söyleyemiyordu, ama içgüdüleri, bakışlarında
bir tuhaflık olduğunu söylüyordu. Prensle ilgili diğer şeyler normal gözüküyor
gibiydi. Davranışları büyük ve yürüyüşü bir kraliyet ailesi üyesine uyan
şekildeydi; vücudu sanki bir asillik havası yayıyor gibiydi. Ama, gözlerinin
garipliği dikkat çekiyordu. Onlardaki bir şey Nell’e tuhaf gelmişti. Sanki
gözlerini dolduran ışık çürüyüp gitmişti.
Bir şeylerin yanlış olduğunu biliyordu. Ama şüphesini
dillendirebilecek şansı bulamamıştı. Olaylar, şüphesinden bahsedemeyecek kadar
hızlı gelişiyordu.
“Majesteleri, vatan hainliğinden aranıyorsunuz. Bize teslim
olmanızı sağlayacağız!” diye bağırdı Carlotta. Operasyonun komutanı, sözlerinin
hemen ardından emirler yağdırmaya başladı. “Görevimiz, şu ana kadar kolay bir
şekilde ilerledi. Şimdi ise bu harcayamadığımız çabayı telafi etmeli ve
elimizden geldiği kadar sıkı bir şekilde savaşmalıyız!”
“Peki hanımım!” Şövalyeler emre bağırarak karşılık vermiş ve
askerler gibi silahlarını çekmiş ve savaş için hazırlanmıştı.
“Majesteleri, muhtemelen şu an kafanızda bir sürü şey
olduğunu biliyorum ama durumu kontrol altına almamız için kenara çekilmenizi
istemek zorundayım.” Şövalyelerine konuştuktan sonra, Carlotta kralla
konuşmuştu.
“Pekala.” Her ne kadar yüzünde acı bir ifade olsa da başını
salladı ve kurtarma timinin arkasına geçerek onun sözünü dinledi.
Onun hareketleri, savaşı başlatmıştı. İki grup hemen
kılıçlarını birbirine çarpmaya başlamıştı.
Sonuç, tek taraflı bir katliamdı. Nell, kendinin ve
Carlotta’nın odada bulunan bütün askerlerden daha üstün olduğunu biliyordu.
Kendisi kilisenin kahramanıydı ve öteki ise örnek bir şövalyeydi. Askerlerin
onlara karşı hiç şansı yoktu. Prensin adamları, bu ikilinin ilerleyişini
durdurmayı bile becerememişti.
Her ne kadar gösterinin yıldızı onlar olsa da aslında sonuç
onlar olmasa da pek fazla değişecek gibi değildi. Kurtarma biriminin her bir
adamı, özenle seçilmişti. Onlar elitlerin en öne çıkan üyeleri, kaymak
tabakasıydı. Kabul salonunu dolduran, askerleri alt ederken sergiledikleri
yetenekleri, şöhretlerine leke gelmesine engel olmuştu.
Prensin yenilgisi ve ardından yakalanması an meselesiydi.
Kurtarma birimi, yakında bölgenin bütün kontrolünü ele geçirecekti.
Ancak Nell, zaferi ya da şöhreti düşünmüyordu. Bunlar
yerine, kafası orikalkum seviyesi maceracıyı geciktirmek için geride kalan
iblis lorduna ne olduğuyla doluydu. Operasyonun bu kadar sorunsuz ilerlemesinin
tek sebebi, düşman kuvvetlerinin en güçlüsüyle baş etme görevini üstlenmesi
nedeniyleydi. Adamın saldırısı öyle tehlikeliydi ki, dünyadan bihaber Nell bile
onun yüzünü tanıyordu. Onun adı Savaş Delisi’ydi, savaşta neredeyse rakibi
olmayan bir maceracıydı.
Bir iblis lordu olarak Yuki de kendi çapında gayet güçlü
sayılırdı. Ama aynısı, rakibi için de geçerliydi. Nell kısa sürede, ikisinin de
savaşta ne kadar korkunç olabildiği düşünüldüğünde, savaşlarının sona ermesi
için çok fazla zaman gerektiğini düşünmüştü. Bu doğru, diye düşündü kendi
kendine, Yuki en tehlikeli rolü üstlenmiş oldu. Onu öylece bırakamayız. Burayı
olabildiğince çabuk halledip, ona yardıma gitmeliyiz.
Hem Carlotta hem Yuki’nin kendisi, ona yardımcı olmamızın
ona engel olacağını söylemişti ama bu Nell’in kafasına yatmıyordu. Yapabileceği
bir şeyler olduğunu biliyordu. Yardım etmek bu kadar imkansız olmamalıydı. Ona
yardım etmemek, kabul edebileceği bir şey değildi.
Ve bu nedenle, kafasında bu düşüncelerle kendini savaşa
vermeye devam etti--bir başka düşünce tarafından dikkati dağılana kadar. Neden
Majesteleri bu kadar sakin görünüyor?
Kurtarma birimi, prensin askerlerini eziyordu. Kabul salonu,
kendi müttefiklerinin eline geçmek üzereydi. Ve buna rağmen, prensin ifadesi
her zamanki gibi kendine güvenliydi. Nell, birden bunun sebebinin, prensin
elinde bir koz, olayı tam tersine çevirip, zaferi ellerine alabilecekleri bir
şey olduğundan şüphelenmişti.
Kafasından bu düşünce geçtiği anda gürültülü bir kırılma
sesi meydana gelmişti. Camlardan biri şiddetli bir şekilde parçalara
ayrılırken, içeri bir şey girmişti.
Kafasındaki düşünceler dizisi yüzünden neredeyse düşmana
destek geldiğini sanmıştı. Ama boynunu çevirip giren kişiye baktığında hatalı
olduğunu görmüştü. Sahneye giren kişi, bunca zaman aklında olan iblis lordundan
başkası değildi.
***
Zaien’i savurdum. Çapraz, aşağı yönlü kesiğin arkasında cam
kıran girişimin bütün kuvveti vardı. Düşmanım şaşkınlıktan bir anlık duraksasa da
saldırıya uğrayanın kendisi olduğunu fark ettiğinde kollarını önüne doğrulttu.
Saldırım, savunmasıyla temas etmişti. Kılıcın, etten daha sert bir şeye
çarptığını hissettim. Kolları metalik bir şeyle mi kaplı yoksa?
Ama ne olursa olsun, vuruşumu tamamen durduramamıştı. İki
kolunu kesip, göğsüne, omzundan beline kadar uzanan, derin, çapraz bir kesik
bıraktım. Sıçayım. Yara, beklediğimden daha sığdı.
Kan, kütük gibi, elsiz kollarından ve göğsündeki yaradan
şiddetli bir şekilde fışkırdı ama yığılmamıştı. Saldırım ölümcül olmamıştı. Ama
onu öldürmemiş olsa da büyülü kolyesini yok etmişti. Bu fırsatı, onu analiz etmek
ve stat sayfasını okumakla değerlendirdim.
“Hassiktir!?” Şaşkın bir şekilde bağırmıştım. “Sen bir iblis
misin!?”
“Sende Analiz mi var!?” Çenesini, bir tür emir vermek için
hareket ettirmeden önce benzer bir şekilde şaşırmıştı.
“Dikkat edin, Majesteleri!” Bazı şövalyelerin bağırmaya
başladığını duyduğumda dönüp arkama baktım. Karşımda, prensin bir saldırının
ortasında olduğunu gördüm. Üzerinde olduğu platformdan inip belindeki tören
kılıcını çekerek krala doğru hücum etti. Harekete başladığı anda, korumalar
dikkatlerini oraya vermişti. Dövüşeceğini anladıklarında birkaç şiddetli
kesikten sonra kılıçlarını vücuduna sapladılar.
Ama durmamıştı. Ki bu tabii ki belliydi. Demek istediğim,
adam zombi lan. Zaten ölü. İç organlarının yarısı olmaması niye umurunda olsun
ki?
Afallamış muhafızlar, gördükleri sahneden, hareket
edemeyecek kadar etkilenmişlerdi. Hareketleri, kralın güvenliği riske girmeye
başlayana kadar yavaşladığı için, ağzımla cıkladıktan sonra silahımı çektim ve
prensin kol ve bacaklarına birkaç defa sıktım.
Her bir mermi tam isabet etmişti. Saldırıların gücü, kuklaya
dönmüş prensin bacaklarının birbirine dolanmasına neden olmuştu. Prensin yere
düşüşünden emin olduktan sonra, iblise geri döndüğümde bir çift dişin bana
doğru geldiğini gördüm.
Saldırının yönünden dönerek kaçınmıştım ama hemen ardından
saldırının isteksiz yapıldığını, çünkü iblisin amacının aslında saldırmak
olmadığını anlamıştım. İçeri girdiğim cama doğru koşarken, sırtından bir çift
kanat cisimleşti ve cübbesini deldi.
“Yok ya! Kaçmıyorsun dostum!”
Silahımı ona doğrulttum ve ateş etmeye başladım, ama
rüzgarda süzülen bir yaprak gibi hareket ediyordu. İleri geri hareket ederekn
atışlarımın çoğundan kaçtı. Sadece biri isabet etmişti ama sendelemesine bile
neden olmamıştı. Her şeye rağmen kaleden dışarı atlamıştı. Hay sıçayım. Şimdi
ne yapacağız? Onu takip etsem mi?
İblisi takip etmem demek, kanatlarımı cisimleştirip kim
olduğumu ortaya çıkaracağından tereddüt ettim. Ne yazık ki, bir anlık
isteksizliğimin kritik bir hata olduğunu fark ettim. Gökyüzü, bir balık için su
neyse, iblis için de oydu. Dışarı çıktığında çabucak hız kazandı ve inanılmaz
bir hızla uzaklaştı. Öyle hızlıydı ki, haritamın menzilinden dışarı çıkması
birkaç saniye sürmüştü. Ufukta bir noktaya dönüşmüş, kısa süre sonra da tamamen
kaybolmuştu.
“Hay sikeyim!”