Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Yetimhane - Kısım 1
“Muhahahaha!” Kafamı geriye doğru yaslayıp abartı ve saçma
bir şekilde kahkaha attım. “Yakında! Çok yakında, şeytani hükümdar, hepinizi
yutacağım!”
Kovaladığım çocuklar bağırmaya başladı. Ama korktukları için
değil. Çığlıkları, oyun oynayan bir grup çocuğun çıkaracağı türden bir neşeyle
doluydu.
Çok paniklemiş olduğundan, çocukların küçük olanlarından
biri kaçmaya çalışırken kendi bacaklarına takıldı. Her iblis gibi fırsatı
değerlendirmek yerine, ayağa kalkmasına yardım etmek için eğilip bir elinden
tuttum.
“Dikkatli ol. Adımlarına dikkat etmezsen kötü iblis lordu
seni kesin yakalar.”
“Savol Bay İbvis Lovdu!” Takılıp düşen kız, başını
okşadığımda kıkırdadı.
“Rica ederim. Ve merak etme, bu seferkini yakalama
saymıyorum.” dedim, tekrar rolüme girmeden önce. “Gerçi bir iblis lordu ve kötü
olan her şeyin bir temsilcisi olmama rağmen, yine de iyi bir sportmenin ne
olduğunu bilen bir centilmenim de. Muhahahaha!”
Takılıp düşen kıza biraz avantaj verdikten sonra tekrar
çocukları kovalamaya başladım, ama kısa süre sonra durdurulmuştum. Her biri
hayal gücünü kuşanmış, üç cesur gözüken çocuk önüme çıkmıştı.
“Yolun sonu iblis! Sana yeri öptüreceğiz!” Grubun lideri
gibi gözüken çocuk, elinde tuttuğu hayalet kılıcını kaldırarak ilahi ışığını sergiledi...
“Demek geldiniz kahramanlar.” Kollarımı birleştirip kendimi
beğenmiş bir tavırla burnumdan bir ses çıkardım. “Fmph. Planlarımı bozabilmeniz
için sizden daha fazlasına ihtiyacınız var.”
“Evet, tabii! Al bunu, kutsal kılıç saldırısı!” Lider önüme
doğru atladı ve sadece olay anında görülebilen kılıcını bana doğru savurdu.
“Ateş büyüsü saldırısı!” İkinci çocuk kollarından birini öne
doğru uzatıp elinden büyü enerjisi akıyormuş gibi yapıyordu.
“İkinci kutsal kılıç saldırısı! Galiba ilk çocuk gibi
efsanevi bir kılıç kullanan son çocuk, büyük, abartı bir şekilde kılıcını
sallamıştı.
“Rrrraarghghghg!?” Geriye doğru zıpladım ve arkama doğru
savrularak, sanki kombo saldırılarıyla beni yenmişler gibi yaptım. “L-lanet
olsun size kahramanlar! Beni yenmiş olabilirsiniz, ama bu sizin, yani
insanlığın son sınavının yanında hiçbir şeydi! Bugün yenilmiş olsam da, ikinci
bir iblis lordu gelecektir. Ve onu yenerseniz ardından bir üçüncüsü gelecektir.
Şeytani hükümdarların sonu asla gelmeyecek ve çekeceğiniz çileler asla
bit-hoop!”
Oyunun sona erdiğini fark eden çocukların üzerime doğru
koştuklarını görünce şaşırmıştım.
“Durun durun, hadi ama çocuklar, yapmayın! Hala monologumun
ortasındayım. Ve tek tek gelin, hadi ama! Ve sen, bana doğru öyle zıplama
bakalım! Canını yakarsan ne yapacaksın!”
Neyse ki, kendini bana doğru fırlatan çocuğu, yere düşmeden
önce havada yakalayabilmiştim. Ona bir şey olmadığını gören diğerleri de onun
yaptığını yapmaya başladı. Kendimi bir çocuk yığınının altında bulmam, çok
sürmemişti.
“Sana bağlandıkları çok belli.” Kahraman yanıma çömelip
yüzüme yukardan bakarken kıkırdamıştı. “Ve bir iblis lordu gibi davranmaya bu
kadar hızlı alışmış olmana çok şaşırdım.”
“Sonuçta öyleyim aslında. Özel bir şey yapmıyorum.”
Acaba çocuklar benim gerçekten bir iblis lordu olduğumu
öğrenseler ne yaparlardı? Bu akıllarına bile gelmezdi. En çılgın rüyalarında
bile.
“Ayrıca çocukları eğlendirmede bu kadar iyi olmana da
şaşırdım.”
“Bunun sebebi, evde hep bunu yapıyor olmam.” dedim. Gerçi,
zindanda işler biraz daha farklı. Herkes iblis lordu olmak istiyordu. Bir
kahraman rolüne girip normalin tam tersine kaybetmem gerekiyordu.
Tabii ki, kültürel farklılığın sebebi, zindanda yaşayan
çocukların kahramanlardan çok iblis lordları hakkında bir şeyler öğrenmiş
olmalarıydı. Bu çok belli yani.
“O kadar da zor değil. Eminim sen de iyisindir.” dedim
sırıtarak. “Ne dersin? Bir denesen ne olur? Hatta ne diyeceğim, eğer yaparsan,
bu harika maskelerden bir tane de sana alırım.”
“Yok teşekkürler.” Nell lafımı hemen kesmişti. “O tuhaf
maskelerden cidden istemiyorum.”
Vay be Nell. Bunu nasıl söylersin?
Bizi yetimhaneye getiren şövalye konuşmamızı uzaktan
izledikten sonra yanındaki kadınla gülümseyerek konuşuyordu. “Birden çıkıp bu
kadar kısa sürede onlara kalacak yer istediğim için üzgünüm.”
“Lütfen, merak etmeyin.” Yetimhane müdürü kadın, nazik bir
şekilde gülümseyerek başını sağa sola salladı. “Kilisenin desteği olmasa
halimiz ne olurdu bilemiyorum. Size en azından bu kadarına borçluyuz. Ve ayrıca
çocuklar da çok mutlu oldular.”
Yaptıkları konuşmanın sebebi, dün gece Carlotta’nın bizi bir
kışla ya da han yerine bir yetimhaneye götürmüş olmasıydı. Bu yetimhane, kilise
tarafından işletiliyor ve destekleniyordu. Her ne kadar kalacak yer için ilk
tercih edilecek yer olmasa da bizim için müsait olan tek yer burasıydı.
Başkentteki çoğu han kapılarını kapatmış ve kilisenin bütün yatakhaneleri de bu
geceki operasyon nedeniyle askerler tarafından doldurulmuştu. Yetimhane, geceyi
geçirebileceğim gerçekten tek yerdi.
Beklenileceği üzere, kapanmış tek yerler hanlar değildi.
Aslında, başkentteki çoğu mağaza da kapanmıştı. Sebebi siyasiydi. Darbeden
sorumlu olanlar başkenti giriş çıkışa kapamış ve dış dünyayla bağlantısını
kesmişti. Başkent, yiyecek üretimi konusunda iyi durumda değildi.
Yiyeceklerinin tümü dış dünyadan ithal olarak geliyordu--yasak sebebiyle
ithalat da durmuştu. Sonucun ne olacağı çok belliydi: yiyecek kıtlığı.
Şehre gıda sağlamakla sorumlu tüccarlar gelmeyi bırakmıştı.
Paragöz şeytanlar olarak, başkenti ziyaret etmenin güvenli olmadığını
biliyorlardı. Bir münakaşa arasında kalıp, çatışmanın istenmeyen bir sonucu
olarak en sonunda can verebilirlerdi.
Ama daha da önemlisi, güvenlik ve kazanç birbirine pek de
bağlı değildi. Bir yolunu bulan küçük ve orta ölçekli işletmeler bile kazanç
sağlayamamışlardı. Girişin yanına yerleştirilen askerler mallarına el koyuyor
ve bunun karşılığında, başta satın alırken ödedikleri paranın küçük bir kısmını
veriyorlardı. Hiç de karlı bir alışveriş değildi. Aklı başında hiçbir tüccar
başkente uğramak için bu kadar sıkıntıyı çekmeye uğraşmazdı.
Daha büyük firmalar ve onların tedarikçileri için işler daha
kolaydı. Ordunun mantıksız isteklerine takılmadan, güvenli bir şekilde şehre
gidip çıkabiliyorlardı. Ancak, onlar da tüccardı. Paranın peşindelerdi. Hayır
işi yapmıyorlardı. Gıda ürünlerine çektikleri fiyat, normal zamanlardan birkaç
kat daha fazlaydı. Başkentin geçim masrafları büyük bir artış göstermişti.
Bir de üzerine, şehri ele geçirirken buldukları fazla gıda
malzemelerine de el koymuşlardı. Ve bu yüzden başkentte yaşayanlar, kendilerini
ölümün kıyısında bulmuşlardı. Vaziyet berbattı. Yeterince yiyeceği güç bela
bulabilmek ve günü kurtarabilmek için mücadele etmek ve yarışmak zorundalardı.
Her ne kadar şehirde yaşayanlara açık seçik bir şekilde
saldırıyor olsalar da, prens ve küçük pislik çetesi hız kazanıyordu. Teknik
olarak hala asi sayılıyorlardı. Ancak, gelecek tüm tepkiyi övgüye çevirebilmek
için harıl harıl çalışıyorlardı. Tabii ki, prensin yandaşları, baştan beri
onlara karşı olanları etkileyebilmiş değildi ama çoğu tarafsız soylu grubunu,
kendi taraflarına geçmenin karlı olacağını söyleyerek, ikna etmeyi
başarabilmişti. Prensin son zamanlardaki müttefik bulma hızını gören çoğu fırsatçı
da onun tarafına geçtiğini ilan etmişti. Yakında yönetme hakkını eline
geçireceğinden şüphe yoktu.
Zaman onun lehine işliyordu. Ve durduğunda da ona karşı
olanlar haklı mücadelelerini kaybedeceklerdi. Kilisenin bu kadar sıkışık
durumda olmasının sebebi büyük ihtimalle buydu. Normal şartlarda, operasyonun
açıklandığı günün ertesinde yapılacağından bayağı şüpheliydim.
“Çocukları eğlendirmek zorunda kaldığınız için üzgünüm.”
Müdür bana özür dileyen bakışlarla bakıyordu. “Misafirimiz olduğunuzu ve size
daha iyi davranmamız gerektiğinin farkındayız ama...”
“Merak etmeyin. Önemli değil.” dedim. “Burada ücretsiz
kalmamıza izin verdiğiniz için size yardım ediyor olmamız gayet doğal.”
Omuzlarımı silkerek müdüre sırıttım. Gerçi maske yüzünden
bunu göremiyordu.
“Kim olduğunla ilgili bir şey sormayacağımı söylemiştim ama
çok merak ettim,” dedi Carlotta. “Hiç çocuğun var mı? Bunun için biraz
gençsin.”
“Yok. Sadece evimde, kız kardeş gibi bir gördüğüm iki kız
var. Her zaman onlarla oynadığım için bu işe bayağı alıştım.”
“Bay Maske! Bay Maske!” Çocuklardan biri bana doğru gelip
nazikçe tişörtümü çekiştirmişti. “Tekrardan iblis lorduymuş gibi yapabilir
misiniz lütfen?”
“Tabii ki. Öyle istiyorsan, dileğini yerine getireceğim
anca--” karaktere girmek üzereyken çocuğun guruldayan karnının sesi tarafından
yarıda bölündüm. “Galiba biraz karnın acıkmış gibi.”
“Hıhı...” diye suratını buruşturdu çocuk. “Ama hepimiz açız,
o yüzden elimden geleni yapıp şikayetçi olmamalıyım.”
Doğru. Ne mal adamım ya. Şehirde yiyecek kıtlığı var. Tabii
ki açlar. O enerjik hallerini görünce bunu fark edememiştim ama sanırım bunu
kontrol altında tutmaya çalışıyorlardı. Bir düşününce, yedikleri kahvaltı,
neredeyse adam akıllı hiçbir şey yoktu. Muhtemelen, yakın zamanda doğru dürüst
bir yemek yiyememişlerdi. Lanet olsun sana Yuki. Bir sonrakine daha hızlı fark
et.
“Peki, sanırım boş karınla oyun oynayamayız şimdi değil mi?
Biraz eğilip çocuğun saçlarını karıştırdıktan sonra ayağa kalkıp kahramana
doğru döndüm. “Hey Nell. Buraya gel ve bana yardım et.”
“Hı? B-bekle, ne oluyor?” Kahramanın kafası tamamen
karıştığından onu kolundan yakaladım ve mutfağa doğru onu çekiştirdim. “Bekle!
Beni nereye götürüyorsun!?”
“Yiyecek bir şeyler yapmaya. Bir grup açlık çeken çocuğu
öylece izleyememem, bu yüzden biraz et pişireceğim. Her şeyi kendim yaparsam
çok uzun süreceği için, seni yardım için buraya getirdim.” Müdüre doğru döndüm.
“Mutfağınızı bir süre kullanmamızda sorun yoktur umarım.”
“Lütfen, rahatınıza bakın.”
Ve Müdürden izin aldıktan sonra, Nell’i işe doğru sürükledim.
“O, Nell’in adamı gibi bir şey değil miydi? O bir kahraman,
bu yüzden onun hizmetinde olan biri gibi davranması gerekmiyor mu?” Bütün olanı
biteni izleyen Carlotta, biz giderken kafası karışmış bir şekilde kendi kendine
konuşmuştu. “Neden Nell’i çekiştiriyordu ki?”