Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Yetimhane - Kısım 2
“Tamam çocuklar, hadi tabaklarınızı alın ve sıraya girin.
Kahraman kepçeyle, yetimhanenin bahçesinde bulunan masanın üzerinde bulunan bir
tencere et yahnisini karıştırdıktan sonra çocuklara dönmüştü. Genelde yetimhaneler
dendiğinde akla yoksunluk gelse de bu bina şaşırtıcı derecede büyüktü.
Çocukların bağırış çağırış içinde oynayabilecekleri çok fazla yer vardı.
“Sıranızı beklemezseniz, hiç alamazsınız, o yüzden birbirinizin önüne geçmeye
çalışmayın!”
“Tamam!!” Çocuklar hevesle cevap verdikten sonra söyleneni
dinlediler ve kendi kendilerine düzgün, tek bir sıra halinde dizildiler.
Her ne kadar yemeği hazırlamış olmamın asıl sebebi çocuklar
olsa da, küçük yemek toplantımıza tek katılanlar çocuklar değildi. Carlotta ve
yetimhanenin müdürü de orada hazır ve nazırdı.
“Yemeğin kokusu gerçekten çok davetkar bir kokusu var,” dedi
Carlotta. “Adı neydi, tekrar söyler misin?”
“Şey... Sanırım et yahnisi demişti. Baharatlandırmasına
kadar kendi başına yaptığı için nasıl yaptığı hakkında hiçbir fikrim yok. Biraz
ister misin Carlotta? Çok fazla var ve eminim çocuklar tek başlarına bu kadar
yemeği bitiremezler.”
“Biraz alayım o zaman.”
“Peki ya siz Bayan şey... Firni’ydi değil mi?”
“Olur... Sanırım birazcıktan bir şey olmaz.” Yetimhane
müdürü tereddütlü bir şekilde başıyla onayladı. “Bunu yaptığınız için teşekkür
ederim. Misafirimiz olduğunuzdan, size misafirperverlik göstermesi gereken biz
olmalıydık. Ve buna rağmen...”
“Sorun değil.” Nell gülümsedi. “O zaten söylemişti, birden
kapınızın önünde belirip, gece kalacak yer isteyen bizdik. Bunu borcumuzu
ödemek için kendi yöntemimiz olarak görün.”
Her ne kadar herkese yetecek kadar yahni olsa da menüdeki
tek yemek bu değildi. Bitişik bir masanın başına kurulmuş ben, ikinci yemeği,
bütün bir et rostosunu, çocukların rahatla yiyebilmesi için küçük parçalara
ayırıyordum.
Büyük et parçasını daha küçük et parçalarına çevirmem,
yemeklerini yerken gözleri ellerime takılı kalmış çocukların hoşuna gitmiş
gibiydi. Yani, tabii ki de hayır. Yemeğe yumulmak için sabırsızlanıyorlardı,
bunu biliyorum.
Muhtemelen bu iki yemeğin tatlarını merak ediyorlardır.
Gerçi, her iki yemeği de tanıyamamış olsalar da, beklentilerinin bayağı büyük
olduğu belliydi--ki bu da sorun değil zaten. İkisi de gayet lezzetliydi. Onlara
verilenle mutlu olacaklarından emindim. Ama ben olamazdım. Normal Japonlar bu
tarz durumlarda bir tür köri pişirirlerdi. Bir grup aç çocuğu doyurmak
dendiğinde standart olarak bu yapılırdı. Ama içinde hiç pirinç olmazdı. Durumun
ne olacağını bilemediğimden, yanımda bir sürü tahıl türünden yiyecek
getirmiştim. Bu yüzden, başka bir şey katmadan, sadece meyaneyle yapılacak bir
şey düşünmem gerekiyordu. [1] En sonunda et yahnisini seçmiştim. Her ne kadar
Japon estetiği isteğimi karşılamasa da.
“Sonraki!” Çocuklardan birisinin tabağının üzerine birkaç
parça etten koyduktan sonra, ilerlemesi için sıraya seslendim.
“Sıradaki benim!” Sonraki çocuk hızla bir adım attı,
tabağını kaldırdı ve gülümsedi. “Taktığınız maske gerçekten çok havalı gözüküyor
Bay Maske!”
“Zevk sahibi birisiniz genç hanımefendi. Senin gibi iyi
kızlara bizim orda ne yaparlar biliyor musun?” Diye yarım bir gülüş attım.
“Onlara fazladan bir parça et veririz.”
“Yaşasın!”
Kızın tabağındaki et yahnisinin üzerini birkaç etle süsledikten
sonra, tekrar ilerlemesi için sıraya bağırdım.
Her ne kadar fazladan bir parça verdiğimi söylemiş olsam da
maske iltifatından sonra da bu sayı standart haline gelmişti. Çocuklar, maskeme
iltifat ettiklerinde fazladan yiyecek alabildiklerini hemen kapattıkları için
herkes fazladan parça almıştı. Heh. Şu an sadece hediye için söylüyor
olabilirler ama bir süre sonra fikirleri değişip bunu sürekli yapmaya
başlayacaklarından eminim. Maskelerin ne kadar havalı olduğunu öğrenmek
zorundalar. Gerçi o kadar uzun süre burada duracak değilim. Ama anladınız işte.
Mantıksız olsa da, mutfakta takılırken, maskemi mecburen bir
başkasıyla değiştirmek zorunda kalmıştım. Şu anki maskem, önceki gibi yüzümü
tamamen kaplamıyordu. Ağzımın olduğu yerde bir delik vardı, böylece ben de
herkesle birlikte yiyebilecektim. Yemek zamanı geldiğinde, maskenin sinir
bozucu olacağını zaten biliyordum. Ağzımla içine koymak istediğim herhangi bir
şey arasında bir bariyer olacağından bana zorluk çıkaracağı belliydi. Çıkarıp
yüzümü göstermek de istemiyordum. Bu beni bir aptal gibi gösterirdi.
Gerçi, başından beri bir maskenin arkasına saklanmanın bir
anlamı yoktu. Ama umursamadım. Gerçeği söylemek gerekirse bu davranışım sığ
düşüncelerden kaynaklanmıştı--maske takmak bayağı havalı hissettiriyordu. Tüm
gerekçelerim, kendi kendimi haklı çıkarma çabalarımdan kaynaklanan bahanelerden
başka bir şey değildi.
“Bunu öylece, ücretsiz şekilde vermen sorun değil mi
gerçekten?” Carlotta kaşlarını çattı. “Bu yemek bayağı masraflı olmuş olmalı.
Hem canavar eti hem de bir sürü baharat kullandığını anladım.”
“Sorun değil.” Mutlu mesut yemeklerini yiyen çocukları
izlerken omuzlarımı silktim. “Bu eti aldığım canavarlar çok güçlü değiller.
Onlarda birkaç tanesini avlamak benim için sorun değil. Baharatlar da... az çok
ev yapımı olduklarından, aşırı derecede masraf olmadılar bana.”
Para harcadığım tek şey et yahnisinin suyunu yaparken
kullandığım malzemelerdi. Ve buna da çok fazla DP harcamamıştım.
Kendimi tatmin edecek kadarını yapmıştım. Illuna ve Shii ile
geçirdiğim onca zaman, çocuklara bakış açımı değiştirmişti. Eski hayatımda
çocuklardan çok hoşlanmazdım. Ama şimdi işler farklıydı. Onları acı çekerken
görmek beni çok hüzünlendiriyordu. Onlara yardım etmemin sebebi, yüreğimin
onlar için kan ağlamasını istemememdi. Birden bu davranışımı gelecekte de devam
ettireceğimi fark ettiğim için, yeni bir politika benimsedim: Sadece yardım
etmek için çıkıp çocuk aramayacaktım tabii ama yakınımdakilere yardım
edecektim.
Bir süredir mangal yapma havasında olduğum için rostoyu
bahçede yapmaya karar verdim. Kızarmış etin kokusu, yiyecek kıtlığı çeken
insanları yetimhane önüne çekmişti.
“Hey... bir şey mi kokuyor?” diye sordu geçen birisi.
“Evet dostum. Hatırladığım hiçbir şeye benzemiyor, ama
dostum, bayağı güzel kokuyor. Karnımı gerçekten acıktırdı.” dedi diğer adam.
Yetimhanenin önünde bir kalabalığın oluşması çok uzun
sürememişti. Birçoğu, gözlerinde açlığın getirdiği kıskançlıkla içeriyi
gözlüyordu. Hmm... Biliyor musun? Aslında şu an, aklımdaki şey için çok uygun
bir fırsat olabilir.
“Hey Nell, biraz benim yerime bakabilir misin?”
“Hı? Uhm, tabii.”
Servis işini kahramana bırakıp, kalabalığa doğru yürüdüm.
“Aç mısınız lan şerefsizler?” Sorumu sorarken gösterişli bir
şekilde durup kollarımı birleştirdim.
“E-evet.” Her ne kadar bana şüpheli bir şekilde cevap vermiş
olsalar da, kalabalığın içindeki birkaç kişi niyetimi anlamıştı.
“Etin tadını özlüyor musunuz?”
“E Evet!” İkinci tepki çok çabuk gelmiş ve ilkinden daha
enerji doluydu. Kalabalık gaza gelmeye başlamıştı.
“O zaman et alacaksınız.” dedim. “Ama bana yardım
ederseniz.”
Eşya kutumu çıkardım ve sokağın ortasına bir sürü canavar
cesedini bıraktım.
“O-o-olur...” aniden önlerine dökülmüş bir sürü yiyeceği
gören kalabalık tepki verirken kekelemişti.
Envanterimdeki etler iki farklı kategoriye ayrılabilir:
doğranmış etler ve hala canavar şeklinde duran etler. Yetimhaneye yiyecek
haline getirilmeye hazır olan etlerin hepsini vermeyi planlıyordum. Her ne
kadar kalanlar benim için çok gelecek olsa da kalanları kullanmak uygunsuz
olurdu. Ama yetimhanenin iyiliği için buna katlanmaya karar verdim.
Ya da en azından, bu kadar ani olmasa da bu kadar uygun ucuz
iş gücü bulamazdım. Elimizdekiyle yetinmemiz gerekir değil mi?
“Geriye yahni kalmadı. Bu yüzden kokusunu aldığınız şeyden
alamayacaksınız.” Dedim. “Ama kullanabileceğiniz bir sürü et var. Ya da en
azından alıp götürmeye hazır diyebiliriz. Gördüğünüzden eminim, hazırlanmış
değiller. Ve bunun ne anlama geldiğini biliyorsunuz. Yemek istiyorsanız,
çalışmanız gerek.”
Kalabalığın arasından birkaç tanesi öne çıktı.
“Bu benim kolaylıkla halledebileceğim bir şey. Dükkanım şu
an kapalı olsa da ben bir kasabım. Normalde her gün yaptığım işin birazını
yapmak sorun değil.” dedi kalabalığın içinden birisi.
“Beni de say. Pek öyle gözükmesem de eskiden bir
maceracıydı. Ve canavarları parçalama konusunda bayağı becerikliyimdir.” diye
bir başkası ekledi.
“Pişirme işini bana bırakabilirsiniz! Yakındaki
restoranlardan birinde bir aşçıyım.” dedi bir üçüncüsü.
“Biraz tabak getireyim! Evde bu durumlar için kullanacak
kadar büyük tabaklardan var!” dedi dördüncü birisi.
Organize olmamış yığın, ekiplere ayrılıp işe koyuldu.
“Güzel.” diye sırıttım. “Şimdi dinleyin. Yemekleri sadece
hazırlamada payı olanlar yiyebilecek. Ve işiniz bitene kadar yemeğe dokunmak
yok. Az kalacağından endişelenmeyin. Çünkü işiniz bittiğinde boğazınızdan aşağı
o kadar çok yemek dolduracağım ki durmam için bana yalvaracaksınız!”
Cesaretlendirmek için kibirli kibirli konuşmaya devam
etmişti. Doğrusu, istediğim kadar kendim gibi davranma hakkım vardı. Yemeği
sağlayan benim sonuçta. Ben olmasam bütün bu olayın gerçekleşmesi imkansız.
Muhahahaha! İçimden kahkaha atmıştım. Çalışın, cahil
plebler. Çalışın ve her zaman istediğim ucuz iş gücünü bana sağlayın!
Yetimhanenin önündeki kalabalık diğerlerinin de dikkatini
çekmiş ve başına üşüşmelerine sebep olmuştu. Kalabalığın boyutu arttıkça
canavar etinin miktarını da artırıyordum, böylece yapılacak iş miktarını da
artırıyordum. Böylece, yapılan gürültü artmış, dolayısıyla kalabalığı daha çok
insanın fark etmesine sebep olmuştu. Kendi kendini sürekli tekrar eden,
tehlikeli bir döngüydü.
Yetimhanenin bulunduğu sokağın, bir doğaçlama gösteri mekanı
haline dönüşmesi çok sürmemişti.
[1] Meyane, un ve hayvansal ya da bitkisel yağın (genelde
tereyağ) kavrulmasıyla yapılan, genelde çorbalara konulan bir tür sos veya sos
bağlayıcı malzeme.