Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Kaleye Doğru
Çatıdan çatıya atlayan röntgenciyi takip ettim. Bir aksiyon
filminden kaçmış gibi hareket ediyordu ama garip bir sebepten, zıplamaları bana
bir tavşanı anımsatmıştı. Onu takip ederken kafamdan sinirli düşünceler
akıyordu. Onu takip etmek tam bir eziyetti. Onu yakalayacaktım. Ve
yakaladığımda, bunu ona ödetecektim.
Hareket ederken, rastgele bir fikir aklıma geldi.
Bilirsiniz, bu benim beklediğim şans olabilirdi.
Kendimi kahraman ve ilişiği olduğu birlikten şüphe
çekmeyecek kadar uzaklaştırmıştım... Onlarla kalmış olsaydım, kilisenin
ekiplerinden birinin parçası olarak kalmak zorunda kalacaktım ve bu da işime
gelmezdi. Kendi başıma hareket etme fırsatını kaçırmış olurdum. Zaten, fırsat
bulduğumda onlardan ayrılmayı düşünüyordum. Ama şimdi bunu yapmama gerek yoktu.
Tavşan çocuk, dahi ninjamız, doğrudan kralın kalesine doğru
ilerliyordu. Onu takip edersem, eninde sonunda düşman kalesine girmeyi başarabilirdim.
Tuttuğu yol, tam olarak gitmem gereken yere gidiyordu. Yol boyunca ilerlerken,
yaşadığımız ufak olay, gereğinden fazla karmaşaya neden olmuştu. Prens ve
adamları, kilisenin onu tahttan indirmek istediğini yakında anlayacaktı. Bu an
meselesiydi. Ve gözlemciyi yakalamak da pek vakit kazandırmayacaktı. Ama bu
ondan bilgi almamı engelleyecek değildi. O da diğer ajanlar gibiydi. Hiçbir bir
şey bilmediğini sanmıyorum.
Yapabileceğim en iyi şey, onu gölge gibi takip etmekti. Ve
böylece, onu bayıltana kadar dövmenin yollarını düşünmeyi bıraktım ve belirli
bir mesafeden onu takip etmeye devam ettim. Gizlilik yeteneğim yol boyunca
aktifti tabii ki.
Onu sadece takip etmek kendini tekrar eden bir işti. Çatıdan
zıplıyordum, havada süzülüp, bir başka çatıya iniyordum ve böyle devam
ediyordu. Beni başta biraz zorlamıştı. Sürekli takılıp duruyordum ve neredeyse
yere yapışacak gibi oluyordum. Biraz sürse de, zamanla alışmıştım.
Bunun yerine kanatlarımı kullanmayı da düşünmüştüm. Parkurda
ustalaşmakla pek ilgilenmiyordum. Ama ne yazık ki bunu seçtim. Onlarla görünme
riskini göze alamazdım, her ne kadar düşük bir risk olsa bile. Kanatlarım
olmadan da birinin beni görme ihtimali vardı tabii ki, ama bu haldeyken
görülmekle görülmemek pek fark etmezdi.
Ama diğer yandan, kanatlarım dışarıda görülürsem, insanmış gibi
davranmak için harcadığım onca emeğin boşa gitmesine neden olurdum. Ve harcadığım
paraları boş yere çöpe atmaya niyetim yoktu.
Bir dakika. İblis Lordları gerçekten iblisler mi? Yoksa
ikisi teknik açıdan başka şeyler mi? Evrim geçirirken, ırkım da değişime falan
uğramıştı ve iblislere lordluk yapabilmek için iblis olmak zorunda olduğunu
sanmıyorum. Gerçi bir iblis lordu ne ki zaten?
Irkların çoğu gayet güzel tanımlanmıştı. İnsanlar... insan
işte, bildiğiniz insan. Hayvansılar, hayvana benzeyen özellikler taşırdı.
Cüceler ve elfler gibi, arı insanlar da doğası gereği insana benzeyen
yaratıklardı. Ama iblisler, doğru dürüst tanımlanmamıştı. Kelimenin tam
anlamıyla, bunlar dışında diğer her şey olarak tanımlanıyorlardı. Uzaktan
insana benzeyen, insan, yarı insan ya da hayvansı olmayan şeylerin hepsine
iblis deniyordu. Bu tanımdan ilerlersek, teknik olarak ben bir iblis oluyordum.
Bahsettiğim tanımlamalardaki sorunlar çok muğlaktı. Hatta
yarı insanla iblis arasında belirgin bir çizgi yoktu. Yarı insanlara yarı insan
denmesinin sebebi, insanların büyük çoğunluğunun böyle kabul etmesi
nedeniyleydi--doğaları gereği biraz insana benzemeleri sebebiyle böyle
söyleniyordu. Buna karşın iblisler, genel olarak daha hiddetli ve dövüşe
yönelik olarak görülüyordu.
Ama yine de terimler belirsiz ve bir kişinin şahsi görüşüne
göre belirlenmişti.
Her ne kadar baş iblis olarak doğmuş olsam da iblisler
hakkında pek fazla bir şey bilmiyordum. Onlarla ilgili duyduğum az şeyden biri,
tanımlanma şekillerine bakarsak gayet mantıklı gelen birlik olamamalarıydı.
Şeytaniler çatısı altına bir sürü farklı grup tıkılmıştı.
Doğaları gereği farklı olmaları gerekirdi. Lefi’ye göre iblis klanlarının
paylaştıkları tek benzerlik, çoğunun kas kafalı tipler olduğuydu. İblis
dendiğinde çoğu kişinin aklında canavar ruhlu ya da kanatlı olanlar gelirdi. Bu
yüzden bu iki ırk ve diğerleri, iblis dendiğinde gösterilen örnekler olarak
bilinmeye başladılar. Sadece bir sorun vardı. Hem canavar ruhlu olanlar hem de
kanatlılar bunun doğru olduğunu desteklemişlerdi. Her iki klan da güçlü olanın
yönetmesi gerektiğine inanıyordu. Ve bu yüzden, diğer klanların çoğu onların
liderliğini kabul ettiklerinden, örnek olarak onlar gösteriliyordu; iblislerin
büyük çoğunluğunun iyi niyetli et beyinlere dönüşmesi çok uzun sürmemişti.
Gerçi, her bir şeytani ırkın her bir üyesinin sadece güçlü
olmaya odaklandığını söyleyemeyiz. Aralarında dövüşmeyenler de vardı. Örneğin:
Leila Zindanımızda takılan bu iblis kız, kas kafalı tanımının tam tersiydi.
Gerçi biraz tuhaftı ama kendi gibi davranıyordu sonuçta. Ah tabii, Leila
demişken...
Boynuzlu iblis kız, dünyanın bulunduğu durum hakkında sağlam
bilgiler vermişti. Ona göre, iblis türünün şu anki liderleri, insanları tek
başlarına yeneceklerine inanmıyorlardı. Yakın zamanda, hayvansı ve yarı insanlarla
aralarındaki sorunları bir kenara itmişler ve insan tehdidini bir birlik
halinde sona erdirmek için ortak çalışmaya başlamışlardı. Dahası, gelecek için
daha iyi bir yol haritası çizebilmek için daha bilgili iblisleri toplamaya
çalışıyorlardı. Bu son kısım, ırklar ve klan üyeleri arasındaki farklılıkların
bulunduğunu aslında ortaya koyuyordu. İblislerin yönettiği ülkenin nasıl bir
yer olduğunu merak etmiştim. Bir ara orayı ziyaret etmem gerekiyor sanırım.
Düşünceden düşünceye atlarken, adamı takip etmeye devam
etmiştim. Bayağı bir zaman geçmişti ve sonunda başkentin merkezinde bulunan,
boş koşuşturmacamızın başlangıcından beri uzaktan görebildiğim kaleye
ulaşmıştık.
Bembeyaz taştan yapılma, harika bir yapıydı. Cilalı,
gösterişli ve düzgün bir kaleden beklenecek her şeyi sunuyordu. Ama tek
yapabildiği buydu. Heh. Benimki çok daha iyiydi.
Üstünlük hissinin verdiği tatminle doldum ama bu fazla uzun
sürmedi. Tavşan çocuk sonunda çatıdan çatıya zıplamayı kesmişti. Varacağı yere
ulaşmıştı. Bir binadan kendini bırakıp yere düştükten sonra, kalenin etrafından
dolaşıp, ön kapıdan girmek yerine, dış surlarda yer alan bir arka kapıdan giriş
yapmıştı.
Tek başına dikilen bir muhafız, tavşan çocuğun kapüşonlu
pelerininden çıkardığı kimliği istemişti. Sonra tekrar harekete geçti ve bu
sefer, kalenin içine giden bir kapıya doğru yöneldi.
Onu takip etmeye devam ettim. Olabildiğince az ses çıkarmaya
gayret ederek, dikkatlice duvarın üstünden atlayıp kapıya doğru yöneldim.
Doğrusu, biraz gerilmiştim, sinirlerimi yatıştırmak için derin bir nefes aldım
ve kapının koluna doğru uzandım.
Ama dönmemişti.
Bir tıkırtı sesi geliyordu ama hepsi bu. Kapı kolu
oynamıyordu ve kapı da açılmamıştı. Kilitliydi. Sıçayım. Bunun olacağını
bilmeliydim. İnsanlar kapıları arkalarından tabii ki de kilitler. Neden
kilitlemesinler?
Ve hareketlerim adamı harekete geçirmiş ve bir şeylerin
yanlış olduğunu fark etmesine sebep olmuştu, galiba şanslıydım.
“Kim var orada?” Her ne kadar şüphelenmiş olsa da öylece
kapıyı açmış ve kafasını dışarı çıkarmıştı. Sanırım benim muhafız olduğumu ve
onunla bir işim olduğunu falan düşünmüştü ama yanılmıştı.
Adamın yüzünü görür görmez yaptığım ilk şey vücudumu
döndürüp, bugünün üçüncü döner tekmesini atmaktı. Kafası duvara çarpınca
inleyip kapıya doğru yığıldı ve kapıyı ardına kadar açtı. Ama hepsi bu kadardı.
Ses çıkarmak için çabuk davranamamıştı.
Hemen kapıdan içeri sızdım ve etrafta kimsenin olmadığını
kontrol ettikten sonra, röntgenci tavşanı içeri çekip kapıyı kapattım.
“Vay arkadaş.” Derin bir oh çektim. “Az daha
yakalanıyordum.”
Elimden geldiğince gizli bir şekilde sızmaya çalıştım. Hiç
ses çıkarmamaya ve hiç görülmemeye çalıştım. Olay, düşmanlarımın alarmı
çalmaması için işleri mümkün olduğunca basit tutup, çimenin içindeki bir yılan
kadar gizli ilerlemekti. Ne kadar az şüphe çekersem, o kadar az tetikte
olurlardı. Ve ne kadar az tetikte olurlarsa, durumun kontrolünü ele almam o
kadar kolay olurdu.
Ama görünüşe göre, bunu başarabilecek yetenek bende yoktu.
Kilidin kitli olup olmadığını kontrol etmem gerektiğini bile düşünememiştim.
Kimsenin evde denememesi gereken, sadece sıkı eğitim almış profesyonellerin
yapması gereken bir şeyi yapan bir amatördüm,
Ve sakallı yılanımsı abinin aksine, ben özel kuvvetlerin bir
adamı değildim. Ve onun gibi biri asla olamazdım. İşler o kadar kolay olmazdı.
Bizim yaşlı Snake ve sakallarından bahsetmişken, herif hayvan gibi havalıydı.
Meydanda fark edilmeden ilerleyebilir ve yanı başında olsa bile, genom askerler
onu neredeyse hiç göremezlerdi.
Bir görevi görünmeden tamamlamanın bile ne kadar zor
olduğunu şimdi anlamıştım ve bunu onun yapabiliyor olması, onun ne kadar özel
biri olduğunu gösteriyordu. Benim gibi amatörler dakikalar içinde yakalanırdı.
Aynen. Bu doğru. Bu bahane falan değil. O hayvan gibi yetenekliydi. Muhtemelen
yüksek seviye Gizlilik yeteneği falan vardı. [1]
“Pekala, şimdi sırada ne var?”
Seçeneklerimi düşünürken bir elimi çeneme koymuştum. Binaya
başarıyla girerek ilk görevlerimin hepsini tamamlamıştım. Her ne kadar hepsini
kapsayan hedeflerim varsa da buraya gelirken detaylı plan yapmakla
uğraşmamıştım. Tam bir liberal ruhu.
Plansız ilerlemeyi ne kadar sevsem de iyi bir fikir
olmadığını bildiğimden görevlerimi gözden geçirmeye karar verdim. İlki Prens
Beyinsiz’in canına okumaktı. İkincisi, eski kralı hak ettiği yere, tahta geri
oturtmaktı.
Görevlerimi ve şövalyelerin dün söylediklerini düşününce,
kralı kurtarmanın, diğerinden muhtemelen daha önemli olduğunu anladım. Biraz
baş başa vakit geçirmek istiyordum ve öldürülmeden ona ulaşmak zorundaydım.
Kralın ölmesi, prensin tarafının yönetme hakkını ele geçireceği ve bütün
operasyonun sona ereceği anlamına geliyordu. Bir dakika. Neden başından beri onu
öldürmediler ki zaten? Eğer prensin yerinde olsaydım, muhtemelen tahtın sahibi
yaşlı herifin işini bitirmek yapacağım ilk şey olurdu. Aslında karşıt tarafın
lideri sayılırdı. Onun kurtulması bana ve yandaşlarıma büyük bela olurdu. Peki,
neden öldürmediler? Yoksa propaganda amacıyla meydanda infaz etmeyi falan mı
planlıyorlar?
Saçma sapan şeyler düşünmeye başladığımı fark edince
silkelenip görevime odaklanmaya çalıştım. Kralı kurtarmam gerekiyordu. Acilen.
Sanırım onu yer altında bir yerde tuttuklarını söylemişlerdi.
“Şimdi, eğer kendime bir kale yapıyor olsaydım, yer altı
zindanımı nereye koyardım...?” Mırıldanırken etrafımı taradığımda, bir geçit
olduğunu fark ettim. Önümde bir kapıdan başka bir şey yoktu.
Bayılttığım adamı sorguya çekme özgürlüğüne sahip değildim.
Onda bütünüyle aptal bir gizli ajan havası vardı. Çenesi sıkı olduğu belliydi;
kolay kolay dilinin bağlarını çözmeyecekti. İşkence hakkında da pek bir bilgim
yoktu. Eğer denersem, büyük ihtimalle onu yanlışlıkla öldürürdüm. Ve vahşetten
hoşlanmayan birisi olarak, adamdan mantıklı bilgi çıkarmak yerine büyük ihtimal
kendime zarar verirdim.
Devam etmek dışında pek fazla seçeneğim yoktu. Haritayı
doldurmak istiyorsam, gizli kalmalı ve kalenin içinde dolaşmalıydım. Sanırım
buna başlamışken etrafa birkaç tane Kem Göz kursam iyi olacak.
Pahalı olsalar da, elimde zindanın dışında çalışabilenlerden
sadece birkaç tane kalmıştı. Ama en azından, hiç yoktan iyidir.
Kafamda bir sonraki hamlem, koridor boyunca ilerledim ve bir
başka kapı koluna uzandım.
[1] Koca bir paragraf Metal Gear göndermesi.
Oynamayan, merak eden varsa düşünmeden dalabilir ^^