Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Kalenin İçini Keşif
Uzandığım kapı gıcırdayarak açıldı. Önceki kapının aksine,
kilitli değildi. Ama korunuyordu
“Hı? O da n---” kapının diğer tarafında konuşlanmış
askerlerden biri gözlerini kısıp kapının girişine baktı. Şüpheleri artmıştı.
Sonuçta kapılar kendi kendine açılmaz. Yaklaşıp etrafını incelemeye
başladığında, elimin yanını kullanarak ensesine vurdum ve onu bayılttım.
“N-ne oluyor orada?” Ortağı şaşkın şaşkın ona bakıyordu. Ve
ilk asker gibi, ikincisi de şüpheli bir şekilde yaklaşmaya başlamıştı. “Hey,
iyi mis---”
Muhafızın kısa süre içinde yere yığılacağını bildiğimden,
geçmiş olsun hediyesi olarak yüzüne bir tekme geçirdim. İşte, kehanet
gerçekleşti ve iki numaralı muhafız da bir numaralı muhafızla aynı şekilde yere
yığıldı.
Yere çarptığında zırhından takırdamıştı ama neyse ki kimse
fark etmemişti. Durumu kontrol etmek için başka muhafız gelmemişti. Ve kimse
alarmı çalmamıştı. Ve tanık da yoktu. Gördünüz mü, işte buna mükemmel gizlilik
denir.
Uyguladığım teknik, casuslukta uzmanlaşmış dövüş
sanatlarının antik klanından miras aldığım bir teknikti. Ona Aktif Gizlilik
diyordum. Beni fark edecek biri olmadığı sürece fark edilmemin imkanı yoktu
sonuçta. 1,2, ve... Puf! Yuki Aktif Gizliliği öğrendi! [1]
Normalde, Gizlilik gibi bir yeteneğin düşmanlarımı halletme
kısmını atlamama yardımcı olması gerektiği düşünülebilir. Ve bunu düşünenler,
yetenek mükemmel olsaydı haklı olabilirlerdi. Ama ne yazık ki değildi.
Özellikle etrafta yürümek, görünmeme yeteneğimi belirgin seviyede düşürüyordu,
ama fark edilebilmem için gereken tek yol bu değildi. Gizlilik, bir alana
şüpheli bir şekilde uzun süre bakanlar üzerinde iyi çalışmıyordu. Ya da mana
akışındaki bozulmaları hissedebilenler üzerinde.
Yeteneğin seviyesini artırmak etkinliğini artırmış olsa da,
beni fark edilemez yapacak bir seviye yoktu. Lefi kadar güçlü biri, son
seviyeye kadar yükseltsem bile beni hemen görürdü.
Bir numaralı asker, şüpheyle ilgili koşulu tamamlamıştı.
Kendi haline bırakmış olsam, muhtemelen beni görecekti, bu yüzden onu halletmek
zorunda kalmıştım.
Ve böylece zaman geçti. Kalede ilerlerken, kaçınamayacağım
askerlere karşı aktif gizlilik tekniklerimi kullanıyordum. Kem Gözler
yeteneğimle, bir yandan kalenin içinde dolaşırken bir yandan etrafı izliyordum,
böylece haritayı doldurabilmek çok fazla sürmemişti. Kalenin içi, eksiksiz bir
biçimde önümdeydi.
Ama tam aradığım şeyi bir türlü bulamıyordum. Kalenin
zindanı, hiçbir yerde görünmüyordu. Demek bu raddeye geldik. Haritam inanılmaz
derecede faydalı bir araç olsa da diğer araçlarda olduğu gibi, sınırlamaları
vardı. Sadece gözümle gördüğüm şeyleri gösteriyordu. Henüz açamadığım kapının
arka tarafını göremiyordum. Haritanın hala karanlık olan bölgelerinde bulunan
düşmanlar saptanamamıştı ve gizli geçitler de öylece gözükmüyordu. Eğer
haritanın bana burayı göstermesini istiyorsam, gizli kapıyı gözlerimle
tanımlamalıydım. Bir süre sonra, içine girdiğim yerlerin bütün haritasını
gözümle görmeden, otomatik olarak yaratacak, oyunlardakine benzer bir özellik
alacağımı düşünmüştüm, ama bu, zindan birkaç seviye daha kazanana kadar bir
kenarda durmak zorundaydı. Gelecekte olması gayet olasıydı. Ama gelecek böyle
bir şey. Ne olup olmayacağını düşünüp durmanın bir anlamı yoktu.
Kale, bir gün düşman saldırısına uğrarsa diye farz edilerek
yapılmış gibi gözüküyordu. İçerisi dolambaçlı yapılmıştı ve böylece gezinmek ve
nereye gideceğini anlamak zorlaşmıştı. Dahası, bir tür efsun taşıyor gibiydi.
Haritadan gözümü ne zaman ayırsam ve kendi başıma dolaşmaya kalksam, başladığım
noktaya dönüyordum
Zindanda yaşayan heyula kızlardan biri olan Lowe, benzer bir
şeyi yapabilme kapasitesine sahipti. Bu demek oluyor ki, burada bir tür zihin
büyüsü vardı. Bu biraz fazla kullanışsız değil mi? Çalışmak bir yana, burada
nasıl yaşayabilirsin ki? Bir dakika. Ya ellerinde büyüyü etkisiz hale getiren
bir eşya falan varsa? Kralın kalesi olduğunu düşünürsek, bu pek abartı bir
fikir değildi. Adam resmen bütün ülkeyi yönetiyor. Eminim bunu yapmasına
yardımcı olacak bütün kaynaklar elinin altındadır.
En yakın cesede gittim ve eşyalarını analiz ettim. Her ne
kadar ona ceset demiş olsam da, asker aslında ölü değildi. Hiçbiri ölü değildi.
Henüz, birini öldürmekle uğraşmamıştım.
Aha. Askerlerden birinin iç ceplerini karıştırırken aradığım
eşyayı bulmuştum. Bu ince, yassı, üzerinde askerin ismi ve rütbesinin yazılı
olduğu bir karttı. Onu analiz ettiğimde, İzin Nişanı adındaki bir efsunlu eşya
olduğunu öğrendim. Bunu üzerinde taşıyanlar, bahsettiğim bölgedeki büyünün
etkilerine karşı bağışıklık kazanıyordu. Seri üretim bir eşyaya göre yüksek
kalite bir eşya sayılırdı. Analiz, ona B- vermişti.
Kabul etmeliyim, eşya gayet iyi tasarlanmıştı. Yarı köpek künyesi,
hem bir kimlik hem de askerlerin kalede dolaşmasını sağlayan bir araç görevi
görüyordu. Ne yapalım. Sanırım artık bu benim. Eyvallah kardeş.
İhtiyacım olanı aldıktan sonra, “cesetleri” yağmalamayı
bıraktım ve ayağa kalktım.
Ve sonra bir şey oldu.
Bir klik sesi geldi. Hizmetçilerden biri bir kapıyı açtı ve
odaya girdi. Yaptığı ilk şey doğrudan bana bakmak olmuştu.
Bir anlık bir sessizlik oldu. Ve sonra kafam sesle doldu.
Bir şarkı, iki eğitmenin gözlerinin kesiştiğini gösteren bir oyun müziği
çalmaya başladı. Tam o anda sorunu fark etmiştim. Askerlerin “cesetlerini”
yağmalarken gizlilik yeteneğimin süresi bitmiş ve onu yeniden aktifleştirmeyi
unutmuştum. [2]
Hizmetçi göz temasını kesmişti. Yavaşça aşağı baktı ve
ayağımın dibinde yığılı askeri gördü. Ondan sonra hizmetçi bakışlarını yukarı
kaldırırken derin bir nefes aldı. Çığlığı basmak üzereydi.
“Dur! Bekle!” Ona doğru koştum ve hiçbir ses çıkaramadan,
bir elimle ağzını kapattım. “Pekala, dinle. Sadece sakin ol. Olayı büyütmezsen
hiçbir şey olmaz. Tamam mı?”
Yüzü bembeyaz olmuştu. Hizmetçi sözlerimi, hayatına
kastetmişim gibi algıladığından başıyla onaylamıştı. Sakinleşmesi için bir süre
bekledim ve elimi ağzından çektim.
“O-o ölü mü?” Gözleri hala askerin üzerinde, yumuşak, titrek
bir sesle konuşmuştu.
“Yok. Şu an baygın ama durumu iyi.” dedim. “Görüyor musun,
hala nefes alıyor.”
Aslında muhafıza biraz fazla sert vurmuştum. Öyle sert ki,
canlıdan çok ölüye benziyordu. Bir iki bakışla bunu anlayamazdınız. Ama
hizmetçi ikna olmuş gibiydi. Beni gördüğü zaman gerilen omuzları sonunda
gevşemişti.
“Bu kale yakın zamanda bir savaş alanına falan dönebilir, o
yüzden tüm hizmetçi arkadaşlarını da yanına al ve hala yapabiliyorken arkanıza
bakmadan kaçın.”
“Y-yoksa Majestelerini ve saygıdeğer kızlarını kurtarmaya mı
geldiniz?” Hizmetçinin gözleri umutla dolmuştu.
“Majesteleri ney, aynen. Tabii ki.” Pot kırmadan kendimi
tutmayı başarmış ve hizmetçiye başımı sallayarak bir yanıt verebilmiştim.
Kralın bir de kızı mı vardı? Ve onu da mı zindana kapadılar? Nasıl yani?
“Lütfen, lütfen onları kurtarın!” hizmetçi ellerimi ellerine
almış ve bana içten, ciddi bakışlarla bakmıştı.
“Şeyyyy, o-olur. Tabii ki.”
“Zindan şu kapının hemen ardında.” dedi hizmetçi. “Size iyi
şanslar diliyorum ve Tanrıya, sizi koruması ve zaferle sizi kutsaması için dua
edeceğim...”
***
Hizmetçinin yönergeleri ve askerden yürüttüğüm eşya, zindanı
kolaylıkla bulmamı sağlamıştı. Eşya demişken, onu tutmak, bende tuhaf bir his
uyandırıyordu. Sanki görüş açım biden genişlemişti, yani büyü büyük ihtimalle
beynin etrafı algılama yetisine engel oluyordu. Ama uzun vadede, eşya önemli
olduğunu kanıtlamıştı. Zindanı bulamamış olmamın sebebi, büyünün zihnimi
kurcalayıp durmasıydı. Zindan zaten başından beri kalenin içinde değildi.
Girişi dışarıya yerleştirilmişti. Sabaha kadar arasam bulamazdım, çünkü onu
yanlış yerde arıyordum.
Girişinde bekleyen iki askeri, gizlilik kullanarak etkisiz
hale getirdim. Uygulamam eksiksizdi. Mükemmel bir suikastı tamamlamıştım, gerçi
aslında ikisini de öldürmemiştim.
Haritayı açtım ve girmeden önce hizmetçiyi kontrol ettim.
Neyse ki, beni üstlerine rapor etmek yerine tavsiyemi dinlemişti; o ve iş
arkadaşları çoktan kaleyi boşaltmıştı.
Askerlere tekrar bakıp baygın olduklarını doğruladıktan
sonra, zindanın giriş kapısını ittirdim. Paslı kapı açılırken gıcırdamış,
arkasında gizlenmiş olan, yer altına giden taş merdivenleri açığa çıkarmıştı.
Hava güzel ve serindi, beklendiği üzere. Ama ekşi bir koku bunu bozuyordu. Rahatsız
olduğum için, istemeden burnumu tıkamak zorunda kalmıştım.
Adımlarımı mümkün olduğunca sessiz atmaya çalışarak aşağı
doğru inmeye devam ettim. Kısa süre sonra, birtakım sesler duymaya başladım.
İki farklı ses vardı. Biri kendini sürekli tekrar eden, cansız bir sesti.
İkincisi boğuk bir çığlıktı ve her zaman, tekdüze bir çarpma sesinin hemen
ardından geliyordu.
Ve daha da yaklaştıkça, sesleri anlamaya başlamıştım.
“L-lütfen... durun artık...”
“Heh heh heh. Üzgünüm küçük hanım, ama yapamam. Sevgili
babanız, yani kral, biraz inatçı davranıyor. Eğer gerçekten birini suçlamak
istiyorsanız, o ve sıkı dudaklarını suçlayın. Şimdi, al bunu bakalım!”
Sonunda merdivenin dibine adımımı attığımda ilk gördüğüm
şey, bir adamın yarı çıplak küçük bir kızı yumruklarıyla dövüyor olduğuydu.
Nefesi kesik kesikti ve vücudunun alt kısmına baktığımda, erekte olduğunu ve
mastürbasyon yaptığını görüyordum.
“Kes şunu hemen hayvan herif!”
Sapık piçin bulunduğu hücrenin karşısındaki hücrede başka
bir adam yatıyordu. Yaşlıca bir adamdı ve yürürken ona yardımcı olması için bir
bastonu bile vardı. Elbisesinin her yeri toz toprak içinde kalmıştı. Paramparça
olsa da, ilk yapıldığı zaman bayağı maliyetli olduğunu söyleyebiliyordum.
Önündeki sahne yüzünden sinirden çılgına dönmüştü. Sapık herife nefretle yanan
gözlerle bakıyor, dişlerini, aralarından kan sızacak kadar sert sıkıyordu.
Hissettiğim tüm heyecan kaybolmuştu. Bir anda bütün havam
yerle bir olmuştu. Azmış gorili görünce zihnim tek bir düşünceyle doldu. O
orospu çocuğunu öldürecektim.
Daha fazla gecikmeden harekete geçtim. Gizlice sapık
sadistin arkasına geçtim, ceplerimden birine sakladığım hançeri çektim ve
arkasına sapladım. Sağlam geçirmiştim. Sırtından geçmiş ve kalbini delmişti.
“Fantazilerini git de cehennemde yaşa, şerefsiz sapık.”
Hançeri çevirdim ve sırtından çıkarırken kaderini belirlemiş oldum.
Tam o anda maymun beyinli herif ne olup bittiğini anlamıştı.
Yüzündeki coşku ifadesi, kanı boğazından şiddetli bir şekilde fışkırıp
dudaklarından süzülürken, yerini korkuya bırakmıştı. Bacaklarında derman
kalmayınca yere yığıldı. Ölmüştü.
Nabzını kontrol etmekle uğraşmadım. Bunun yerine, onu
yolumdan uzaklaştırmak için tekmeledim ve kendini daha fazla zarar görmekten
kurtarmak için kıvrılmış küçük kıza yaklaştım. Hemen envanterimi açıp,
yarattığı uzay yırtığına elimi daldırdım ve elime yüksek seviye bir iksir
geçirdim. İçindekileri dikkatli bir şekilde, maruz kaldığı sayısız yarasına
döktüm. Hay sıçayım ya. Yemin ediyorum, eğer bir tane daha orospu çocuğuna daha
denk gelirsem...
“Sen bir... kahraman mısın...?” Başta korkuyla geri çekilen
kız, kısa süre sonra ona zarar vermeyeceğimi anlamıştı. Korku dolu bakışları,
güven duyan, beni kurtuluşunun kaynağı olarak gören bakışlara dönüşmüştü.
“...Evet.” Tereddüt etmiştim ama sonuçta onu yalanlamak
istemedim. “Her şey artık düzelecek. Bir daha kimse senin canını yakamayacak.”
Konuşurken kızın başını okşadım. Yüzündeki ifade tekrar
değişmişti, bu sefer içten bir rahatlamaya dönüşmüştü. Ve sonra, daha fazla
dayanamayan kız bayılmıştı.
“S-sen de kimsin...?” Kızın karşı hücresinde bulunan adam
sorusunu şaşırmış bir ses tonuyla sormuştu. Muhtemelen onun kızı olan çocuğu
kurtardığıma sevinmiş gibi görünse de tamamen rahatlayamamıştı. Durumu daha iyi
kavramak istediği belliydi.
Envanterimden çıkardığım bir battaniyeyi yarı çıplak kızın
üzerine örttüm ve sonunda karşı hücredeki adama dönerken rahat bir nefes aldım.
“N’ aber kral?”
Ülkenin hükümdarıyla konuşurken maskemin altında
sırıtıyordum.
[1] Pokemon göndermesi.
[2] Yine Pokemon göndermesi.