Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Zindan Savunmasını Yükseltmek
“Patron, Lefi! Hadi çocuklar, kalkma vakti, çoktan sabah
oldu bile!”
Bilincim yavaş yavaş boşluktan gelirken, ilk duyduğum şey
Lyuu’nun sesi olmuştu. Bir yandan da hareket ettiğimi hissediyordum. Sanki
birisi beni omzumdan yakalamış ve uyandırmak için beni sarsıyordu.
“Nrrgghhhh...” gözlerimi açtığımda ilk gördüğüm şey köpek
kulaklı hizmetçinin yüzüydü. Yüzünde kocaman, pis bir gülüş vardı.
“Oh... Merhaba Lyuu. Günaydın.”
“Günaydın patron.” diye cıvıldadı. “Söylemem gerek, sabah
ilk gördüğüm şeyin bu olması gözlerimi gerçekten bayram ettiriyor, çünkü çok
tatlı falan ama yakında herkes uyanıcağı için ikiniz flörtleşmeyi sonraya
bıraksanız iyi olur.”
“Hı...?” Hala tam uyanamadığımdan, ne demek istediğini
anlayamamıştım. Ama göğsümde bir yük olduğunu fark ettiğim için gözlerimi aşağı
çevirdiğimde bir ton gümüş saç ve bir çift zarif görünümlü boynuzla
karşılaşmıştım.
Gümüş iplikleri takip ettiğimde boynuna ulaştım. Orada, hem
açık, güzel şekilli bir köprücük kemiği hem de pürüzsüz bir tenle kaplı
ensesini gördüm. Bakma isteğiyle doldum ama bakışlarımı biraz daha ileriye
bakmaya zorlayınca, sahibi nefes alıp verirken yükselen ve alçalan bağrına
tanık oldum.
Görüntü büyüleyiciydi. Elimde olmadan bakakalmışken,
sonunda, nedendir bilinmez, uykumda Lefi’ye sarıldığımı fark ettim. Bir dakika.
Hı? Noluyor? Nasıl? Ne zaman? Ne?
Lyuu’nun uyandırdığı tek kişi ben değildim. Kollarımdaki
ejder kız da hareket etmeye başlamıştı çünkü o da sarsıntıya maruz kalmıştı.
Güzel, uzun kirpikli göz kapaklarını birkaç kez kırpıştırıp en sonunda içinde
mücevher gibi parlayan göz bebeklerinin bulunduğu gözlerini açabilmişti.
Yavaş yavaş, sendeleyerek bakışlarını yukarı kaldırırken ben
de ona doğru indirdim.
Ve gözlerimiz birleşince durduk.
Bir anlık bir sessizlik oldu.
Hareket edemeyecek ya da konuşamayacak kadar şaşkın bir
şekilde birbirimize bakakaldık.
“G-günaydın.” Bir süre sonra, garip bir karşılama sözü
çıkarabilmiştim.
“E-evet. Sana da günaydın.”
O da eşit derecede garip bir şekilde karşılık vermişti.
İkimiz de ne dememiz gerektiğini bilmiyorduk.
Yine tuhaf bir duraksama olmuştu.
Bunu kıran bu sefer Lefi olmuştu.
“Immm... Salınmak istiyorun.”
“T-tabii, benim hatam.”
Muhtemelen uykumda ona sardığım kolumu kaldırır kaldırmaz
benden öteye yuvarlandı ve ayağa kalkmaya başladı. Ben de onun gibi uykumdan
silkindim ve artık üzerine ağırlık binmeyen vücudumu doğrulttum. Pekala. Dün
gece ne olmuştu lan?
Çevremizi araştırdığımda, etrafımızda bir sürü boş şişenin
olduğunu fark ettim. Boş şarap şişeleri tabii ki. Offf. Dün gece çoooooook
fazla içtim. Ne olduğunu bile hatırlayamıyorum. Ne ara sızdım ben? Sanırım
üşüdüğüm için Lefi’ye sarılmış olmalıyım. Muhtemelen uykumdayken olmuş olmalı.
Lyuu her zaman erkenci olmuştur. Ve bu yüzden, zindan
sakinlerinden bu saatte uyanık olan sadece o olmalıydı. Leila görünmüyordu, ki
bu, muhtemelen hala odasında olduğu anlamına geliyordu. Illuna yakında bir
yerde, meleksi bir yüz ifadesiyle uyuyordu. Ve Shii de hala yapışkan
formundaydı. Hala uyuyup uyumadığını biliyor olmamın imkanı yoktu, ama hareket
etmediğinden, muhtemelen hala uyuyordu.
“Yıkanıp temizlenmek isteyebilirsiniz.” Hizmetçi, Lefi’yle
yarattığımız pisliği temizlemeye başlarken bize bakmıştı. “Çünkü ikiniz de leş
gibi içki kokuyorsunuz.”
“Doğru dedin. Ve teşekkür ederim.” dedim. Ayağa kalktım ve
taht odasına kurduğumuz küçük banyoya doğru ilerledim. Japon stili handaki
banyomuz çok daha büyüktü ama çok uzaktaydı.
“Tabii ya. İlk sen girmek ister misin Lefi?”
“Neden sırayla girmemiz gerektiğini anlayamadım.” dedi
şaşırmış bir şekilde. “Neden birlikte girmiyoruz?”
Hala yarı uykulu gibi gözükse de, yüzündeki ifade şüphesiz
şaşkınlıktı. Evet, olabilir.
Lefi ve ben, birbirimizi çıplak görmeyi pek umursamıyorduk.
En ufak bir utangaçlık bile hissetmiyordu--ki bu gayet mantıklıydı. Ejderhalar
kıyafet giymezler. Şu an kıyafet giyiyor olmasının tek sebebi, onlar olmadan
üşüdüğünü hissediyor olduğuydu. Eğer olur da termostatı açıp zindanı sürekli
yaz olan bir yere çevirmeye karar versem, anadan üryan gezeceğinden emindim.
Ne söylersem söyleyeyim fikrini değiştiremeyeceğimi
bildiğimden, olayları olduğu gibi kabul etmek zorunda kalmıştım. Bunu
kabullenip bakma isteğiyle savaşmak zorunda kalacaktım. Onun beni
heyecanlandırdığı anlarda, zafer dolu, kendini beğenmiş bir şekilde sırıtıp
yüzüme vurduğu anların kaydını tutuyor olduğundan bunu göstermediğimden emin
olmalıydım.
“Tabii, sorun değil. Hadi gidelim.” dedim telaşımı
olabildiğince bastırarak.
“Saçımı yıkaman gerek.”
“Nasıl isterseniz leydim.” dedim iç çeker şekilde.
Ve ikimiz banyo yapmaya gittik. Her şeye tanıklık etmiş
Lyuu, biz ayrılırken arkamızdan pis pis sırıtmaya devam ediyordu.
***
Güzel, canlandırıcı banyamızın ardından her şey rutine göre
ilerledi. Dışarı çıktık, herkesle kahvaltı ettik ve zindanın her bir sakini
kendi işiyle uğraşmak için dağıldı. Illuna ve Shii çimenlerde oynamak için
dışarı çıkmışken, Leila ve Lyuu her zamanki ev işlerini yapmaya başlamışlardı.
Futonuna kıvrılıp dünyayı umursamadan içinde dolanan Lefi’yle konuşmam işe
yaramış gibiydi. Doğrudan uykuya dönecek gibiydi. Ahhh. Tekrar canının istediği
şeyleri yaptığını görmek güzel. Normal Lefi, en iyi Lefi.
Zindanın bir sakini olarak ben de kendi işlerimle ilgilenmek
için dışarı çıktım. Tam olarak, zindanın girişi olarak işaretlediğim mağaranın
önünde dikilmiş zindanın savunmalarını güçlendirecek yollar düşünüyordum.
Başkenti ziyaretimde insanların en güçlülerinin, insanların
şampiyonlarının aslında bayağı güçlü olduğunu fark etmiştim. Dövüştüğüm herifi
yenmeyi başarmıştım ama iki ya da daha fazlasıyla karşılaşmış olsaydım
muhtemelen kolaylıkla parçalara ayrılırdım. Bir de insanları pek de büyük
tehdit olarak sınıflandıramazdım. Şüphesiz, etrafta insanların en güçlü
adamlarını kolaylıkla alt edebilecek statlara sahip hayvansılar, iblisler ve
yarı insanlar da vardı. Muhtemelen diğer ırklarda savaşta beni yenebilecek
savaşçıları vardı ve bir iki insan grubunun ötesinde düşmanlar edinirsem
onlarla karşılaşmak zorunda olduğumu anlamıştım.
Ve tek bir yenilgi bile ölüm anlamına gelirdi.
Eğer yaşamak istiyorsam kaybetmeme izin vermemeliydim.
Başta kendimi güçlendirmenin en iyi seçeneğim olduğunu
düşünmüştüm. Ama canavar avlamak dışında güçlenmenin başka bir yolunu
bilmediğim için, bu seçeneği bir süreliğine kenara atmaya karar vermiştim.
Çünkü, zindanın savunmasını güçlendirmenin büyük ihtimalle daha çabuk sonuç
vereceğini biliyordum.
Şu anki haliyle tuzaklarım, başkentte dövüştüğüm adam kadar
güçlü birini yenmeye yetecek kadar güçlü değildi. Daha güçlü istilacıları en
fazla yavaşlatabilirlerdi. O kadar güçlü birini ya da bir şeyi tamamen
öldüremezlerdi.
Ama bu bir sorun değildi.
Zindanın savunmaları ölümcül olmak zorunda değillerdi.
Rahatsız etme amacıyla çalışmaları gerekiyordu. Düşmanlarımın iksirlerini
tüketmelerini ve canlarını yarıya ya da daha aşağı indirmelerini istiyordum.
İdeal durumda, önümdeki istilacıların yıpranmış ve yara bere içinde kalmış
olmalarını istiyordum.
Ve bunu yapmanın en iyi yolu daha çok canavar almaktı.
Elimin altında yeterince yoktu. Shii, Rir ve bir de üç heyula kız vardı. Hepsi
bu. Kontrolümün altında olan beş yaratığın sadece birisi güçlü düşmanlarla
gerçekten karşılaşabilecek düzeydeydi. Rir gibi yaratıkların türünün nadir
örneklerinden olduğunu tabii ki biliyordum. Muhtemelen onun seviyesinde bir şey
alamayacağımı biliyordum, özellikle dört kişilik bir grup çağırmak istediğimi
düşünürsek.
Özellikle dört kişilik bir grup istememin sebebi niceliğin
nitelikten daha üstün olmasındandı. Zayıf canavarlar savaşta pek bir işe
yaramazlardı. Birkaç yüz tanesinin içine kolaylıkla dalıp, bir haneden
savaşçısı gibi onları yararak geçebiliyordum. Benimkine benzer statlara sahip
birinin aynısını yapamaması için bir sebebi yoktu.
Niceliğin işe yaramaya başlaması için, rakibimin eskiden
savaştığım koca karınca ordusunu toplaması gerekiyordu. Of dostum, onlar neydi
ya öyle. O kadar fazlalardı ki, sanki kilometreler boyunca sadece karınca
görüyor gibiydim. Malum sosyalist ülkenin aksine, politik büyücülük falan
kullanarak çiftçileri bir gecede askerlere dönüştüremezdim. Düşmanımın mermisi
bitene kadar onlara canlı şeyler fırlatamazdım. Bu tarz bir strateji, sahip
olduğumdan daha çok DP’ye gerek duyardı.
Daha da önemlisi, çağırdığım yaratıkların Uğursuz Orman’da yaşayabilecek,
gelişebilecek kadar güçlü olmaları gerekiyordu--burası, yaşamaya elverişli
denebilecek bir yer değildi. İçinde yaşayan her bir yaratık, hayatta kalabilmek
için belirli bir seviyede güce sahipti.
Durumlar göz önünde bulundurulduğunda, niteliğin nicelikten
üstün olduğunu kesinlikle söyleyebilirdim. Tabii ya, az daha unutuyordum.
Rir’in de bir sürü adamı vardı değil mi? Eh, onlarla ilgili kararları kendisine
bırakıyorum. Eminim ben istemesem bile onları kullanacaktır.
Çağırabileceğim canavarları düşündükçe, birden aydınlandım;
zindan adil olmak zorunda değildi. Heh. Onu saçma bir şekilde güçlendirip,
istilacıların karşısına hemen oyunun başında miniboss fırlatarak, oyunun
dengesizliği yüzünden onları ağlatmalıydım. Heh. Öyle fenaydı ki, bu harika
olurdu. Ve minibossu öldürdüğünde ne kazanacaksın? Tabii ki daha çok miniboss!
Heheheh. Bir dakika. Ne düşünüyorum lan ben? Neden minibossla teke tek
savaşasın ki? Salla onu, hepsini aynı anda salacağım ki hepsi savaşa girişsin.
Off, evet. Bu cidden çok eğlenceli olurdu. Bu kesinlikle, millete oyun
kollarını bıraktırıp öfkeden kudurmuş bir şekilde çığlık attırırdı.
Ve bunu nasıl daha da kötüleştireceğimi biliyordum. Tonla
tuzak serpiştirip, tehlike yaratacak şeyler hazırlayacaktım. İstilacılar,
minibosslar tarafından dikkatleri tamamen dağıldığı için, durup ayaklarının
dibine bakmak zorunda kalacaklardı. Ve bunu yaptıklarında ne olacaktı? Buum!
Tuzağa düşüp ölecekler! Heh. Heheheheheh. Oh dostum, bu öyle acımasız olacak
ki, deli gibi eğleneceğim. İstilacılar eğlenemeyecek tabii ki.
Kafamda bu düşüncelerle, nihai hedefimi bulmuştum. Kendime
öyle bir zindan yaratacağım ki, düşmanlarım yaklaşmaya cesaret edemeyecek, öyle
bir zindan ki içine girenler tekrar görülemeyecek. Aşırı abartılı saçma sapan
zorluk seviyesi, işte geliyorum! Evimi korumam gerek sonuçta.
Kafamdaki tek endişe, tuzakların sadece düşmanlarım
tarafından harekete geçirildiğinden emin olmaktı. Zindan sakinlerinin
yaralanmasını istemiyordum, ve Nell de istediği zaman gelip takılabilmeliydi.
Planlarımı düşünmeye devam ederken menüyü açtım ve aşağı
doğru kaydırmaya başladım.
***
Çevirmen notu: Gençler, okuduğunuz için öncelikle teşekkür ederim. Hoşnut olmadığınız/anlamadığınız/anlamakta zorlandığınız kısımlar varsa, yorumlara yazın.
Belki erkek dostlarımız sıkıntı çekmese de, hanım dostlarımız sıkıntı yaşayabilir diye bunu yazmaya karar verdim. Seri tamamen oyunlar ve oyun dünyası üzerine kurulmuş, ki başından beri bunu gösteren çok fazla şey vardı zaten. Bazı kelimeleri çevirmeden, terim olarak bırakmamın sebebi bu. Mesela stat. Stat aslında İngilizce istatistik kelimesinin kısaltılmışı gibi bir şey, ama ben bunu istatistik diye çevirdiğimde (sanırım 90. Bölümden öncesi), Türkçe’deki anlamından farklı yerlere gidiyordu. O yüzden doğrudan stat olarak bıraktım ki anlaşılması daha kolay olsun. Stat burada karakter sayfasındaki özelliklerin hepsine deniyor. Güç, hız vs. Ayrıca bu bölümün sonlarında da göreceğiniz, ilk bölümlerde de çokça bulunan terimlerden biri olan boss/miniboss kavramı. Şimdi ben bunu miniboss yerine mini patron/şef/usta vs. gibi kelimeler kullanmak zorunda kalacağım ki bok gibi olacak. O yüzden biraz İngilizce, biraz oyun terimi olması anlamanızı daha da kolaylaştıracak. Anlamadığınız yer olursa yazın yorumlara. Maalesef bazı kelimelerin Türkçe karşılığı yok. Anlayışınız için teşekkürler ^^