Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Ejder Randevusu - Kısım 2
Lefi’yle gökyüzünde süzülürken güneş üzerimizde
parıldıyordu. Sıcak rüzgarlar geçip gitmeden önce yüzümüzü ve omuzlarımızı
sarmalıyordu. Altımızda, göz alabildiğine uzanan, doğanın sunabileceği en görkemli
manzara yatıyordu. Üzerine düşen güneş ışınlarını yansıtırken parıldayan güzel
göller, rüzgarla salınan çimenlerin bulunduğu geniş alanlar ve içinden
gürüldeyerek akan derin vadiler vardı.
Çevrede pek fazla yaratık yoktu, ama Lefi kendini evine kapadığı
için, bazıları tekrar bölgede yaşamaya başlamıştı. Geyiğe benzeyen bir şeyin
nehir kenarından su içtiğini, bir atın da bir çimenliğin içinde yatıp
dinlendiğini görmüştüm. Vahşi yaşam belirtileri, bölgenin her yanına
dağılmıştı.
Gözlerimle buluşan her şey, öyle mükemmel ve uyumlu bir
sahne oluşturmuştu ki, onu gerçek bir sanat eseri olarak nitelendirmek
istiyordum. Sadece ona bakmak bile yüreğimi heyecanla dolduruyordu. Bilirsiniz,
her zaman bunu düşünüyorum ama, uçmayı öğrenmek, verdiğim en iyi kararlardan
biriydi. Havada süzülmek... çok iyi hissettiriyor.
Uçmayı kendim tecrübe ettikten sonra, gökleri arzulayanları
ancak anlayabilmiştim. Neden Icarus’un mumdan kanatlar yaptığını ve neden
Wright kardeşlerin tutkuyla bir uçak yapmayı kovaladıklarını şimdi
anlayabiliyordum. Sanırım pilotlar falan Dünya’dayken böyle hissediyordu. Uçmak
sadece... bana öyle farklı şeyler hissettiriyor ki, hepsini tarif bile edemem.
Uçma hissinin tadını çıkarırken yanıma baktım. Hem kara
kanatlarımın hem de kırmızı-kara kanatlarımın arkasına baktım ve yanımda uçan
ejder kıza baktım. Benimkilerin aksine, onun kanatları gümüş bir pırıltı
saçıyordu. Ve benimkinin aksine, onunkiler sanki şekil verilmiş gibiydi. Öyle
güzellerdi ki, mükemmelliği hedefleyen bir zihinle yapay olarak yapıldığından
şüphelenmiştim. Lefi’nin uçarken ki hali her zamanki düzensiz kişiliğinden çok
çok uzaktı. Öyle görkemli ve güzeldi gözüküyordu ki, gözlerimin ona çekilmesine
engel olamıyordum. Biliyorsunuz... onu bu şekilde görünce, bu yolculuğa çoktan
değmiş oluyordu.
“Neden bana bakıyorsun? Cazibemden etkilenmene engel
olamadın değil mi?”
“Hı hı. Aaaaynen.” dedim. “Çok güzelsin Lefi.”
“Eh!? Immm...” Lefi paniklemeye başladı. Yüzü birden
kıpkırmızı oldu ve karşılık vermeye çalışırken kekeledi. “T-teşekkürler.”
Hadi ama Lefi. Ne oldu? Bunu sen istemedin mi? Kızarmayı
bırak. Benim de yüzümü kızartacaksın.
“H-her neyse, görünüşe göre kendi dağımızın üzerinden
uçtuk.” Hemen konuşmayı başka yere çekmeye çalıştım. “Tam olarak nereye
gidiyorduk?”
“V-varacağımız yeri çoktan görebiliyoruz.” Niyetimi anlayan
ejderha, tuhaf anı dağıtmak için bana katılmıştı. “Şu dağın üzerinde.”
Konuşurken, önümüzde duran devasa sıra dağların arasındaki
en uzun olanını işaret etti. Öyle yüksekti ki, havada olmamıza rağmen zirvesini
görememiştim. Dev kaya parçası bulutların üzerine kadar uzanıyordu. Ona uzaktan
birkaç seferden fazla baktım ve her zaman onun kocaman olduğunu düşünsem de,
ona gerçekten yaklaşmak boyutlarını daha iyi anlamamı sağladı. Dostum. Çok
sağlam bir dağ bu. Vay anasını.
“Eski yuvam bu dağın zirvesindeydi.” dedi Lefi.
“Bayağı yüksekteymiş.” dedim, etkilenmiş bir şekilde. “Ona
bir göz atmak istiyorum. Bana gösterir misin?”
“Kaya oluşumları dışında görecek pek bir şey yok.” Ejder kız
şüpheli gözlerle bakmıştı. Bunu neden istediğimi anlayamamıştı.
“Önemli değil.” dedim gülümseyerek. “Yine de görmek
istiyorum. Sonuçta eski yaşadığın yer burası.”
“E-eğer ısrar ediyorsan.” dedi Lefi. Nedense yanakları
kızarmıştı ama ona iyice bakamadan, aniden çok fazla hızlanmıştı. “Bir zamanlar
evim olarak gördüğüm yeri sana göstereceğim. Geride kalma.”
“Ne!? Bekle!” Gaza bastım ve ona ayak uydurabilmek için
elimden geleni yaptım.
***
“Sonunda... gelebildik... mi...?” Nefes nefese kalmıştım.
Neredeyse dağın zirvesine varmıştık. Lefi bana bir bulut dizisinin içinden ve
yaşayan taşların üzerinden tepeye doğru yolu gösterdi.
“Daha şimdiden bu kadar yorulduğuna şaşırdım.” dedi yarı
etkilenmiş yarı bıkkın bir şekilde.
“Ne beklediğini... bilemiyorum...” dedim. “Hava burada...
gerçekten... çok az...”
Hava tam da beklediğim gibiydi, biz yükseklere çıktıkça,
gittikçe azalmıştı. İlk defa bu kadar yükseğe çıkmıştım. Ciğerlerim oksijen
dileniyordu. Bir saniye, Lefi nedne iyi? Hmm... Sanırım ejderhaların ciğerleri
farklı çalışıyor olmalı. Sonuçta göklerde hüküm sürmeleri falan gerektiğinden,
yükseklerde bulunmaya zamanla alışmalarına şaşırmazdım. Dostum, çok
kıskanıyorum. Bu kadar yüksekte hiçbir sorun yaşamayan bir vücuda sahip olmayı
çok isterdim.
Her ne kadar çok fazla şikayet etsem de vücudum aslında
çoktan yüksek rakımlara alışmaya başlamıştı. Her geçen dakika daha rahat nefes
almama neden olduğu için, görünüşe göre oksijensizliğe alışmaya başlamıştım.
Pekala. Sanırım İblis Lordu olmak böyle bir şey olsa gerek. Umarım sonraki evrimimde
böyle şeylere daha da kolay alışırım.
Bir süre daha ilerledikten sonra zirveye ulaştık ve kayalık
olarak tasvir edebileceğim bir alana iniş yaptık. Altımızda sadece bulut denizi
vardı. Aşağıdaki yeryüzünü, bulutların arasından nadiren görebiliyordum.
“Vay be. Demek eski yuvan burası...?” Etrafı incelerken
gözlerim merakla parladı.
“Bayağı yavan bir manzara değil mi?” diye omuz silkti Lefi.
Yanlış olduğunu söyleyemezdim. Bütün tepe aşağı yukarı
sadece büyük kahverengi taşlarla süslüydü. Söylemesi üzücü olsa da, onlarla
ilgili söylenebilecek kayda değer tek şey, çoğu Lefi’nin ejderha halindeki
kadar büyük olduğundan, boyutlarıydı. Sonuç olarak, manzara bunaltıcı, yavan ve
sıkıcıydı.
“Evet, kabul etmeliyim ki pek de ilginç değil, ama buraya
gelmekten memnunum.” dedim. Burada uzun süredir birinin yaşadığını anlamak için
bir uzman olmaya gerek yoktu. Lefi, günlük yaşamını kolaylaştırmak için bazı
şeylerin yerini değiştirmişti. Taşlardan birinin, yüzeyi mükemmel bir düzlükte
kesildiğinden masa olarak kullanıldığı anlaşılıyordu. Yetişkin bir ejderhayı
tamamen kaplayacak kadar çıkıntı oluşturması için içi oyulmuş bir kaya yığını
bile vardı. Dikkatli baktıkça, her yere gümüş pulların ve keskin dişlerin
saçıldığını fark etmiştim. Bir bakışta, hala parlaklıklarını kaybetmediği için
bunların Lefi’ye ait olduğunu anlayabiliyordum.
Bütün işaretler, buranın onun evi olduğunu gösteriyordu. Ve
onları görünce gerçekten duygulanmıştım. Tuhaf, kelimelere dökemeyeceğim bir
histi, ama yine de kalbimin derinliklerinde yattığını hissedebiliyordum.
“Gerçekten mi?” diye sordu, bana dönerek.
“Gerçekten.”
“Ne kadar değişiksin.” dedi kıkırdayarak.
Lefi’nin kahkahası bitince, başını omzuma yasladı.
İkimiz de başka bir şey söylemedik. Sessizce,
yaptıklarımızın bizim yerine konuşmasına izin verdik.
***
“Pekala ejder hanım.” zirveden aşağı iniyor gibi gözüken dik
yokuşa bakarken gümüş saçlı kıza seslenmiştim. “Bütün bunların ne olduğunu bana
anlatacak mısın?”
Evini daha detaylı incelemenin ortasındaydım. Altında çeşit
çeşit eşyalar vardı.
“Onlar mı?” dedi Lefi göz gezdirirken. “Onlar, bu dağa
tırmanıp bana meydan okumak isteyen aptallardan geriye kalanlar.”
Dağınık silah ve zırh yığını, adeta bir çöplüğü andırıyordu.
Orada bulunan her şey, umursamadan kenardan aşağı atılmış gibi görünüyordu. Ama
her ne kadar kötü bakıldığı için eskimiş gözükseler de, eşyaların kalitesi hiç
de fena değildi. Hatta bazısı öyle iyiydi ki, hala güzel, gümüş gümüş
parlıyorlardı. Kimisi kesinlikle insan boyutlarında olmayan şeylere aitti. Böyle
ırkların da olduğunu anlamıştım. Günün birinde kendi gözlerimle de görmek
istedim.
İnanılmaz sayıda eşya bulunuyordu ama yığının içinde bir
tane bile kemik görememiştim, ki bu, muhtemelen çoktan çürümüş ve toprağa geri
dönmüş olduklarını gösteriyordu.
“Vay canına...” bakarken gözlerimi birkaç kez
kırpıştırmıştım. “Gerçekten de bir sürü aptal varmış...”
Yığına öylece bakmak dışında bir şey yapmamıştım, ama en
azından yüzden fazla eşya türü bulunduğunu kolaylıkla söyleyebilirdim. Buna
inanmakta zorlanmıştım. Yüzlerce moron kendilerini, hava namına bir şey
bulunmayan bu dev dağa tırmanmak gibi zahmetli bir için zorlamıştı. Ve sonra,
bu zorlu yolculuğa rağmen, tepeye ulaştıkları anda kolaylıkla öldürülmüşlerdi.
“Kökenlerini bilmiyorum, ama bir zamanlar, kanımın sonsuz
gençlik ve ezici güç sağlayacağını anlatan hikayeler vardı. Yanlış oldukları
gibi, çoğu onlara inanmış ve kendileri için yaşam sıvımın peşine düşmüşlerdi.
Saldırganlarımı öldürmek basit bir iş olsa da ısrarlarını bayağı can sıkıcı
buluyordum.” dedi Lefi bıkmış bir ses tonuyla.
Lefi’nin kanıyla ilgili rivayetler yanlış olsa da, bunu
başaranın evine tamamen eli boş dönmeyeceğini düşünüyordum. Lefi’nin pulları ve
dişleri yüksek kalitede malzemelerdi. Lefi’nin malzemelerini temel alarak yapılacak
ekipmanlar muhtemelen dünyanın en güçlü ekipmanları olurdu. Sonsuz gençlik
olayının neden büyüdüğünü anlayabiliyordum. Eskiden benim geldiğim dünyada da
böyle mitler vardı. İnsanlar her zaman denizkızları, kappalar ve tengular gibi
gizemli yaratıkları yiyerek genç kalacaklarını ve sonsuza kadar yaşayacaklarını
düşünüyordu. [1]
“İstediğin bir şey varsa alabilirsin. Çok istiyorsan hepsini
bile alabilirsin.” dedi Lefi, ganimetlere bakarak.
“Şeyy... emin misin?”
“Bunların hiçbirini kendi malım olarak görmedim.” dedi Lefi.
“Bunları sadece çöp olarak gördüm ve öyle davrandım. Eşyaların bazılarını çok
etkileyici bulacağına inanıyorum. Her ne kadar güçlü olsalar da, hiçbiri
pullarımın üzerine bir çizik bile atamadı.”
Yüzündeki zaferiyle övünen ifadesi garip bir şekilde
gülümsememe sebep olmuştu.
“Tamam... sanırım teklifini kabul edeceğim.”
“Pekala. O zaman hepsi senindir.”
Derhal, her şeyi envanterimin içine tıkıştırmaya başladım.
Bazı eşyalar sadece RPGlerin son kısımlarında görebileceğiniz türden eşyalara
benziyordu, ama yine de hiçbirini kullanmayı düşünmüyordum. Zaien’im vardı ve
onu başka bir silahla değiştirmeye niyetim yoktu. Muhtemelen yüksek seviyeli
eşyaları örnek olarak saklayacak ve geri kalan her şeyi DP’ye çevirecektim.
Heh. Oh dostum, şimdiden paranın kokusunu alabiliyorum. Geçenki haydutlardan
arakladığım ganimetten bayağı bir para kazanmıştım. Eminim bütün bunlarla
kendime bir servet yapabilirdim. Sonunda heyecanla beklediğim dört canavarımı
çağırabilecektim. Of dostum, sabırsızlanıyorum. Eve döner dönmez şu şeyleri
hemen satacağım.
Hey, hey, savgili dostlar, ne düşündüğünüzü biliyorum.
Silahlarınız ve zırlarınız tarihi açıdan çok fazla değer taşıyor. Falan, filan.
Evet, umurumda değil. Tarihi değer gidip bok yesin. Ben bir iblis lorduyum. Tek
umursadığım kendim. Eğer zindan onu kabul edecekse, onu nakit paraya, şey, yani
DP’ye dönüştüreceğim. Nokta. Ve siz dırdır etmeye başlamadan söyleyeyim, şunu
da bir düşünün: baştan beri bütün hata, bu hayvan gibi yüksek dağa tırmanacak
kadar aptal olan sizin.
“Şey ahhh...”
“Ne oldu?”
“Hazır başlamışken dişlerini ve pullarını da almamda sakınca
var mı?”
“Reddetmek için bir sebep göremiyorum.” dedi Lefi. Her ne
kadar hayır dememiş olsa da, bana bakışlarından, amacımın tam olarak ne
olduğunu merak ettiği çok belliydi.
Açıklamaya başlamadan önce utangaçlığımı gösterecek şekilde
yanağımı kaşımıştım.
“Şey, düşünüyordum da, bilirsin, ne olur ne olmaz diye
kendilerini korumak için herkese aynı kılıçtan yapsam diyorum. Senden çıkan
materyalleri kullanarak bayağı iyi olurlardı falan... aynen. Ve ayrıca elimde
onlardan olmasını gerçekten istiyorum.”
Düşüncelerimin gittikçe çılgınlaştığının farkındaydım. Bir
zamanlar onun vücudunun bir parçası olan bir şeyi istemem, neresinden bakarsanız
bakın psikotikliğin sınırlarında dolaşmaktı. Bu gerçeğin tamamen farkında
olduğum için sesim sonlara doğru gittikçe kısılmıştı, ama yüzünün kızarması,
yine de beni açık bir şekilde duyduğunu gösteriyordu.
“P-Pekala. S-sanırım onları da almana izin vereceğim.” diye
kekeledi. “Benim dişlerimden ve pullarımdan yapılacak silahların mükemmel birer
ekipman olacağını tahmin etmekte haklısın. Pullarım ilahi çelikten daha serttir
ve ona tek zarar verebilecek silahlar da dişlerimden yapılanlardır. Buradaki diğer
her şey gibi, dişlerimi ve döktüğüm pullarımı da çöpten başka bir şey olarak
görmediğimden, onları kullanabilmen için sana tam izin veriyorum.”
“Teşekkürler Lefi. Gerçekten çok iyi şeyler yapacağım. İzle
ve gör!”
Off, dostum çok heyecanlandım. Bir şey diyeyim mi? Hazır
başlamışken içlerine önceden topladığım efsanevi sınıfı eşyaları da
karıştırayım. Lanet olsun, yapacağım hançerler bayağı iyi olacak. Tekrar
söyleyeyim, Zaien’i değiştirme gibi bir niyetim yoktu. Ne olursa olsun, onu
ağlarken görmek istemiyordum, ama repertuarıma sadece bir hançer daha eklememi
affedeceğinden eminim. Lefi de dahil herkese bir şeyler yapacak kadar
materyalim olmuştu. Of dostum, sabırsızlanıyorum. Herkese hayvan gibi güçlü
hançerler, bekle beni!
Lefi’ye teşekkür ettikten hemen sonra etrafta koşturup her
şeyi envanterime doldurmaya başladım. Hevesimi gizlemeye gerek bile duymamıştı.
Her ne kadar ejder kızın yüzü beni izlerken şaşkınlıkla karışık bir kızgınlık
halinde olsa da bakışlarında bulunan sıcaklığı hala hissedebiliyordum.
[1] Kappa: Japon folklorunda, kaplumbağaya benzeyen,
doğaüstü bir yaratık.
Tengu: Japon folklorunde, köpek, kuş ve insan özellikleri
taşıyan doğaüstü bir yaratık.