Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Ejder Randevusu - Kısım 3
Lefi’nin eski evini gezmek, dikkate değerden daha fazla
yüksek kaliteli eşya sağlamıştı. Ve böylece, çok keyifli bir şekilde, ulaşmak
için yola çıktığımız hedefimize doğru ilerledik: bal toplama.
“Eee? Bu arılar ya da her ne arıyorsan, tam olarak
neredeler?” Yanımda uçan kıza dönüp sormuştum.
“Her sene onların kovanlarına gittiğimde bir kısmını yok
ettiğimden, bal özlerini her almaya gelişimde yuvalarını taşıma eğiliminde
oluyorlar. Şu anki yerini bilmiyor olsam da aramak kolay bir iş. Kısa sürede
senin de anlayacağından eminim. Kovanları bayağı karakteristiktir.”
Arılar ya da kovanları hakkında pek bir şey bilmediğim için,
onu bulma işini de Lefi’nin ellerine bıraktım. Ama bir şey diyeyim, Lefi bana
bir sürü güzel eşya verdi, o yüzden aynı şekilde ona bu iyiliğinin karşılığını
ödemeliyim.
“Pekâlâ, hadi yapalım şu işi!”
“Sonunda enerjini çabalamaya aktarmaya mı karar verdin?”
“Evet, bütün silahlar, pullar falan için sana borçluyum, o
yüzden senin için elimden geleni yapıp toplayabildiğim kadar bal toplamalıyım.”
“Sanırım sana güveneceğim.” diye kıkırdadı Lefi. “Hemen işe
koyulalım. Kovanı gördüm.”
“Şimdiden mi?”
Dağın aşağısına doğru süzülen Lefi’yi takip ettim ve yüksek
bir uçurumun altında, dağın derinliklerine uzanan bir platforma indim. Ve sonra
onu gördüm, kocaman altın bir gölet. Bal havuzu, göl denemeyecek kadar küçüktü,
ama yine de etkileyici bir büyüklüğü vardı. Etrafında, şuruplu bir pankekin
yayacağı türden, tatlı, şekerli bir koku dolanıyordu. Sanırım karakteristik
derken bunu kastediyordu.
“Bütün her şey baldan mı yapılma?”
“Tahmin ettiğin gibi. Önündeki altın bal özü, aramak için
çıktığım baldan başkası değil.”
“Balın kovanlardan alındığını düşünmüştüm.”
Gerçi bir düşününce, burası tam olarak dünyaya benzemiyor.
Sanırım, bu dünyadaki arıların ballarını göllerde falan sakladığını kabul etmek
zorundayım.
“Bu kovanın bir kısmı. Arılar yuvalarının yakınlarına
önümüzdeki gibi bal depoları yaparlar.” dedi Lefi.
Vay be. Bu dünyanın arıları, yemek depolarını böyle
açıklıklara bırakarak bayağı cesur davranıyorlardı.
…
Bir dakika. Şu lanet olası arılar ne kadar büyük ki? Bu
kadar büyük bir göleti kazabilmek için manyak gibi büyük olmaları falan
gerekiyor. Bu arada, nerede lan bunlar? İçi ağzına kadar bal dolu bir kovanın
yakınlarında arı olmamasının imkanı yoktu.
“Pekala...” gergin bir şekilde gümüş saçlı ejderhaya dönüp
sorumu sordum. “Bu yerin sahibi arılar tam olarak nerede bu arada?”
“Sana güveniyorum.” Lefi’nin cevabı, kocaman bir sırıtışla
az önce söylediği şeyi tekrarlamak olmuştu.
Sanırım büyüyü bozmuştum. Sözü biter bitmez uzaklardan gelen
gürültülü bir vızıltı duymaya başlamıştım. Düşman Saptama yeteneğim,
düzinelerce arının nefretlerini bize doğrultmuş bir şekilde gelmeye başladığını
haber vermişti. Yarı paniklemiş bir şekilde sesin geldiği yöne doğru
döndüğümde, yerini merak ettiğim arıları görmüştüm. Kocamanlardı. Kocamandan da
büyüklerdi. Her bir böcek, iki tanesini taşıyabilecek kadar büyük büyük bir motosiklet
büyüklüğündeydi. İğneleri öyle büyüktü ki, bir mızrak olarak
kullanılabilirlerdi.
Ve sayıları çok fazlaydı. Tam anlamıyla bir yaratık ordusu,
uçurumun yarısında bir yerlerde bulunan dev bir delikten, muhtemelen kendi
yaptıkları bir mağaradan, sürünerek çıkmıştı.
“Bö dö nöe löea!?” Panik ve kafa karışıklığının ani karma
saldırısı içinde birkaç tane yarım yamalak kelime çığırmıştım. Mağara
muhtemelen yuvalarıydı ve dışarı o kadar çok yaratık çıktı ki, lanet yuvanın
içinde tıkışmış kaç tane arı olduğunu merak etmeye başlamıştım. Sayıları ne
kadar olursa olsun, tek bir şey değişmemişti. Mağaradan çıkan her bir arı,
arılarını çalmaya cüret eden istilacıları vahşice öldürme niyetiyle bize doğru
uçuyordu.
“Ben toplamaya odaklanırken, sen de onlarla ilgilen.” dedi
Lefi.
“Ne!? Ciddi misin!? Hiçbir şey yapmayacak mısın!?”
Ejderha şikayetlerime kulak asmadan topraktan birkaç cam
şişe yaptı ve içlerine mutlu mesut bal doldurmaya başladı. Harcayacak vakit
kalmadığından envanterime uzanıp, Zaien’i çektim.
“Gitme vakti mi?” diye sordu kılıç.
“Evet! Sana güveniyorum Enne!” Diye bağırdım. “Hadi onlara
tam güçlü bir patlama yollayalım!”
Hemen çok fazla miktarda büyü enerjisini kılıca aktarırken,
Kızıl Alaz adını verdiğim halkayı aktifleştirdim. Her ne kadar kılıç berrak bir
bilinç sahibi olsa da onu her zaman kullandığım şekilde kullanıyordum. Gerçi
biraz farklı çalışıyordu. Yeni kazandığı açık düşünce tasarlama yeteneği, Kızıl
Alaz’ı aktifleştirmem için yardımcı olmasını sağlamış, işlemi sert bir şekilde
hızlandırmıştı, özellikle bir yetenek olarak görülmeye başladığı düşünülürse.
Kendi başına beş kereye kadar kullanabiliyordu ve öncekinin aksine, ateş
üzerine kontrolü vardı. Elle kumanda edebilme özelliğinin doğrudan sonucu
olarak, alevler gerek varsa daha fazla alanı kaplayabiliyordu.
Büyü halkasını, yani yeteneği, aktifleştirdikten sonra,
yakınlarımdaki arıları Enne’in kenarıyla ikiye böldüm. Vücudu birden ölümcül,
büyük bir yangına, etrafındaki bütün böcekleri yakan bir yangın hortumuna
hapsederken, kızgın, sıcak korlar vücudundan yükseldi. Sıcaklık yükselmişti.
Vücudum sıcak hava dalgası içinde kalmıştı.
Isı onları yiyip bitirirken, alevler tarafından yutulan
arılar sinek gibi yere düşmeye başlamıştı. Süper etkili! Heh, böcek türlerinin
ateş türü saldırılara zayıf olacağını biliyordum. Bu böceklerin fıtratında var.
[1]
“Bu bayağı işe yaradıoa!” Bağırırken, birden bir yanımdan
bana doğru gelen bir arı iğnesini karşıladım ve saldırganın başını uçurdum. “Bu
yakındı.”
Görünüşe göre bu özel arı bana saldırmak için ateşlerin etrafından
dolanmıştı. Dostum, neredeyse isabet ediyordu. Önemli de değildi gerçi. Güçsüz
görünüyorlar, birkaç tanesinin saldırısına dayanacağımdan eminim.
“Kendini iğnelerinden korumakla iyi ediyorsun. Çeliği
delecek kadar güçlülerdir ve tesirli bir zehir taşırlar.” dedi Lefi. “Kendine
çizik attırmamaya çalış Yuki. Şu anki halinle, zehir işini en fazla on dakikada
bitirir.”
“Ne diyorsun be!? Bunu daha önce söylesene lanet olası!”
Diye bağırdım. Hay sıçayım, bu bayağı yakındı. Neredeyse gardımı düşürüp kendimi
arılara yem edecektim. Bunlarla çok fazla uğraşmama gerek kalmaması iyi oldu.
Şu koca alev fırtınası büyük bir kısmın---bir dakika. Neden hala bu kadar çok
arı var ulan?!
Lefi’ye bağırırken bir grup böcek alevlerin içinde ortaya
çıktı. Ordudan mümkün olduğunca fazlasını geçirebilmek için toplanıp yek bir
vücut topağı haline gelmişlerdi. Arılar hala güçlü bir şekilde ilerliyordu. Ve
benim saldırım, dikkatlerini bayağı bir çekmişti. Ejder kızı tamamen
umursamamış, kütleler halinde tepeme üşüşmeye başlamışlardı. Ah tanrım, neden?
Neden bunlardan bu kadar fazla var!? Bütün bu aptal ürkütücü götten bacaklıyı
görmek tüylerimi diken diken ediyor!
İğne ardına iğneyi atlatırken, kılıcımı sallayıp Kızıl
Alaz’ı saçmaya devam ediyordum. Diğer yandan Lefi, kenarda dururken kötü
haberler vermeye devam ediyordu.
“Ballarını toplama çabalarım arıların güçlü bir zeka
geliştirmelerine sebep oldu.” dedi. “Onlarla benim yerime ilgilendiğin için
sana teşekkür etmeliyim. Artık onların canına okurken, onları kökten yok etmemeye
çalışmak zorunda değilim. Senin varlığın bal toplamayı çok daha kolay bir iş
haline getirdi.”
“Lanet olsun sana Lefi! Bu aptal takım çalışması senin
suçun!?”
Arılar birlikte öyle iyi çalışmıştı ki, gıcık olmaktan
kendimi alamadım. Benimle kafa kafaya çarpışmak için hücum eden bir arının
yanında her zaman iki tane daha oluyordu. Kaçmamı engellemek için, biri
solumdan saldırırken diğeri sağımdan saldırıyordu. Hatta bazısı bir suikastçı
gibi davranıyordu. Dostlarının arkasına saklanıp bir açık verdiğim anda
saldırıya geçiyorlardı. Hareketlerini tarif etmek için koordinasyon kelimesi
yetersiz kalırdı. Tehlike karşısında hiç geri adım atmıyorlardı ve dostlarının
ölümüne hiçbir tepki vermiyorlardı. Ne olursa olsun, sürekli ilerliyorlar ve
bana durmadan saldırmaya devam ediyorlardı. Bu işi sevmedim. Bunlarla savaşmak
gerçekten çok can sıkıcı.
Lefi’nin de dediği gibi arılar zekiydi, hem de bayağı
zekiydi. Birlikte öyle iyi hareket ediyorlardı ki, neredeyse bütün bir sürü tek
bir organizma gibi davranıyordu. Neden, neden bu kadar fazla böcek var? Bir tür
böcek fobisi geliştirmeye başladığımı hissedebiliyordum. Hatta bu bana
muhtemelen TSSR verecekti. [2] Diken diken olmuş tüylerim sakinlemiyordu. Bu
şekilde ilerlemeye devam edersek Böcek Adam’a falan bile dönüşebilirim. Bir
Böcek Mağaram falan bile olabilirdi. [3]
“Bize saldıranları partnerime, yani sana bırakmalıyım.” dedi
Lefi. “Ve arzularımı savunmak için ortaya koyduğun çaba için sana teşekkür
etmeliyim.”
“Partnerim şöyle, partnerim böyle! Bana böyle diyorsun,
çünkü bu bana bir şeylerin benim üzerime yıkma işini senin için daha kolay hale
getiriyor değil mi!?”
“Lütfen savaşmaya biraz daha devam et. Balı kirletmek
istemiyorum ve bu kadar yakınımda olman kirlenme riskini artırıyor.”
“Aptal balın yerine benim hakkımda endişelenmeye başlamaya
ne dersin acaba!?”
Sikeyim! Ona asla elimden geleni yapacağımı falan
söylememeliydim. Lanet olsun sana geçmiş Yuki! Niye işleri büyütüp aptal aptal
konuşuyorsun ki!? Bir şey diyeyim mi Lefi? Peki! Neyse ne! Şu aptal böceklerle
dövüşmemi istiyorsan, dövüşeceğim. Ama bunun intikamını senden sonra alacağım!
Benden kurtulabileceğini hayal bile etme!
Savaşırken bayağı zaman geçti. Etrafta yuvarlandım, uçtum,
ve arı sürülerini uzaklaştırmak için vücudumun her bir parçasını kullandım.
Yere saçılmış sayısız cesedin her birine, ölümüme odaklı bir çift sağlıklı arı
tarafından eşik ediliyordu.
“Lanet olsun Lefi! İşini nasıl hala bitiremedin!?” Diye
bağırdım. “Bu kadar uzun süren ne acaba!?”
“Fazla kalmadı.” dedi inleyerek, Lefi. “Sadece bu lezzetli
balın şekerli tadının keyfini çıkarıyorum.”
“Ne saçmalıyorsun lan!? Gerçekten öylece oturup dinlenirken,
yemek mi yiyorsun!? Kes şunu da bana yardım et seni tembel pislik!”
“Ne kaba kelimeler.” dedi Lefi. “Bana saygı duymamaya devam
etmeye devam ediyorsan, sanırım tembellik etmeye devam edip balın tadını
çıkarmaya devam etmeliyim.”
“Özür dilerim matmazel. Sıradan, zayıf bir asker olarak ben
acizane bir şekilde, savaştaki becerilerinizi sergilemenizi talep ediyorum.”
“Ne zıt bir görüntü.” dedi ejderha. “Sözlerin nazik
olabilir, ama konuşma şeklin bende uyumsuzluk hissi uyandırdığı için, yardım
talebine karşılık vermemeye karar verdim.”
“Siktir git!” Diye bağırdım.
Lefi kıkırdadı ve bir süre daha umutsuzca çırpınışlarımı
izledikten sonra sonunda ayağa kalktı. Bıkkın bir ifadeyle iç çekti ve
olabildiğince abartı bir şekilde omuz silkti. “Sanırım yapacak bir şey yok.
Yüce Ejderha olarak bilinen kişinin kudretini sergileyerek, sana iyilik
yapmalıyım.”
“Tabii! Her ne diyorsan, Lefi, hadi acele et artık!”
Yüzündeki ifade beni deli gibi sinir etse de dişlerimi sıkıp cevap vermemek
için direndim. Eğer yaparsam bilerek yardım etmekten geri duracağını
biliyordum.
Pek güçlü Yüce Ejderha’mız korkusuzca gülümsedi ve ağzını
olabildiğince geniş açtı. Büyük çapta mana birden ağzında toplandı.
Ve ardından o oldu.
Bir ışın. Bir Hiper Işın. Ejder tipi olanların kullandığı
bilenen türden bir saldırı. [1]
Lefi’nin ağzından çıkan lazer öyle kalın ve yoğundu ki, en
güçlü Specium Işını’nı bile utandıracak güçteydi. [4]
Hava titreşti.
Patlamaya eşlik eden gök gürültüsüne benzeyen gürleme etrafı
sesle doldururken atmosfer zangırdamıştı. Buna dayanmak için ellerimle
kulaklarımı kapamak zorunda kalmıştım.
Saldırının doğrudan isabet ettiği hiçbir arı artık ortada
yoktu. Küle bile dönüşmemişlerdi. Tamamen imha edilmişlerdi, iz bırakmadan
silinmişlerdi. Ve aynı şey dağın başına da gelmişti. Uçurumun bir yanında koca
bir delik vardı. Bana, ortasında mükemmel bir yuvarlak delik olan bir Japon
bozuk parasını anımsatmıştı. Kayanın diğer tarafından görünen gökyüzünü
görebiliyordum. Hiçbir şey kalmamıştı. Arılar, kaya, her şey. Her şey tamamen
buharlaşmıştı.
Saldırının isabet etmediği arılar bile bozguna uğramıştı.
Saldırının yarattığı ses patlaması tarafından öldürülmüşlerdi. Yerde
kıvrandılar, kıpraştılar ve sonunda ölerek kasılı kaldılar. Hepsini
öldürebilmiş gibi durmuyordu ama en azından bölgedeki ben ve kendisi dışında
her şeyi etkisiz hale getirmişti.
“İyi izle Yuki. İşte bu bir ejderhanın kükremesinin, ırkımın
en güçlü büyüsünün sonucu.”
Kıyım sahnesi, zafer övgüsüyle dolu kahkaha ve kendini
beğenmiş bir sırıtışla buluşmuştu, ama ben, yüzümdeki keyifsiz bakışla, bu
ikisine de göremeyecek kadar, yıkıma bakmakla meşguldüm.
“Yani, çok güçlü falan anladım Lefi ama...”
“Ama?”
“Neden daha önce kullanmadın?”
“Kullanırdım, ama sen de ilk davetimi soğuk bir şekilde geri
çevirmeseydin.”
“Biliyordum! Biliyordum anasını satayım! Aptal bir kin
yüzünden bunca şeye katlanmama izin verdin!”
Usanmış, sinirli çığlıklarım, kilometrelerce uzaktan
duyulabilecek kadar gürültülüydü.
***
“Nnnggh… mmmrphh…”
Kıvranıp inleyen Lefi’nin sıcak nefesi kulağımı
gıdıklıyordu.
“H-hatalıydım Yuki.” diye kekeledi. “Hatalı olduğumu kabul
ediyorum, o yüzden l-lütfen, beni bırak!”
“Aaah....” rahat bir oh çekmiştim. “Bu gerçekten iyi bir
vücut yastığı.” Bu zamana kadar kullandığım en iyisi hatta.”
“Y-yuki...! B-beni dinle...!” inlemelerinin arasında
konuşuyordu. “Eğer beni duyuyorsan cevap vermek zorundasın!”
“Lalala~ Hiçbir şey duyamıyorum, o yüzden cevap da
veremeyeceğim galiba.”
“Yuki!? Yuki!!”
Kızarmış yanaklarıyla kıvranıp dururken affedilmek için
yalvaran Lefi’yi umursamadım ve parmaklarımı kanatlarının arasında gezdirdim.
Parmaklarımla hissin tadını bir süre çıkardıktan sonra yüzümü yumuşak
kanatların içine daldırdım. Geceydi; bal topladıktan sonra eve dönmüştük.
Kanatlarını taramayı teklif edince, bana uydu ve onları cisimleştirdi. Ve bunu
yaparak kurduğum tuzağa düştü, zokayı tamamen yuttu. Hemen onu yakaladım ve
kanatlarını geri çekmeden onu gece yastığım haline getirdim. Yatağım olarak
kullandığım futonun üzerine getirdim ve vücudunun en hassas bölgelerinden biri
olan kanatlarıyla oynamaya başladım.
Genel olarak konuşursak, Lefi kanatlarını istediği zaman
cisimleştirebiliyor ve geri çekebiliyordu, ama tecrübelerim, bu kurala uymayan
bazı istisnalar olduğunu öğretmişti. Hassas oldukları için, eğer birisi ona
dokunuyorsa geri çekmesi aşağı yukarı imkansız olmalıydı. Böylece şu anki
duruma düşmüştü. Kanatlarını geri çekmek ve benden gizlemek istiyordu, ama
onlarla uğraştığım için bunu yapamıyordu.
“Hmmm... Sanırım kuyruğunla da biraz oynamalıyım.” dedim.
“Ooo vay be, buraya dokunmak da bayağı hoşmuş.”
“K-kuyruğumu okşama!” diye karşı çıktı.
“Tabii. O zaman kanatlarına dokunmaya geri döneceğim
sanırım.”
“Bu daha da kötü!”
Ve böylece, rüyalar diyarına geçiş yapana kadar, Lefi marka,
gözleri yaşlı vücut yastığımın sıcaklığının tadını çıkarıp ona bakmaya devam
ettim.
Bu arada, balın tadı, ejderhanın dediği kadar iyiydi.
[1] Pokemon göndermeleri.
[2] PTSD desem çoğunuz anlardınız. Türkçesini kullandım
haliyle: travma sonrası stres bozukluğu.
[3] Spiderman-Batman karışımı bir gönderme yapmış.
[4] Önceki bölümlerde bahsettiğim Tokusatsu serilerini
hatırlayın, Godzilla’nın falan da buna dahil olduğunu bilenler vardır. Eski
olanları tabii ki, günümüzdekiler daha Hollywood-vari olmaya başladı. Neyse
büyük canavarların olduğu japon filmlerine Kaiju (canavar) filmleri denir. Asıl
noktaya dönelim, bu ışın türü Japonların meşhur Tokusatsu serilerinden biri
olan Ultraman serisinin karakterlerinden bazılarının kullandığı bir tür ışın.
Bu bilgiyi de başka yerde bulamazsınız he (bulursunuz bu arada) :P