Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Gurur - Kısım 2
“Kendini bir şey sanma, serseri.” dedi ejderha. “Aşağılık
dümenlerinle beni yenemeyeceksin!”
Patlamaların kuvveti ile onu kanatacak kadar darbe
indirebilmiş, ama onu öldürememiştim, bu yüzden saldırılarımın ölümcül
olamayacağını farz etmişti. Böylece tuzaklarımı umursamama kararı aldı.
Kanatlarını çırptı ve doğrudan bana doğru dalışa geçti. Öncekinden daha da seri
hareket ediyordu; bir mermi gibi atılmıştı. Yeni kazandığı hızı belli ki öfkesinin
bir sonucuydu.
Seri olsa bile, hız onun için tek olumlu giden şeydi.
"Şey, söylemeyi unuttum.” diye yarım gülüş attım.
“Görünmez duvarlara dikkat etsen iyi edersin.” Uyarımı yaptığım anda bir duvara
yapışma sesi geldi. Etrafımızdaki havadan yaptığım katı duvara kafalama
girmişti. Dikkatsizce içinden geçmeye çalışırken kanatlarını çırpmaya devam
ediyordu, ama şok beynini sarsmış ve yolunu değiştirmesine neden olmuştu.
Teknik olarak bakarsak, yaptığım şey bir tuzak değildi.
Aslında, zindanın özelliklerinden biri olan “Sertleşme” yeteneğini
kullanmıştım. Sertleşme normalde, boss odalarının duvarlarında, yerlerinde ve
tavanlarında kullanılan bir şeydi. Kullanım amacı, yüzeylerini sertleştirerek,
bossun tüm gücüyle savaşırken zindanı yok etmesini önlemekti. Ama bu, daha
fazlası için kullanılabilirdi.
Sertleşme, çeşitli hedeflerde çalışabilme yetisine sahipti.
Bölgeyi hedef olarak seçtiğim sürece, havada ve suda çalışabiliyordu.
Sertleşmenin bu yönünü, kızlara akvaryum yapma denemelerim sırasında
keşfetmiştim. Gerçek bir cam vitrin yerine kullanabilme umutlarıyla, bir su
kütlesini sertleştirmiştim. Dokunduğumda her yerinde bir beton kütlesi kadar
sert olduğunu doğrulamış, ne yazık ki niyetli olduğum amaç için
kullanılamayacağı sonucuna varmıştım. Balıklar betonda yüzebilen canlılar değil
sonuçta. Zaten lanet şeyin içine bile giremiyorlar ki.
Kısacası, yetenek bayağı esnekti ve kullanım amacından daha
fazlası için de kullanılabiliyordu. Ve ben de tam olarak bunu yapmıştım. Yarak
suratla tam aramızda olacak şekilde, havada asılı, görünmez bir duvar için onu
kullandım. Yeteneğin bu garip uygulaması, bana normalden daha fazla DP’ye mal
olduğu için, bir taneden fazla yapmakla uğraşmadım. Ejderhanın bir kez
düşmesini beklediğim türden bir dümendi.
“Sana lanet olsun!”
Şaşkınlığından kurtulur kurtulmaz, ejderha bağırmaya
başlamıştı. Sonra inanılmaz derecede fazla büyü enerjisini ağzının ortasında
toplamaya başladı. Lefi’nin geçen gün sergilediği, ejderhaların kullanabildiği
en güçlü büyüyü kullanmaya niyetli gibiydi. Kükremesi.
Lefi’ninki kadar güçlü olmayacağını biliyordum, ama yine de
isabet etmesine izin veremezdim. Eğer ederse muhtemelen ölürdüm, hatta sıyırsa
bile. Aklımda bu bilgiyle, hemen kaçınma manevralarına başladım, ama tecrübeli
bir keskin nişancı hassasiyetiyle, ağzını bana doğru hedeflemeye devam etmişti.
Beni izlemeye devam etti, ta ki, ağzındaki büyülü güç patlayana kadar.
Bir dizi patlama oluşmuştu--beyinsiz ejderha bozuntusu
tarafından yönetilen tek bir tane yoktu. Isı, etrafından ateş ve hava olarak
çıkıyordu. Patlamanın etkisi öyle uzaklara ulaşmıştı ki, ben bile
etkilenmiştim.
Tekrar bir tuzağa, patlaması için etrafındaki her bir manayı
yakıt olarak kullanan, nadir, büyü tabanlı bir büyücü öldüren tuzağına
düşmüştü. Benzin istasyonuna bir el bombası atılmış gibi bir etkisi olmuştu.
Zindanın savunma mekanizması tarafından harekete geçirilen patlama, zincirleme
bir reaksiyona sbep olmuş, ejderhanın kendi büyü gücünün ona karşı
kullanılmasına neden olmuştu. Kükremesini aktarmaya çalışmasaydı, patlama bu
kadar büyük olmayacaktı.
Ve işte bu yüzden hedefini değiştirmesini sağladım.
Kafamdaki amaç, ağzını, harekete geçmesini sağlayacak kadar tuzağa
yaklaştırmaktı. Ve her boka inanan salak bunu yemişti.
Genç bir erkek tarafından dayak yiyor oluşu, bana bir şey
öğretmişti: savaş sanatlarında pek de uzman değildi. İnanılmaz seri hareket
edebiliyordu. Saldırı gücü çok yüksekti ve büyüleri o kadar hızlı yapabiliyordu
ki, bütün işlemi önemsiz bir detay olarak gösteriyordu. Ama hepsi bu kadardı.
Ham bir stat topağıydı, ama olduğu şey sadece buydu. Saldırıları basitti, ve
çevresinde olan biteni kafası kesik bir tavuk kadar algılayabiliyordu.
Uzun lafın kısası, berbat bir savaşçıydı. Öyle yeteneksizdi
ki, kendinden onlarca kat daha zayıf birini alaşağı bile edemiyordu. Lefi’nin
olmadığı her şeydi. Yüce Ejderha sadece bir kez ejderha formunda benimle ava
katılmıştı. Ve buna rağmen, savaş şekli benime kazınmıştı. Uyguladığı şiddet
öyle ustacaydı ki, ne kadar güzel olduğu dışında bir şey düşünemiyordum. Bunu öyle
bir zerafetle yapıyordu ki, gözlerime inanamamıştım. Dünyanın en kuvvetli
ırkının en güçlü üyesi ünvanını gerçekten hak ettiğini sergilemişti. Eğer
ruhuma işlediği için, Yüce Ejderha’nın azametini asla unutamayacağım.
Lefi’nin bir istisna, normların çok dışında olan özel bir
varlık olduğunu biliyordum. Ama yine de, patates efendisinden daha fazlasını
beklemiştim. Lefi’nin ırkından birisiydi. İnsanlarına liderlik etmesi gereken
kraldı. Hal böyleyken, Lefi’ye kıyasla hiçbir şeydi. Bir sebze bile olabilirdi.
Ünvanının abartılmış bir saçmalık, ironi olsun diye bir güçsüz birine
yapıştırılmış bir etiket olduğu ortaya çıkmıştı. En ufak bir dövüş yeteneği
olsaydı çoktan ölmüştüm. Ham statları, o kadar güçlüydü. Lefi’nin onun üvanını
gördüğünde neden çok şaşırdığını tam olarak şimdi anlamıştım. Ejderha Efendisi
olamayı hak etmiyordu. Meşru yollardan kral ünvanını kazanabilmesinin imkanı
yoktu. Yükselmesinde bir tür dış faktörün rol oynamış olması gerekiyordu.
Patlamaların sebep olduğu duman, rakibimin yeteneklerini
gözden geçirirken dağılmıştı. Ve orada, vücudunun yanıklarla dolu olduğunu
gördüm. Gözleri, yuvalarınn arkasına dönmüştü; baygındı. Ejderlerin ejderlere
karşı süper etkili olduğunu biliyordum. Kendi büyüsünü kendisine karşı
kullanmak iyi bir fikirdi. Pekala, işte fırsat! [1]
Ona koşturup pat küt vurursam kayda değer bir hasar
veremeyeceğimi bildiğim için, DP’min geri kalanını, etrafına bir dizi tuzak
kurmak için kullandım. Ama başladığım anda gözleri geriye döndü. Bok suratın
bilinci geri gelmişti.
Kükredi. Artık herhangi bir akıl belirtisi göstermeyen
hayvani bir kükremeyle uludu.
“Nolu--!?”
Ve ardından bana doğru atıldı. Bana doğru döndü ve etrafını
umursamadan, düz bir hatta uçmaya başladı. Tuzaklarımın saldırı yağmuru altında
ilerliyordu ama durmuyordu.
Cıkladım ve yaptığı hücumdan kaçınmak için yana atladım ama
indiğim yerde bir büyü enerjisi emaresi belirdi. Önümdeki toprak bir patlamayla
yarıldı ve beni havaya fırlattı.
Pençeleri yukarıdan yaklaştı.
Kanatlarımı ne kadar çırparsam çırpayım fark etmiyordu.
Kaçamıyordum. Beni toprağa yapıştırmasına izin vermek dışında bir seçeneğim
yoktu.
Vücudum çarpışmanın etkisiyle sarsılırken, daha fazla kan
öksürmüştüm. Canımı öyle yakmıştı ki, kıvılcımlar görebiliyordum. Ama
momentumumun beni taşımasını göze alamazdım. Acının beni kontrol etmesini göze
alamazdım. Çünkü, takla atarken, onu gördüm. Dişlerinin bana doğru yaklaştığını
ve vücudumu parça parça etmekle tehdit ettiğini gördüm.
Bir şey yapılmadığı taktirde sonuç ölümdü.
Demir bir direğin yerden fırlamasına sebep olan yakınımdaki
bir tuzağı elimle harekete geçirdim. Çarpışma, onun yönünü değiştirmiş ve
çenelerinden kıl payı kurtulmama sebep olmuştu. Öyle yakınlardı ki, tam
yanımdan geçerken dişlerinin gıcırtısını duyabiliyordum. Bir başka ısırışla saldırıya
devam edememesi için ondan biraz uzağa yuvarlandığımda daha fazla büyü
hissettim.
Cıkladım ve kanatlarımı tüm gücümle çırparak, tepkisiz,
hırpalanmış vücudumu hemen sürükledim. Bir süre sonra, bulunduğum yer
düzinelerce kara mızrak tarafından delik deşik edilmişti.
Mal efendisinin hareketleri, hiç olmadığı kadar hızlıydı.
Sanki öfkesini bir pil gibi kullanıyordu, sanki daha yüksek voltajda
çalışabilmek için kendini güçlendiriyordu. Vitesini artırmıştı. Savaşın
başlangıcında o bir kediydi, ben ise bir fare. Ama şimdi, kurbanını avlamak
için tüm kudretini kullanan bir kaplandı. Lanet olsun. Hazır gardı düşükken onu
halletmek istedim. Gerçi, doğruyu söylemek gerekirse, her şeyin plana göre
gitmeyeceğini anlamıştım.
Bana doğru döndü ve bir kez daha bana yaklaşmaya çalıştı. Bu
sefer kovalarken ağzından alevler püskürtüyordu. Bu ne lan!? Bu piç herif bir
titan falan mı? Godzilla falan!?
Kendimi havada hareket ettirmek için kanatlarımı kullanarak
alevleri atlattım. Ateş topları kükreme kadar ölümcül değildi, ama yine de
kendi halinde de tehlikelilerdi. Her bir top, inanılmaz miktarlarda büyü
enerjisiyle kızdırılmıştı, ve onları fırlatma hızı saçma sapandı. Onları
atlatmamı umursamıyordu. Cehennemden bulup çıkarıyormuşcasına fazla sayıda ateş
topunu bana doğru atmaya devam ediyordu. Sıçayım. Bir şeyler yapmam lazım. Bir
şeyler yapmazsam ya beni yakacak, ya da beni yakalayacak.
Beni kovalarken ardı arkasına tuzakları harekete
geçiriyordu, ama beyinsiz ejderhanın umurunda değildi. Bazısı, bir anlığına
duraklamasına sebep olacak kadar sert vuruyordu, ama kontrolünü geri kazandığı
anda hücumuna devam ediyordu.
Hızlıydım.
Ama onu yavaşlatıyor olsam da benden daha hızlıydı. Kemikli
kanatlara sahip bir kertenkeleden farksız gözükse de, göklerde hüküm süren bir
ırka aitti. Kendi diyarında onunla aşık atmamın imkanı yoktu. Yavaş ama
kesinlikle yaklaşıyordu.
Daha fazla geciktirmeden, dezavantajımla savaşmak adına ani
bir dönüş yaptım. Doğrudan yukarıya doğru gitmeye, cennete ulaşmaya çalışan bir
yobazın coşkusuyla yükselmeye başladım. Doğal olarak bok kafalı sonuçlarını
düşünmeden beni takip edtiğinde, gözleri güneşin ışınlarıyla karşılandı, yüzü
buruştu.
Evet be! Ejderha ya da her neyse, güneşe bakmak gözünü
yakıyor ha? Ne yazık ki kafanın için pulların kadar karanlık.
kaçındığı anda arkamı döndüm ve doğrudan ona dalışa geçtim.
“Öl!”
Bana doğru umutsuzca bir ateş topu atmaya çalıştı, ama bu
gecikmiş tepkiyi kanatlarımın bir çırpışıyla savuşturdum. Kollarımı kaldırdım,
Zaien’i savurdum ve yollarımız kesişirken bağırdım.
Ağır bir darbe indirmiştim. Çenesinin ucundan bir gözüne
doğru kesiği devam ettirirken çarpışmanın etkisinin kollarımdan yukarı doğru
çıktığını hissedebiliyordum. Acı ve ıstırap içinde kükrerken her yere kan
sıçramıştı. Zaien’i etinden ayırabilmek için şerefsizi tekmeledim ve bir karşı
saldırıdan kaçınmak amacıyla hemen aramızı açtım.
Her ne kadar tecrübesiz olduğunu bilsem de, buna hala tam
karar verememiştim. Sağa sola sallanmıştı. Acı içinde sağa sola sallanmıştı. Ve
bunun bir sonucu olarak, geri çekilmemin ortasında kuyruğu yanımdan bana
çarpmıştı. Bu beklenmedik saldırıya kendimi hazırlamadığım için, yere çakılmak
üzere uçmaya başlamıştım. Vücudumun kontrolünü geri kazanmak için elimden
geleni yapmıştım, ama başaramamıştım.
Ejderha bozuntusu durumumu fark etmiş ve benim peşime dalışa
geçmişti. Çenesi gittikçe yaklaşıyordu. Duruşumu düzeltememiyordum.
Kaçamıyordum.
Beni yakaladı.
Çenesi vücudumun sol tarafından yaklaştı ve sol kanatlarımla
birlikte sol kolumu koparmıştı.
Yaralarımdan kanlar fışkırırken acı içinde inlemiştim.
Her ne kadar dengemi sağlamam gerekse de yapamıyordum.
Kanatlarımın yarısı olmadığı için gökyüzünden düştüm ve altımdaki topraya
çakıldım.
Ve bir anlığına bayılmış gibiydim.
Zihnim bulandı. Gördüğüm sahne, üzerimdeki gökyüzü, tamamen
bulanıktı. Başaramayacak gibiydim.
“Sahip! Sahip!!” Ama Enne bana seslendi. Sesinde umutsuzluk
ve panik vardı. Ve çok farklı olduğu için, odaklanmamı sağladı. Bunu, bilincimi
yakalamak ve kaybolmasını engellemek için bir çapa olarak kullandım.
“Şükürler olsun.” dedi Enne rahat bir nefes alarak. “Hala
hayattasın sahip.”
Boynumu aşağı doğru uzattım ve vücuduma baktım. Sol omzum ve
ona bağlı her şey gitmişti. Ve her ne kadar sağ kolum yerinde olsa da hareket etmiyordu.
Sanki artık bana ait değil gibiydi. Ne kadar hareket ettirmek istersem
isteyeyim beni dinlemiyorlardı.
Sol kanatlarımın ikisi de gitmişti. Havada yaşadığımız
çarpışma, onları vücudumdan ayırmıştı. Sağ kolum gibi sağ kanatlarım da
kırılmıştı. Onları da hareket ettiremiyordum. Ve bu sadece bir başlangıçtı. Tüm
vücudum sıçmıştı. Zarar görmemiş tek bir yerim bile yoktu. O kadar fazla hasara
dayanmıştım ki, artık acıyı hissedemiyordum. Tek iyi haber, iki bacağımı hala
hareket ettirebiliyor olmamdı.
Eski bir bulaşık bezi gibi paramparça olmuştum. Vücudumda o
kadar fazla delik vardı ki, çoktan ölmüş olmam gerekirdi.
Ama ölmemiştim.
Hala hayattaydım.
Hala savaşabilirdim.
“Hareket etme sahip! Savaşamazsın! Öleceksin!”
Enne umutsuzca beni durdurmaya çalıştı ama endişelerini
gülerek geçiştirdim.
“Üzgünüm Enne. Ama şu anda duramam.”
Bakışlarımı baş düşmanıma çevirdiğimde yüzümde bir sırıtma
belirdi. Yara almıştı. Erkek müsveddesi yerde yuvarlanıyor, benimkinin yanında
ihmal edilebilir olan yarası muhtemelen dayanılmaz ıstırap dalgalarına sebep
olduğu için, kükreyip duruyordu
Kendini benim düşmanım ilan eden acınası herif hala hayatta
ve iyiydi.
Ve ben de öyleydim.
Düello henüz sona ermemişti.
Ben bir iblis lorduydum. Çok fazla acıya katlanabilirdim.
Her ne kadar bir sürü yaraya sahip olsam da, hiçbiri devam etmemi engelleyecek
kadar beni sarsmamıştı. Ve hem düşmanımın, hem de benim hala nefes alıyor
oluşumuzu bilmem, kendimi savaşmaya zorlamak için gereken tek şeydi.
İrade gücümle Zaien’e doğru bir tırtıl gibi kıvrılarak
ilerledim ve ağzımı kullanarak, kıızla, kanımla boyanmış kabzasını yakaladım.
Kalan gücümü titreyen bacaklarıma aktardım ve dizlerimin üzerine doğruldum.
Ve sonra, ayağa kalktım ve ilerlemeye başladım.
[1] Pokemon göndermesi.