Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Arena
Çevrem tamamen gürültüyle doluydu. Sokaklar kalabalıktı ve
sokağı dolduran insanlar, şehrin şenlikli atmosferinin tadını çıkarırken
gürültülü bir şekilde konuşup gülmeye devam ediyordu.
“Vay canına...” elinden tuttuğum Enne, şehrin içinden
geçerken şaşkınlıktan gözlerini ardına kadar açmıştı. Şehrin bu kadar canlı
olmasından o kadar etkilenmişti ki, elinde olmadan hayranlığını dile
getirmişti.
“Değil mi? Galiba kral haklıymış. Burası şu anda bayağı
festival gibi görünüyor.” dedim, iyi ruh halimi belirten bir ses tonuyla.
İblis diyarının başkenti, öyle fazla enerji doluydu ki,
sokaktakilerden saçılan heyecanı hissedebilmek için tek bir bakış yeterli
oluyordu. Önümüzdeki manzaradan tahmin edilebileceği üzere, iblis kralı için
yapacağım şey hakkında yaptığımız konuşmadan bu yana beş gün geçmişti.
Arenaya gidebilmem için gerekli olan her şeyi hazırladık ve
yola koyulduk. Sokaklardan zorlukla geçerken çok fazla zaman harcamış olsak da,
neredeyse varış noktamıza ulaşmıştık. Gözüme çarpan şeylerden birisi, evinden
dışarı çıkmış her bir kişinin yüzünde neşe ve heyecan ifadesi olduğuydu. Bu,
tabii ki, sokaklarda dolaşanlardan fazlasını da kapsıyordu. Onlardan kazanç
sağlamaya çalışan kişiler de aynı şekilde hissediyordu. Birbirinin aynı,
heyecanlı ve yılların tecrübesi girişimciler tarafından sayısız tezgah
açılmıştı. Dükkan sahipleri yakınlarından geçenlere bağırarak ürünlerinin
reklamını yapıyordu. Neşeli çığlıkları, zaten hayat dolu olan havaya daha da
canlılık katıyordu.
Son birkaç gündür kademeli bir artış hissetmiştim. Başkente
insanlar geldikçe gürültü seviyesi de yavaş yavaş artmıştı. Ama bugün... bugün
tamamen farklıydı. Herkesin heyecanı birden artmış gibiydi. Bir yanım çok
şaşırmıştı. İblis diyarının, burada yaşayan insanların şu anda olduğu gibi
arkalarına yaslanıp rahatlamasına izin vermeyecek bir durumda olduğunu
düşünmüştüm. Ama görünüşe göre, tamamen yanılmıştım. Ve bununla bir sorunum
yoktu. Bana göre, festivaller tam olarak böyle olmalı.
Mantıklı konuşursak, bu gayet akla yatkındı. Eskiden
yaşadığım dünyanın aksine bu dünya, eğlenceden yana çok yoksunluk çekiyordu.
İnsanlar eğlence için kıvranıyordu. Bunun gibi olaylar, eğlencenin tadını
çıkarmak için elinden geleni yapacak herkes için çok nadir, çok az ve seyrek gerçekleşen
olaylardı.
“Yoksa bu, daha önceden de festivallere katıldığınız
anlamına mı geliyor efendim?”
“Şeyy, yani.”
Belirsiz, çekimser bir şekilde cevap verdikten sonra konunun
üzerini kapamak için, bizden sorumlu olan ajana dönüp sorumu sordum. “Peki,
Ajan Kap-, şey, Haloria, tam olarak ne yapmamız gerektiğini söylemiştin acaba?”
“Danışma kısmına gidip arena yetkilileriyle konuşarak
kaydınızı tamamlamanız gerekiyor. Ne yazık ki nüfuzumuzu turnuvanın kendisi
üzerinde kullanamadığımız için, kiminle savaşacağınızla ilgili hiçbir fikrimiz
yok. Maç eşleşmeleri tamamen rastgele yapılıyor ve işlemin geri kalanıyla
ilgili sizi yönlendirmekle sorumlu olanlar etkinlik görevlileridir.
“Pekala, tamamdır. Ve sanırım ön elemelerin bir tür battle
royale falan olduğunu mu söylemiştiniz?”
“Bu doğru.” dedi Haloria. “Elli kişi, herkes tek dövüş.
Ayakta kalan son üç kişi, turnuvanın geri kalanına katılmaya hak kazanır.
Gücünü düşünürsek, elemeleri rahatlıkla geçeceğinden eminim.”
Pekala. Elimden geleni yapıp, nereye gideceğimi görme
zamanı.
“Bazı adamlarımız turnuva görevlilerinin arasına karışmış
durumda. Sana yardımcı olmaktan memnun oluruz, o yüzden bizi çağırmak
istediğinde zili çalman yeterli olur. Olabildiğince kısa sürede birileri sana
yardıma gelecektir.”
“Çalmaya çalıştığımda ses çıkarmayan zilden bahsediyorsun,
değil mi?”
Yüzük gibi, bana verdikleri zile de büyülü özellikler
eklenmişti. Sıradan bir zilin sahip olduğu birincil özelliğe sahip değildi ama,
çok spesifik bir frekansta mana yayabiliyordu. Dostum, iblis kralı cidden bir
sürü havalı şeye sahip. Gerçi bütün bir ülkeden sorumlu olduğu düşünülünce bu
gayet normal geliyor.
Ana sokaktan aşağı doğru birkaç dakikamızı yürüyerek ve
konuşarak geçirdikten sonra, nihayet arenaya ulaşmıştık. Bina büyük, yuvarlak
ve nedendir bilinmez, dünyada sahip olduğumuz beyzbol statlarını anımsatmıştı.
Şehir gürültülüydü. Ama stadyum daha da gürültülüydü. Alana sıkışmış tonlarca
insan vardı. Gerçi bazısı düzgün bir şekilde dizilmiş, silahlı kişilerdi. Dostum,
birilerini silahlarıyla ve zırhlarıyla medeni bir şekilde dikiliyor görmek
falan bayağı tuhaf bir şey. Cidden. Bu lanet şey bana bayağı sürreal geliyor.
Tektipleşme, görünüşe göre iblislerin pek de umurunda
olmayan bir şeydi. Hepsi farklı farklı silahlara sahipti. Örneğin, birisinin
elinde ucundaki çalı yerine iğneler bulunan bir süpürge sopası, bir diğerinin
elinde ise, bir tarafı tırpan, diğer tarafı çekiç olan bir silah vardı. Sanki
her bir ırkın, kendine ait ekipman seçkisi vardı; sırada bir sürü farklı şey
giymiş ve bir sürü farklı şey tutan, bir sürü farklı kişi vardı. Her şeyi
toparladığımızda ortaya çıkan sahne, her ne kadar savaşçılar bir düzene göre
dizilmiş olsa da doğası gereği karman çorman ve düzensiz görünüyordu. Bunun
gerçekten bir dövüş sanatları turnuvası mı olması gerekiyordu? Bana daha çok
bir silah sergisi ya da takas şovu gibi geldi. Gerçi, kocaman bir ağzı olan
Japon stili bir kılıcım varken bunu söylemek bana düşmez.
“Ah, tabii ya, resepsiyonisti görmeden önce kılık değiştirsem
iyi olur muhtemelen.” Dedim. “Üzgünüm Leila, ama sanırım sizden ayrılmak
zorundayım. Eğer bir şey olursa, sana verdiğim, zindana dönmeni sağlayacak şeyi
kullanmayı sakın unutma.” Kolyeyi ona, bizi dinleyebilecek potansiyel
kulakların kafasını karıştırmak için, dolaylı yoldan hatırlatmıştım.
“Tabii ki efendim.” diye başını salladı hizmetçi, anlamış
bir şekilde.
İnsanların, ben ve bu operasyon için tasarladığım ikinci
kişiliğim arasında bağ kurmasını önlemek için, kılık değiştirdikten sonra
etrafta birlikte dolaşırken görülemezdik.
“Pekala Haloria, sanırım ben yokken Leila’nın güvenliğinden
sorumlu olma işini sana bırakmak zorundayım. Bayağı ünlü falan olduğunu
bildiğim için, kimsenin onun canını fazla sıkmasına izin verme olur mu?”
“Merak etmeyin, onu emin ellere bırakıyorsunuz.” dedi gizli
ajan. “Canımı vermem gerekse bile onu koruyacağım.”
Sözleri, başımın arkasında bir ter damlacığı oluşmasına
sebep oldu. Evet şey... eğer bir sorunla karşılaşırsa geçit açıp kaçabileceği
için, sen de kendi güvenliğine odaklansan daha iyi olur sanki.
“Şurası kılık değiştirme için iyi bir yer gibi görünüyor.”
Ajan, gizlenmek için kullanabileceğim bir yeri işaret etmişti. Yönlendirmesine
uyup, etrafımı hem haritama bakarak hem de düşman saptama yeteneğimle kontrol
ederek Enne ile birlikte oraya doğru ilerledim. Tamamen gözlerden uzak
olduğumuzdan emin olunca, Başkalaşım Yüzüğü’nü kullandım ve envanterime
sakladığım maskeyi aldım.
Yeni maskem, insanlara yardım ederken kullandığım maskeden
bayağı farklıydı. Bu seferki, palyaçodan ziyade, kara melek olarak bilinen
moleküler manipülatörün kullandığı maskeye daha çok benziyordu. Ah, bir dakika,
gözlerinin birinden geçmesi gereken şimşeği unutmuşum. [1]
Maskeyi sadece göz delikleri ve yalancı bir ağızdan ibaret
bırakmak, benim zevkime göre biraz fazla ürkütücü olduğundan, sol göz deliğinin
hemen altına rastgele bulduğum yıldız şekilli bir mücevher taşı iliştirdim.
İblis diyarından aldığım diğer süslü şeyler gibi, bu da kraldan aldığım bir
şeydi. Ne istersem isteyeyim, anında umursamadan, öylece bana veriyordu.
Dostum, bana mı öyle geliyor ama yoksa onun cepleri bayağı dolu mu?
Silah dönüştürmeyle yaptığım diğer şeyler gibi, maske de bir
silahtı. Teknik detay vermem gerekirse. bu bir bumerangdı, ama fonksiyonel
olmayan bir bumerang. Bunu fırlatarak birine zarar vermek için kullanabilirsin,
ama geri dönmeyi bırak, arkasına dönmeyi bile beceremezdi. Önemli de değildi
gerçi. Muhtemelen bu şeyi asla fırlatmayacağım için, gerek yok.
Palyaço maskesi çift olmasına rağmen, sadece bir tane kara
melek maskem vardı. Maskeyi sürekli takmama gerek olmadığından bu sefer ağız
kısmı açık olan ikinci bir maske yapmadım.
“Tamam, görünüşe göre halkın arasına karışmaya hazırım.”
dedikten sonra yanımdaki kılıç kıza döndüm. “Bu festivali kaçıracağın için
üzgünüm Enne. Akşam yapacağımız şeyi senin seçmene izin vererek bunu telafi
edelim, olur mu?”
“Tamam.” diye onayladı, kimonoyla sarılı silah. “Ve çok da
önemli değil sahip.. Birlikte olduğumuz sürece sorun değil.”
Normalde ifadesiz olan yüzünde azıcık bir utangaçlık ifadesi
belirirken söylediği sözler, beni inanılmaz mutlu etmişti. Of tanrım. Dünyanın
en tatlı şeyi mi bu ya? Bu retorik bir soru bu arada. Cevap vermenize gerek
yok.
“Sağ ol Enne. Seninle zaman geçirmeyi ben de seviyorum.” Konuşurken
gülümsedim ve kızın başını okşadım. “Bana bir iyilik yapıp asıl vücuduna
dönebilir misin?”
“Tamam.” Başıyla onayladı ve önünde tuttuğum kılıca dokundu.
Ve bunu yapınca yok oldu. Birbirlerine değdikleri anda kaynaşmış gibi
görünmüşlerdi.
İşlemin bittiğinden emin olunca, kılıç kızı omzuma
yerleştirdim ve iç çektim. “Pekala. Hadi gidelim.”
***
Uzun zaman sırada bekledikten sonra masaya ulaştım. Burada,
şeytani ırklardan birine ait gibi görünen bir resepsiyonist tarafından
karşılandım--hem kuyruğu hem de bir çift boynuzu vardı. “Günaydın efendim.
Kayıt işleminizi tamamlamak için geldiyseniz, lütfen ilk kayıt sırasında size
verilen belgeleri verin.”
Kaydımın kanıtı olan kartı ona uzattım.
“Detayları onaylamam için lütfen bana bir saniye izin verin.”
Resepsiyonist dokümanı gözden geçirmek için bir süre durdu. Önemli bir detayın
üzerinden her geçişinde bir süre durup benden onaylamamı istiyordu. “Özetlemek
gerekirse, Bay Ypsilon, burada Regighihegg’de doğdunuz ve seçtiğiniz silah ise
bir büyük kılıç öyle mi? Bu büyük kılıç sırtınızda asılı olan mı? Gerçekten
etkileyici bir kılıç. Burada, kralın tavsiyesiyle katıldığınız yazıyor. Bu
doğru mu?”
Her sorgusuna başımla onaylayarak yanıt verdim. Ypsilon,
tabii ki benim operasyon için seçtiğim takma isimdi. Aynen, anladınız. Yine Y
harfi var, ama bu sefer Almancadan falan.
“Harika. Sizi hareket halinde görmeyi dört gözle bekliyorum,
o zaman.” dedi. “Kayıt işlemi için gereken son adım, büyü enerjinizi kimlik
kartınızdan geçirmek olacak. Bunu yaparak kimliğinizi doğrular mısınız lütfen?
Dediği gibi yaptım ve kartı parlatarak gerçekten Ypsilon
olduğumu doğrulamak için manamı kartın içinden geçirdim. Dostum, bunlar
gerçekten derinlikli kontroller.
Beklentilerimin aksine, kapıdaki kontroller hiç de yarım
yamalak yapılmıyordu. Kayıt işlerini tamamlamayı asıl katılımcı yerine
başkasına yaptırmanın sorun olmayacağını düşünmüştüm, ama görünüşe göre
yanılmıştım. İzlenimim, ilk kayıtlar yüzünden böyle oluşmuştu. Bir sürü yalan
yanlış detay yazmama izin vermişlerdi ve kimsenin ruhu bile duymamıştı. Gerçi
şimdi düşününce, bu iblis kralının nüfuzunu kullanarak yaptığı bir şey de
olabilirdi. Demek istediğim, bunu yasal yollarla yapmadığını zaten biliyordum.
İstihbaratına çok güveniyor gibiydi. Özellikle dikkat etmem gereken adamlarla
ilgili her şeyi anlatırken.
“Sabrınız için teşekkürler. Kaydınız şu anda
tamamlanmıştır.” dedi, bir dudak merhemi kutusuna benzeyen, dikdörtgen, ahşap
bir blok uzatırken. “Siz, 113 numaralı yarışmacı olacaksınız. Lütfen numaranızı
unutmayın ya da kaybetmeyin. Dövüş sırası size geldiğinde, sizi numaranızla
çağıracağız. Bekleme odası şurası. Daha fazla bilgi almak isterseniz, koridorun
sonunda takımımızın bir üyesi bekliyor olacak. Tekrar teşekkürler ve iyi
şanslar Bay Ypsilon.”
Eğilen resepsiyoniste teşekkür etmek için bir elimi
kaldırdıktan sonra aşırı kalabalık girişten çıktım ve resepsiyonistin
gösterdiği koridorda ilerlemeye başladım. Savaşçılar için yapılmış bölge,
izleyicilere ayrılmış yerden ayrı tutulduğu için, nihayet kalabalıktan uzaklaşabilmiştim.
Yolu bir süre izledikten sonra, etkinlik çalışanlarından
birine benzeyen orta yaşlı bir adamla karşılaştım.
“Günaydın efendim. Turnuva dövüşçüleri için ayrılmış bekleme
alanına vardınız.” dedi kulağa profesyonel gelen bir tonda. “Burada bulunuyor
olmanızın sebebi savaşmak değil mi?”
Başımı sallayarak ve ona kartı ve numaralı yapıştırmayı
göstererek, sorusunu yanıtladım.
“Mükemmel. Bu bölgedeki bütün odalar bekleme odalarıdır.
Önünde kırmızı “boş yer yok” işaretleri olan kapılar, çoktan tam kapasiteye
ulaşmış olan odalardır, o yüzden bu odalara giremezsiniz. Ancak, tamamen
dolmamış herhangi bir odayı seçebilirsiniz.”
Peki öyleyse. Ve ben de oturmuş, özel bir oda alacağımı
falan sanıyorum. Gerçi bu bir yerde mantıklı da. Ön elemeler, katılımcı
sayısını azaltmak için varlar. Gerçek bir battle royale. Herkese özel konaklama
yeri verecek kadar yeterli odaları yoktu.
“Bu yer... İlginçmiş.” diye telepatik olarak konuşan Enne,
ben koridorda ilerlerken.
“Doğru.” diye kıkırdadım. “Böyle bir yerde ilk kez
bulunuyorsun değil mi?”
“Hıhı.”
“Muhtemelen arenaya çıktığımızda daha da mutlu olacaksın.
Arena, savaşların asıl yapıldığı yerdir. Gerçi kan kokuyordur, o yüzden çok
fazla eğlenmemeye bak, tamam mı?”
Bir çocuğu, şiddetin düzenli olarak sahnelendiği bir yere
getirmek pek de iyi bir fikir değildi. Kötü örnek olacak bir sürü olay
gerçekleşecekti. Gerçi, Enne sıradan bir çocuk değildi. O bir silahtı. Şiddet
sergilemen, bir yerde, onun tek göreviydi. Ondan korkmayı bildiği için, kan
dökmeye bağımlı olarak büyümeyeceğinden emindim. Büyülü bir kılıç olarak
geçirdiği zaman, onu vahşiliğin çılgın doğasıyla tavlamıştı. Turnuvayı tecrübe
etmesi, belki de onun için iyi olurdu; dövüş eyleminin yeri taraflarını
keşfetmesine sebep olabilirdi.
“Merak etme sahip.” dedi Enne. “Güçlerimi sadece seninle
olduğum zaman kullanacağım.”
“Bunun için teşekkür ederim bu arada.” dedim. “Bana çok
yardımcı oluyorsun.”
Bir süre etrafta dolandıktan sonra, nihayet içinde yer
kalmış bir oda bulmuştum. Kapıyı açıp içeri adımımı attığımda, odanın, bana
bakan bir sürü gözle dolu olduğunu gördüm. Bazısı, beni öldürmeye yetecek kadar
sert bakıyordu. Diğerleri, keyif aldıklarını gösteren bir ifadeyle bakıyordu.
Üçüncü, gergin tiplerden oluşan bir grup ise, diğerlerinin ne yaptığını
umursamıyormuş gibi davranıyordu. Arka plana karışmak için ellerinden geleni
yaparken, gözlerinin kenarından beni gözlemliyorlardı. Vay canına. Bu bayağı
iyi. Buradaki atmosfer bayağı iyiymiş. Evet, sevdim bunu. Bir tür spor
müsabakasına katılmak için sahaya adım atmadan önce odanın nasıl
hissettirdiğini bilir misiniz? Aynen, tam olarak öyle bir his vardı. Etrafta
belli belirsiz bir heyecan dalgası vardı. Of, dostum. Bunun gibi festivaller
işte böyle olmalı. Bu harika.
İlerleyip kendime boş bir yer ararken odada, kışkırtacak bir
şekilde yavaş yavaş gözlerimi gezdirirken maskemin altında koca bir gülümseme
belirmişti.
[1] Darker Than Black göndermesi. Serideki Hei adında,
ayrıca “black reaper” olarak bilinen karakterin maskesinden söz ediyor.
Çevirmen Notu: Battle Royale’i aynen bıraktım, çünkü türkçe
karşılığı tam olarak bulunmuyor. Böyle daha rahat anlaşılır. Aslında bölüm
içinde ne olduğundan bahsetse de ben yine de değineyim. Bir sürü kişinin
ekipmansız bir şekilde bir bölgeye bırakılıp, orada son hayatta kalan olmanın
amaçlandığı bir tür. Açlık oyunları, Fortnite, Pubg vs. gibi türlerden
anlayabilirsiniz. Burdaki oyunda ise birkaç raund sürecek dövüşte, raund başına
sona kalacak 3 kişi asıl dövüşlere kalacak. İyi okumalar ^^