Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Asıl Olay Başlıyor: Yaşlı Uşak - Kısım 1
“Ve bu raundun galibi bir kez daha, durdurulamayacakmış gibi
görünen bir güce sahip, Ypsilon!”
Sunucu savaşın sonucunu ilan ettiği anda seyircilerden
tezahürat ve yuhalama karışımı bir ses yükseldi. Heh. Görünüşe göre Dikkat
Çekme Operasyonu, sorunsuz bir şekilde ilerliyordu.
Ön elemeleri saymazsak, şimdiye kadar toplamda üç maçta savaşmıştım
ve her birinde de kötü adam rolünü oynamıştım. Amerikan güreşinde kötü adamlar,
rakiplerine bağırma, onlardan zayıf olarak bahsetme ve karşı olduğu her kimse,
onun gibi kişiler tarafından asla yenilmeyeceğini ilan etme gibi eğilimlere
sahipti. Ancek ben, öyle değildim. Bunun yerine ben seyircinin nefretini
savaşta yaptıklarım sonucunda kazanıyordum. Garipti ama, kalabalığın içinde
hatırı sayılı bir grup yine de beni sevmeye başlamıştı. Ne garip zevkleri var.
Sayısı artan tek şey, destekçilerim değildi. Maçıma müdahil
olmak isteyenlerin de sayısı artıyordu. Her savaşımda haritamdaki kırmızı nokta
sayısı artıyordu, ama herhangi bir zarar verme şansları hiç olmamıştı.
Müttefiğim olarak görev yapan kapüşonlu ajanlar işlerini iyi yapıyorlardı; her
seferinde muhtemel suikastçılarımı, bana dokunamadan önce temizliyorlardı. Her
şeye rağmen düşman sayısının gittikçe artmasının sebebi, onları yollayan
herifin, ölen her adamının yerine daha fazla adam yollamasıydı. Dostum, iyi
müttefiklere sahip olmak, hayatı kolaylaştırıyor. Bu şekilde, benim
yapabileceğimden daha iyi bir şekilde hallediyorlardı. Ve evet, ne
düşündüğünüzü biliyorum. Bana bir şaplak atıp, “Ne diyorsun lan, manyak? Daha
birkaç gün önce müttefiklerinin zayıf ve işe yaramaz olacağı için sızlanıp
duruyordun?” Yalan yok. Tamamen haklısınız. Aptallık ettim ve henüz tanışmamış
olduğum insanlara yukarıdan baktım. Aslında hiç yapmamam gerekirken, anlamadan
sonuca varmıştım. Muhtemelen onlardan özür dilemeliyim.
“Peki, ne düşünüyorsun Enne? Bu turnuva olayından bahsediyorum
yani.” Konuşurken, yanımda oturan kıza doğru döndüm. Şu an ikimiz de şahsi
bekleme odamın içindeki bir sıranın üzerinde oturuyorduk. Doğal olarak, o
formunu değiştirmeden önce etrafta kimsenin olup olmadığını kontrol etmiştik.
“Turnuva...” Bir anlığına
durup düşündü. “Çok gürültülü.”
“Evet, kesinlikle öyle.” dedim ve güldüm.
“Ve seni yuhalayanlardan nefret ediyorum.” Yüzü hüsrana
uğramış bir ifade alırken seyircilere doğru bakmıştı.
Bu halini görünce, sıkıntılı bir şekilde gülümseyerek
yanaklarımdan birini kaşımaya başladım; bir açıklama üretebilmek, birkaç
dakikamı almıştı.
“Pekala, eğer daha iyi hissetmeni sağlayacaksa söyleyeyim,
aslında benden nefret ettikleri için bunu yapmıyorlar. Bilerek pislik yapıyorum
ve onlar da benim oyunuma ortak oluyorlar.” dedim.
Enne, Amerikan güreşi ya da dövüş içeren bir sporla ilgili
pek bir şey bilmediği için, yuhalamanın aslında gerçekten nefret göstergesi
olmadığını anlayacak bilgisi yoktu. Kötü adam rolü ve yuhalamanın sürekli
birlikte olduğunu hemen anlamasını beklemiyordum. Seyirci, oyunun önemli bir
parçasıydı. Havalı bir kötü adam gibi davranmayı mükemmelleştirmek için, güçlü
bir negatif tepkinin katkısına ihtiyaç vardı. Demek istediğim, en azından ben
öyle olduğunu düşünüyordum. Benden nefret etmediklerinden eminim, etmiyorlar
değil mi? Değil mi...?
“Gerçekten mi...?”
“E-evet, sanırım öyle.” diye kekeledim. “Kızların oynadığı
rol yapma oyunlarını biliyorsun değil mi? Aslında bu da aynı şey.”
Ben kahraman rolü yaparken, onlar da iblis lordu rolü
yapıyordu. Ve sonra beni yenmek için saldırıya geçiyorlardı.
“O zaman bunu daha fazla yapmamalısın.” diye somurttu.
“Herkese ne kadar havalı olduğunu göstermen gerek. Aynı bir iblis lordunun
yapacağı gibi.”
“Şeyy... Eminim kötü adamı oynamak sadece havalı olmaktan
ziyade, daha çok iblis lordunun yapacağı bir şeye benziyor.”
“Olsun. Yapamazsın. Artık kötü adam rolü oynamak yok.”
Enne talebini dile getirirken bakışlarını yukarı çevirdi ve
tam gözlerimin içine baktı.
“Peki, peki, tamam. Anlaşıldı.” Başını okşarken zorla
gülümsedim. “Daha çok iblis lordu gibi davranacağım ve herkesin havalı olduğumu
düşünmesini sağlayacağım. Tamam mı?”
“Tamam.” dedi, memnun bir ses tonuyla.
Enne’in memnuniyet ifadesini görmemin hemen ardından kapı
çalınca, konuşmamızın tam da zamanında bittiğini anladım. Kapıyı açmadan önce
kılıç kızı asıl vücuduna döndürdüm. Kapıda dikilen kişi, turnuva görevlilerinden,
boynuzu ve kuyruğu olan bir iblis kızdı.
“Sonraki maçınız için zaman gelmek üzere efendim.” dedi.
“Hazır olduğunuzda, lütfen arenanın girişine doğru ilerleyin.”
Her zamanki bildiri olduğu için, birkaç seferdir yaptığım
şeyin aynısını yaparak, elimi kullanarak mesajı aldığımı belirttim. Diğer bütün
turnuva görevlileri, bunun onları gönderme tarzım olduğunu anlamışlardı. Geri
kalan görevlerini yapmak için hemen uzaklaşırlardı. Ama bu seferki, gitmemişti.
Kapının önünde kalmış ve bir süre kımıldanıp durduktan sonra, nihayet
cesaretini toplayarak ağzındaki baklayı çıkarmıştı.
“M-maçlarınız bugüne kadar gördüğüm en heyecanlı geçen
maçlardı Bay Ypsilon!” bunca zaman arkasında tuttuğu şeyi bana doğru uzatırken,
aceleci bir şekilde konuşmuş ve dili dolanmıştı. “İ-imzanızı alabilir miyim?”
Kızın ellerinde birer eşya vardı. Sol elinde yeni mürekkebe
bulanmış bir kuş tüyü kalem, sağ elinde ise normalden daha dayanıklı gibi
gözüken bir parşömen vardı. Sanırım bu, imza kağıtlarının yerine kullandıkları
şey olmalı.
Ah, şimdi anladım. Durum, işaretimi anlamamasıyla falan
alakalı değildi. İmzamı istediği için buralarda takılıyordu. Bir dakika...
İmzamı mı istiyor?
Bana vermek istediği şeyleri kabul edene kadar ne yaptığımı
düşünemediğim için, nihayet benden imza istediğini anladığım anda donup
kalmıştım. Hay sıçayım. Ne yapsam? Lanet olası bir imzam yoksa, nasıl ona
imzamı verebilirim ki? ...Pekala, sikerler. Katakana kullanarak Ypsilon
yazarım, olur biter. Muhtemelen farkı anlamayacaktır bile.
Kararımı verince, parşömeni duvara dayadım ve “imzaladım”,
ardından sahibine geri verdim.
“Çok teşekkür ederim!” diye heyecanlı bir şekilde ciyakladı
ve koşarak uzaklaştı.
“Ne garip birisi...” dedi Enne, telepati kullanarak.
“Değil mi?”
Peki şey... İmzamın üzerinde biraz çalışsam iyi olacak
galiba. Bilirsiniz, eğer başka birisi imzamı isterse diye.
***
Hazırlanma açısından yapacak pek bir şeyim olmadığı için,
iblis kız gittikten hemen sonra arenaya doğru ilerledim. Arenaya girdiğimde
kendimi, her zamankinden daha gürültülü bir ortamda buldum. Seyirci coşmuş,
avazları çıktığı kadar bağırıyorlardı.
“Ve karşısında, hafife alınmaması gereken, görüntüsü gerçek
gücünü maskeleyen bir adam! Kılıcı öyle hoş ve zarif ki, hırçın, ölümcül bir
dansa benzetilir! Bayanlar, baylar, size, her ne kadar Destia Trome’a hiç
katılmamış olsa da karşılaştığı her bir rakibi ezerek yok etmiş adamı takdim
ediyorum! Alkışlar Remiero’ya!”
Arenaya karşı taraftan giren adam, aynı yaşlı bir kahyaya
benziyordu. Yüzündeki ifade yaşıyla tutarlıydı; yüzünde, yaşlı, kibar bir
centilmenin suratında görebileceğiniz türden, nazik bir gülümseme vardı. Ama
bu, yaşını belli eden tek kısmıydı. Emekliliğini hak edecek kadar çok yaşamış
olmasına rağmen, sırtı bir sırık gibi dümdüz, adımları ise sertti. Soğukkanlı
ve cesur tavırları onu, göründüğünden çok daha genç biriymiş gibi gösteriyordu.
Bir dakika. O bir insan.
“Sen... Nell’in arkadaşlarından biri misin?”
“Sanırım bahsettiği müttefik sen olmalısın?” dedi yaşlı
adam, şık bir gülümsemeyle.
”Beni tanıdın mı?”
“Özelliklerin ve yüz hatların hakkında kabataslak bilgi
verildi.” dedi. “Asıl ele veren şey, kılıcın. Bize kavisli, çok uzun ve kırmızı-siyah
kurdelelerle süslü bir kabzası olan bir kılıçtan bahsettiler. Bu, seni görür
görmez ele veriyor.”
Aaah, anladım. Beni tanımak için Enne’i kullandı demek.
Mantıklı bir yaklaşım. Daha duyarlı olduğundan beri Enne’i hiç asıl formuna
döndürmemiştim. Gerçi etrafta sürekli onunla dolaştığım da söylenemezdi...
Arenadayken, korumak için onu ve kınını büyük bir örtüyle örtülü tutuyordum.
Vay be. Nell’in sağlam hafızası varmış. Bardayken sadece birkaç saniyeliğine
örtüsünden çıkardığıma yemin edebilirim. Bu kadar kısa sürenin, kılıcı detaylı
bir şekilde hatırlamasına yetmesine şaşırmıştım.
“Şimdi, hadi maç başlasın!” dedi sunucu. “Hazır olun?
Başlayın!”
Gong stadyumda yankılanmıştı, ama ikimiz de hemen harekete geçmemiştik.
“Pekala, konuşmayı çok isterdim ama, görünüşe göre başlama
zamanımız gelmiş. Kalabalığı bekletmek istemeyiz sonuçta.” dedi gülümseyerek.
“Neden sohbetimizi sonraya saklamıyoruz? Seninle bir savaşta yüzleşme fırsatını
tepmeyi hiç istemem. Mükemmel bir alıştırma turu olacaktır.”
Belinde asılı olan rüstik kılıcını çekerken aurası
değişmişti. Yaşlı kahyanın aurası birden büyüdü; ezici bir baskı ve gözdağı
hissi yaymaya başlamıştı.
“Alıştırmaymış! Dostum, beni öldürmeye çalıştığını
kesinlikle söyleyebilirim!”
“Hiç de bile saygıdeğer efendim, hiç de bile.” diye reddetti
kahya. “Lütfen beni affedin, kahramanın sizi tarif edişi merakımı cezbetti.
Gücünüzün sınırlarını merak etmekten kendimi alamıyorum.”
“Oo, tamam. Yani o kadar şey söyledikten sonra gerçekten
istediğin şey beni test etmek öyle mi?”
“Sanırım öyle de diyebilirsiniz.” dedi vahşi bir
gülümsemeyle.
Karşılaştığım rakibin sıradan biri olamdığı çok belli
olduğundan, neye karşı olduğumu daha iyi anlayabilmek için onu analiz ettim.
***
Genel Bilgiler
İsim: Remiero Gillbert
Irk: İnsan
Sınıf: Kahya (Kılıç Azizi)
Seviye: 158
HP: 3116/3116
MP: 2509/2509
Kuvvet: 994
Can: 992
Çeviklik: 910
Büyü: 606
Maharet: 2999
Şans: 155
Eşsiz Yetenekler
Zihin Gözü
Yetenekler
Kılıç Ustalığı X
Meç Ustalığı VII
Hançer Ustalığı VII
Dövüş Sanatları Ustalığı VIII
Kriz Saptama VII
Kılıç Görü VIII
Unvanlar
Tanrının Kılıcı
Sınırlara Ulaşan
Ölümün Kucağından Kurtulan
***
Dostum! Ne oluyor lan!? Cidden bu saçmalık da ne? Herif,
turnuvanın başlangıcı sona erene kadar karşılaşmaman gereken türde birisi! Ne
kadar güçlü olduğuna da bir bakın! Hay sıçayım! Of dostum, bu berbat. Dün
tanıştığım suikastçının daha iyi statları vardı, ama bu herif, kılıçta
kesinlikle çok daha iyiydi. Kılıç Ustalığı seviye on ulan! Sınıra dayanmış lan!
Daha fazla seviye atlaması mümkün değil! Off, yeteneklerinin her biri en
azından yedinci seviyedeydi. Sınıfına da bakın! O bir kılıç azizi! Soktuğumun
kılıç azizi! Buna uyan bir unvanı bile var. Ve maharet statından bahsetmiyorum
bile! Bu ne lan!
Son rakibim, ezici gücüne öyle güveniyordu ki, gerçekte
insan olduğunu saklamayla uğraşmamıştı bile. Nedenini tahmin etmek için zeki
olmaya gerek yoktu. Her şeyi halledebilecek kadar güçlüydü, işler sarpa sarsa
bile. Ve muhtemelen bu yüzden ona saygı da duyarlardı. İblis diyarı için,
kudret demek hak demekti. Ah, anladım. İnsan olduğunu saklamamasının sebebi
muhtemelen onunla birlikte çalışan diğerlerinin kalabalıkta daha kolay
gizlenmesine yardımcı olmaktı. Evet, olabilir. Sonuçta ona doğrultulacak
herhangi bir tehdidi halletmekte becerikliden de fazlaydı.
Dostum, güçlü birileriyle karşılaşmayı gerçekten kesmem
gerek. Ortalama birinin ne kadar güçlü olması gerektiğini anlama hissiyatımı
bozuyor ve kafamı kurcalıyordu. Gerçi, iblis diyarlarının yaptığı şeydi bu.
Seni çiğner ve bir kenara tükürürler. Sonuçta adamın iblis diyarıyla bir
alakası yoktu. Her neyse, olayı anladınız.
Stat sayfasını gördüğümde aldığım ilk karar, saf kılıç
oyunundan kaçınmaktı. Berbat kılıç koluma güvenirsem, sabaha kadar da dövüşsek
beni yeneceğinden adım gibi emindim. Statlarım onunkilerde çok yüksekti, ama
bu, beni yenemeyeceği anlamına gelmiyordu. Kafamı uçurmak ya da kalbimden
bıçaklamak, onun için kolay, garanti öldürme yöntemleriydi. Şeyyy, bir dakika.
Galiba çok çabuk anlamadan sonuçlara varıyor olabilirim. Açıkçası, ölümcül bir
yara olmadığı sürece herhangi bir yaradan sağ kurtulsam şaşırmazdım, ama bunu
test etmeye niyetim yoktu. Böyle bir şeyi test etmenin iyi bir sonuç vereceğini
hayal bile edemiyorum.
Her ne kadar turnuva ölümü yasaklasa da, kahyanın kudretini
hesaba katarsak, bunu dikkate almak zorundaydım; eğer onu ciddiye almazsam
kesinlikle kaybederdim. Pekala. Elimden geleni yapmanın zamanı geldi. Az önce
Enne bana gösteriş yapmamı ve seyircilere havalı olduğumu düşündürmem
gerektiğini falan söylemişti sonuçta.
“Sen kendimi tutmam gereken rakiplerden değil gibisin.”
Kılıcımı çektim, kını envanterime attım ve kendi kendime mırıldandım. “Hadi
yapalım şu işi Enne.”
“Hadi.” diye telepatik olarak yanıtladı.
Güneş ışınlarını yansıtan kızıl kılıç parıldıyordu.
“Oh, şuna bakar mısınız? Ypsilon sonunda silahını çekti! Ne
düşünüyorsunuz, hanımlar beyler? Yoksa bu, Remiero’nun gerçekten de
düşündüğümüz kadar güçlü olduğu anlamına mı geliyor!?”
Sunucu her zamanki yorumlamalarına başlamıştı, ama bunu
umursamadım. Zihnimi karşımda duran rakibime odaklamak için hem onu hem de
kalabalığın tezahüratlarını, zihnimden silip attım.
Kendimi sakinleştirdikten sonra, kısa bir nefes vererek, patlayıcı
bir güçle yerden sıçradım ve rakibime dalışa geçtim.
"Gel bakalım babalık!”