Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Gazap
Ohh. Of dostum, çok yakındı. Görünüşe göre tam zamanında
gelmişim.
“Vay canına, kesinlikle canına okumuşlar gibi görünüyorsun.
Kahramanlık işi için biçilmiş kaftan olduğunu cidden düşünüyor musun?
“Ah, kapa çeneni!” diye somurttu Nell. “Elimden geleni
yaptım... Daha ne istiyorsun...?”
Kahraman berbat durumdaydı. Nefesi hırıltılı geliyordu;
omuzları her konuştuğunda yükseliyordu. Kıyafetleri perişandı. Her yeri
parçalanmış ve vücut sıvısına bulanmıştı. Vücudunun her yerinde çamur görmek
mümkündü. Ve bazı yerlerine birkaç tane ok da saplanmıştı. Biri omzundaydı.
Diğeri midesinin yan tarafından girmişti. Tek bir bakış, kendini çok büyük bir
boğuşmanın içinde bulduğunu anlamama yetiyordu. Onu analiz ettiğimde haklı
olduğumu görmüştüm. Sağlığı iki hanelere inmiş, manası da dibine kadar
tükenmişti. Mana göstergesinde kalmış tek pikseli görmek için cidden gözümü
kısmam gerekmişti.
Yaşlı kahyayla olan maçım bugün için ayarlanmış son maçım
olduğundan, fazla sorun olmadan gizlice çıkıp, uçabilmiştim. Uçuşum, tabii ki
ağırlıkla Entor kullanımı içeriyordu. [1] Yani. Enne’in kendi manası az çok
bittiği için, işlemin her iki kısmının kontrolünü kendim ele almıştım. Öff, bu
çok can yakmıştı. Neredeyse milyon kez kaza yapmıştım.
Uğraşlarım da hesaba katıldığında, yol göstericim olarak
görev görecek küreye ve varış noktasına ulaşmak bir saatten kısa sürmüştü. Enne
ve ben henüz ses bariyerini aşmak gibi harika şeyler yapamıyor olsak da, yine
de hala çok hızlıydık.
Vardığımda Nell’i görmeyi bekliyordum, ama anlaşılan o ki, o
orada değildi. Onun yerine kendimi, perişan haldeki bir grup erkek ve kadının
arasında bulmuştum. Onları gördüğümde aklıma ilk gelen şey, onların muhtemelen
mülteci olduklarıydı. Yanlarında herhangi bir valiz olmaması, sanki bir savaş
bölgesinden ya da bir tür felaketten henüz kaçmış gibi görünmelerine sebep
oluyordu. Grup çoğunlukla, hemen hemen iki ayaklı kuşa benzeyen bir tür iblis
türü olan “kanat taşıyıcıları”ndan oluşuyordu.
Grubun içindeki iki insandan biri, iner inmez doğrudan bana
doğru koştu. Her ne kadar aradığım kız olmasa da, en azından tanıdığım
birisiydi. Herhangi bir formaliteyle uğraşmadı. Nell’in büyücü arkadaşı hemen
benden yardım istemeye başladı. Aah şey, hooov. Bir dakika, bu sessiz bir kız
değil miydi? Böyle davranıyorsa işler bayağı boktan durumda olmalı.
Paniği bulaşıcıydı. Bana işaret ettiği yöne aceleyle
ilerlerken kendimi bir aciliyet hissinin içinde bulmuştum. Nell’e ulaşmak için
yapmam gereken sadece haritamı izlemekti. Yeterince yaklaşınca haritada görünmüştü
ve görünüşe göre durumu da beklediğim kadar kötüydü. Tepeden tırnağa siyah
kıyafetler giymiş düşmanlar tarafından etrafı sarılmıştı. İfritlerdi ve birkaç
kez benim de ajanlarıyla uğraşmışlığım vardı. Ve işte girişimi burada
yapmıştım.
Her ne kadar sözde son derece iyi eğitilmiş özel kuvvetlerin
bir parçası olsalar da ifritler geri zekalılardı. Ani, beklenmedik değişimler
karşısında nasıl davranmaları gerektiğini bilmiyorlardı. Mekana gelişim, onları
hareket edemeyecek kadar aptallaştırmıştı. Hatta, duruma uymada öyle yavaşlardı
ki, hala Nell’le konuşuyor olmama rağmen, tamamen yerlerine çakılı kalmışlardı.
Nell birkaç cümleden sonra sendelemeye başladı. Tüm
gerginliği vücudundan ayrıldı ve bununla birlikte kalan kuvveti de gitti. Öne
doğru yığılmaya başladı.
“Hey! Dikkatli ol.” dedim, onu yakalayarak. “Dostum, seni
fena hırpalamışlar. Beni cidden daha erken çağırmalıydın.”
“Üzgünüm.” dedi, suçlu bir şekilde. “Anlarsın ya, şey...
Gerçek şu ki... sanırım biz... bize verdiğin... iki küreyi de yanlışlıkla
kırmış olabiliriz...”
“Bir dakika. Ne? O zaman beni nasıl çağırdınız?”
“Ronia muhtemelen... bir tanesini... o böyle şeylerde
iyidir...”
Ronia... Ronia... Ronia kimdi lan? Ah! Büyücü kızdan
bahsediyor olmalı. Bir dakika. Bir küreyi TAMİR mi etti? Vay anasını. Zekaya
bak.
“S-sen de ki--”
” Kapa çeneni. Seninle konuşan yok.”
Ahmak geri zekalılardan biri, nihayet yeni bir rakibin savaş
alanına dahil olduğu gerçeğini anlayabilmişti. Sesini çıkarıp beni sorgulamaya
kalkmıştı. Açıkçası ne istediğini pek umursamadığımdan bakışımla sözünü kestim.
Kafası bunu anlayacak kadar çalışmadığından, daha fazla araya girilmemesi için
jet akımlarından bir bariyer yaptım.
“Seni iyileştirebilirim, ama muhtemelen önce şu oklardan
kurtulmamız gerekiyor. Muhtemelen canın yanacak, ama dişini sıkıp buna dayanmak
zorundasın.” dedim.
Çok etkili olmasından dolayı tam sağlık iksiri olarak
adlandırılmış yüksek seviye iksirlerden yanımda vardı, ama o kadar da kudretli
değillerdi. Yaraları kesinlikle iyileşecekti, ama eğer vücudunun içinde bir
şeyler varsa, onun etrafından iyileşecekti, yani eski haline getirmeden önce
vücudunun içinde bulunan yabancı maddeleri çıkarmamız gerekiyordu.
“Tamam.” dedi.
Rızasını alır almaz, hala vücudunda saplanmış duran iki tane
cisme baktım. Onlar ok parçalarıydı, yani içeride saplı kalmalarını
istemiyorsam, onları sadece kaba kuvvetle çıkarmaya çalışamazdım. Gerçi, çok da
derinde değillerdi. Ok başlarını etinin dışında görebileceğim kadar
derindelerdi. Muhtemelen öteki taraftan çıkarmamıza gerek yoktu.
Onu yere yatırdım, ilk ahşap okun arka kısmını kırdım ve
gövdesini kavradım. “Pekala, başlıyorum.”
Kısa bir uyarı yaptıktan sonra, çabuk bir hareketle bütün
olarak yerinden çıkardım. Yaradan kan fışkırmaya başladı. Birazı yüzüme, daha
doğrusu yüzümdeki maskeye sıçramıştı.
“Ah...” biraz yüzünü ekşitmişti, ama hemen ardından gülüp
geçmişti. Soğuk terler içinde olmasına rağmen, gülümsemesi yerindeydi. “Dur
bakalım... Hala bir maske mi takıyorsun...? Ve bu sefer saçının... rengini bile
değiştirmişsin... Lefi’ninkine benzemiş...”
“Aynen, bayağı havalı değil mi? Eğer istersen haberim olsun.
Birkaç tane yedeğim var.”
“Biliyor musun...? Sanırım... Bir tane alabilirim.”
“Vay be, biri fikrini değiştirmiş galiba. Başkentteyken
maske istemediğini söylediğine yemin edebilirim.” dedim, vücudundan bir ok daha
çıkarırken.
“Aaah...!” diye inledi. “Söylediğimi biliyorum... ama bu
maske fikri... hoşuma gitmeye başladı...
Birkaç kere daha bakınca... her şeye rağmen biraz... havalı olduklarını
düşünmeye başladım...”
“Vay, vay, vay, şuna bakar mısınız? Sersem Nell, nihayet
maskelerdeki güzelliği anlamaya başlamış.” dedim pis pis sırıtarak. “Bir maske
geliyor.”
Envanterime uzandım ve hem bir maske hem de bir iksir aldım.
Maskeyi tepesine yerleştirdikten sonra başına doğru uzandım ve maskeyi kafasına
yerleştirdim.
“Al bakalım. Ah, ve hazır envanter işine girmişken sana bir
de iksir aldım. Hepsini içtiğinden emin ol, ama dikkatli ve yavaşça iç. Hiç
dökme, tamam mı?” Bunu söyledikten sonra iksiri dudaklarına yaklaştırdım ve
yavaşça ağzına dökmeye başladım.
İksirin etkisi çabuktu. Yaraları göz açıp kapayıncaya kadar
kaybolmaya başlamıştı. Tamamen eski haline gelmesi birkaç saniye sürmüştü.
Vücudunu kaplayan kesikler kaybolurken, derisi de her zamanki yumuşak, elastik
haline geri dönmüştü. Can çubuğunun dolmasını izledikten sonra, nihayet rahat
bir nefes alabilmiştim.
“Pekâlâ. Şimdi iyi olmalısın.”
“Tamam... o zaman... savaşa geri döneceğim...”
“Hey, hey, yok ya. Ani evet, iksir seni ayağı kaldırır ama,
kaybettiğin bütün enerjiyi geri getirmez.” derken Nell’in alnına hafifçe
vurdum. “Zaten yeterince şey yapmışsın. Sadece gözlerini kapa, arkana yaslan ve
rahatla. Ben hallederim. Bu şerefsizleri dert etme. Ve arkadaşlarını da öyle.
Her şey kontrolüm altında.” Omzumu silkerken her zamanki ses tonumda
konuşmuştum. Rahatlamasını kolaylaştırmak için, benim için sıradan bir şeymiş
gibi boş boş konuşuyordum.
“Hıhı... Sağ ol Yuki.. Seni... S....” öyle yorgundu ki,
cümlesinin ortasında uyuya kalmıştı. Rüyalar alemine süzülürken gözleri
kapanmış, nefes alıp vermesi yavaşlamış ve vücudu rahatlamıştı. Vay be. Deli
gibi yorulmuş olmalı.
Tekrar envanterimi açtım ve kullanıcısını zindana ışınlamaya
yarayan bir büyü ile efsunlanmış bir kolye aldım. Acil durumlar için sakladığım
kolyeydi. Boynunun etrafına doladım, kendi manamı içinden geçirdim ve içine
gömülü olan büyü halkasını aktifleştirdim. Vücudu yavaş yavaş silinmeye
başladı. Yarı saydam bir hale geldikten sonra, tamamen kaybolmuştu. Asıl taht
odasında uyandığında muhtemelen kafası deli gibi karışmış olacaktı. Planlarını
bozduğum için, bundan pek de hoşnut olmayacağı da ihtimal dahilindeydi. Eh n’ apalım,
benim sorunum değil. Ayrıca, bu kadar şeyden sonra muhtemelen tatile ihtiyacı
olacaktı zaten, o yüzden ciddi bir zararı olmayacaktı, planlarını bozmuş olsam
bile.
“Üzgünüm Enne ama, bir süre envanterimde arkana yaslanıp
dinlenmeye ne dersin?”
“Tamam.” Kılıç kızın neyin peşinde olduğumu gayet iyi
biliyordu. Her ne kadar depoda tutulmaktan kaçınıyor olsa da tereddüt namına
hiçbir şey yapmadan, başla onaylamanın telepatik versiyonunu yapmıştı. Sağ ol
Enne. İyi bir çocuksun, biliyor musun?
Onu envantere koyduktan sonra yerden kalktım, derin bir
nefes aldım ve Nell’le beni, ona saldıran ifritlerden ayıran su tabanlı büyüyü
bir elimi yana kaydırarak bozdum.
Bakışlarımı kaldırdığımda, ifritlerin kılıçlarını çekmiş ve
tetikte olduklarını gördüm.
“Yolumuza çıkmaya nasıl cüret edersin!?” Başları olduğunu
tahmin ettiğim şerefsiz, onun olduğu yöne doğru baktığım anda bana bağırmaya
başlamıştı. “Konuş bakalım! Sen de kimsin, ve kızı nereye sakladın!?”
Bu saçmalığa katlanmak istemediğimden cevap vermekle
uğraşmadım. En azından kelime kullanmakla uğraşmadım. Medeni biri gibi
davranmak yerine ona doğru koştum, yüzünü kavradım ve tek kelime etmeden
kafasını sıkıştırmaya başladım. Kendimi tutmadığım için, ellerim bir mengene
görevi gördü ve kafatasının şeklini değiştirmeye başladı.
Bu hareket, tabii ki onu acı içinde bağırtmıştı.
Gürültülüydü, çok gürültülü. Ciyaklamalarını, ulumalarını ve zırıltılarını
iğrenç buluyordum. Belki de dilini koparmalıyım. Ah, kafasını ezip beynini
patlak nasıl olur? Aynen öyle yapacağım. Pezevenk bunu kesinlikle hak etti.
Ne yazık ki adamlarından biri, tam da seçeneklerimi
değerlendirmenin ortasındayken onu kurtarmaya gelmişti. Adamda bir hançer
vardı, ve bıçaklanmak istemediğimden, vücudumu çevirip saldırıdan kurtulduktan
sonra, bok çuvalının kafasını, kafası şeklini kaybetmiş dostuyla tokuşturdum.
İkisi birbirine çarptığı anda yüksek bir tok sesi gelmişti.
Geri kalan aptallar, görünüşe göre ancak o anda saldırıya
uğradığını anlamış olacak ki, o anda yaylarını kaldırıp bağırarak bana ardı
ardına ok yağdırmaya başlamışlardı. Sayıları öyle fazlaydı ki, eğer bana isabet
etmelerine izin verirsem, sonunda bir oklu kirpiye dönerdim. İzin vermediğimi
söylememe gerek yok sanırım. Hemen havadan yapılma bir bariyer büyüsü yaptım ve
bana doğru gönderdikleri her bir cismi geri sektirdim. Bazı oklar tesiri artsın
diye büyüyle efsunlanmıştı, ama bunun bir önemi yoktu. Hiçbiri, savunmamı
aşamazdı. Tehdit bile değillerdi. Benden o kadar zayıflardı ki, bir tehdit
olarak sayılamazlardı bile.
Doğal olarak, ifritlerle aramdaki güç farkını anlayan tek
kişi ben değildim. rakiplerim de bunu anlamıştı. Kılımı bile kıpırdatmadan
saldırılarını etkisiz hale getirdiğimi fark ettikleri için, aralarında
huzursuzluk kol gezmeye başlamıştı--sanki umurumdaydı. Aklım başka şeylere
odaklanmıştı. Nitelendirmek gerekirse, öfke.
Sinirliydim. İstemesem de, içimde kabaran öfke dalgasını
hissedebiliyordum. Karşı konulmaz bir her şeyi yok etme güdüsü, vücudumun her
bir gözeneğinden sızıyordu. Zihnimi tamamen yutacak kadar fazla bir öfkeyle
dolmuştum. Vücudumu galeyana getiriyor ve onu hareket etmeye güdülüyordu. Bir
orospu çocuğunun küçük kardeşimi kaçırmaya karar verdiği zamanki kadar
sinirlenmiştim. Görünüşe göre kahramandan, düşündüğümden daha çok hoşlanmıştım.
Az çok bir öfke krizi geçirdiğim için mantıksız davrandığımı
ve her kezi öldürmenin ve her şeyi yakıp yıkmanın yaptıklarını geri
çevirmeyeceğini biliyordum tabii ki. Ama umursamadım.
Bilirsiniz, her zaman benmerkezci olan, egoist bir pisliğim.
Her zaman, sanki dünya benim etrafımda dönüyormuş gibi davranıyordum. Bence
dönmüyor da değildi.
Hay, demek istediğim, bencil olmak benim suçum bile değil.
Bunun sebebi diğer insanların sikik birer puşt olmasıydı. Bakın, sadece beni
dinleyin. Dünyaya adımınızı attığınızda, beleş yemek diye bir şeyin olmadığını
gerçekten anlamaya başlayacaksınız. İyi niyet diye bir şey yok. Herkes iki
yüzlü. Herkes ve onların lanet olası annelerinin gizli planları var.
Açıkçası hayır işi, aptallığın zirvesi. Beyaz atlı hayırsever
piçler gidip bok yesinler, umurumda değil. Ve evet, bazı insanların “gerçekten
nazik” görünüyor olduklarını biliyorum. Bazısı gerçekten aziz falan olarak bile
nitelendiriliyor. Ama bana kalırsa, hepsi ürkütücü tipler. Bir şeyler saklıyor
olmalılar. Ya da deli olmalılar. Her ne haltsa, gidip kendilerini sikebilirler.
Hayatını evrenin merkezinde gibi yaşamadıktan sonra ne anlamı
var? İstediğin şeyi yaparsın, çünkü senin için var. Hayatın anlamı, kendini ve
egonu tatmin etmektir. İşte bu yüzden diğerleriyle yaşamaya karar verdim. Ve
işte bu yüzden Lefi ile evlendim. Hepsi benim içindi. Ve sadece kendim için.
Çünkü benmerkezci bir pisliğim.
Tam olarak öyle bencilim ki, *kendi* dünyamın parçası olarak
düşündüğüm, etrafımda olan kişilerin canının yandığını görmek istemiyordum.
Nell’i tam olarak ne zaman böyle görmeye başladım cidden bilmiyorum ama her
neyse. Görünüşe göre öyle görüyorum ve tek önemli olan da bu.
Bir açıdan, gerçekten bir iblis lorduna uygun bir şekilde
davrandığımı söylenebilir. Her ne kadar mantıksız da olsa, işleri kendi
isteğime göre zorluyordum.
“Her birinizi öldüreceğim.” diye adamları terslerken, onlara
dik dik bakıyordum. “Ama bunu yapmadan önce, bana bir iyilik yapacak ve acı
çekeceksiniz. Çünkü sizi sikeyim. Hepinizi.”
Envanterimden bir hançer çıkardım, büyü halkasını aşırıya
yakın manayla doldurdum ve fırlattığım adama doğru döndüm. Komik bir sahneydi. Herkese
beni öldürmelerini emrediyor, öfkeli bir şekilde avazı çıktığı kadar
bağırıyordu. Silahı ayaklarına fırlattıktan sonra hemen kanatlarımı çırptım ve
havalandım. İyice mesafeyi açtığımdan emin olduktan sonra hançerin yere
saplanıp saplanmadığını kontrol etmek için arkamı döndüm.
Tamamen dikkatsiz davranmıyordum. Hatta bunun tam tersiydi.
Ne yaptığımın zerre farkında olmayan ifritlerin aksine ben, kendi güvenliğim
için sadece gerekli adımları atmıştım.
Savaşmak yerine kaçtığımı düşününce, öfkeli bir şekilde
bağırmaya başladılar. Ya da en azından öyle olması için uğraşmıştı. Öfkeleri
kısa süre içinde, doğrudan değersiz beyinlerine enjekte ettiğim ıstırapla yer
değiştirmişti.
“N-ne oluyor!? Bu da ne!? Ah tanrım! Ah tanrım, hayır!
Hayır! Hayır!!”
“Acıyor! Acıyor! Kollarım! Bacaklarım! Kan! Acıyor! Durdur,
durdur! Lütfen, dur! Kan pompalamayı durdur! Atmayı durdur!”
“Neden!? Neden bana bakıyorlar! Gözlerim! Bana bakmayı
durdurmuyorlar! Gitmiyorlar!”
Başta sadece hançerin yakınındakileri etkilemişti. Arkadaşları
onlara kafaları karışmış bakışlarla bakıyordu, ama kısa süre sonra
anlamışlardı. Çünkü kısa süre sonra, onlar da büyümün içine çekilmişti.
Anlaşılamayan bağırışlar kalabalığa yayıldı. Hiç var olmamış hayaletler
tarafından dehşete düşmüşlerdi. Bir kısmı yerde kıvranıp duruyor ve kol ve
bacaklarını delirmiş gibi sallıyorlardı. Diğerleri, göğüslerini tırmalayarak
kendi kalplerini çıkarmaya çalışıyorlardı. Bir başka grup ise parmaklarını göz
çukurlarına sokarak kendi gözlerini oyuyorlardı.
Serbest kalmak için acı içinde ciyakladılar ve inlediler,
ama ölmeyi başaramayanlar acı çekmeye devam ettiler. Serbest kalmak diye bir
şey yoktu. Onlar için.
Fırlattığım hançer mitrilden yapılma, Efsunlama’nın son
seviyeye ulaştığında açılan bir büyüyle işenmiş bir hançerdi. Kabus. Kabus,
büyük bir alanı etkileyen ve içinde bulunanların zihinlerini bir dizi
korkutucu, ruh yiyen halüsinasyonla yok eden, acımasız ve insanlık dışı bir
büyüydü.
Yarattıkları sahneye ancak cehennemin bir katı olarak tarif edebilirdim
ve bu, onları maruz bıraktığım korku ve endişeyi tam anlamıyla kapsamaya
yetmezdi. Bu doğal bir şeydi. Kabus, seviye on yetenekle birlikte geliyordu.
Seviye ona ulaşmış yetenekler öyle güçlü ki, doğaları gereği ancak tanrısal
olarak nitelendirilir; temsil ettikleri güç, basit ölümlülerle aynı seviyede
düşünülemezdi. Böyle kısa bir tanım, yarattığı sonuçlar göz önünde
bulundurulduğunda yetersiz kalıyordu.
Kabus hakkındaki en korkutucu kısım, etkilediği kişiden
beslenmesiydi. Etkilediği kişilerin büyü enerjisiyle kendini besliyor ve onları
kurutana kadar illüzyonu sürmeye zorluyordu. Ve bunu yavaş yapıyordu. Büyü,
hedeflerini sonsuz gibi hissettiren bir ıstıraba hapsediyordu. Kendilerini
öldürmeden büyüye dayanabilenler, genellikle beyin ölümü yaşıyorlardı. İşlevini
yerine getiremeyen, bitkiye dönüyorlardı. Gerçi, büyünün dehşetinin karşısında
aklı başında kalmak imkansız değildi. Kimisi, deliliğe kendilerini kaybetmeden,
büyüye dayanabiliyordu. Ama mana olmadan, yapabilecekleri pek bir şey yoktu. Savaş
durumunda, diğer tüm talihsiz hayatta kalan kadar sakat kalıyorlardı.
Her ne kadar olabildiğince etkili olsa da, Kabus’un da kendi
dezavantajları vardı. Mitril, Kabus’un efsunlanabileceği en kötü metal olabilirdi
ve sadece büyüsel olarak iletken olduğu için sınırı güç bela geçiyordu. Halkayı
aktifleştirmek için gereken yüksek miktardaki büyü enerjisine daha düşük
kalitede hiçbir metal dayanamazdı. Mitrilden daha kötü herhangi bir şey
kesinlikle erirdi. Gerçi, mitrilin kendisi de çok iyi değildi. Kabusun tek
kullanımı, katalizör işlevi gören mitril kılıcı yok etmeye yeterdi. Daha nadir
bir materyalle büyüyü birkaç kez daha kullanma imkanı vardı, ama buna değmezdi.
Silah sonunda yine de pelteye dönerdi. Ve metal değerlendikçe fiyatı da
doğrusal olarak katlanarak artıyordu, ki mitril silahlar fiyat/performans
olarak en iyi silahlardı.
Sonuç olarak, büyüyü yapmak saçma derecede masraflıydı.
Elimde sadece birkaç Kabus işlenmiş hançer vardı ve onları kozum olarak
kullanıyordum. Açıkçası, şu an birini kullanmak israftı. Ah, pekala, kesinlikle
buna değmişti. Bu piçlere sokayım.
Havada uzunca bir süre boş boş dolandıktan ve hepsinin acı
çekişini izledikten sonra, büyünün etkisini kaybetmeye başladığını fark
etmiştim. Etkilenen beyinsizlerin çoğu çoktan ölmüştü. Ölmemiş olan birkaçı
ise, etraflarına ve çevrelerine yayılmış farklı farklı vücut sıvılarının
üzerinde yere serilmişlerdi. Sonunda tekrar hareket edebildiklerini fark
ettikleri anda, hemen kılıçlarını kaldırdılar ve kendi boğazlarını sırayla
kestiler. İçlerinden sadece biri korku evimden canlı çıkabilmiş ve yaşama
isteğine tutunabilmişti. Diğerlerinin aksine o, yavaş yavaş sürünerek
uzaklaşmaya, umutsuzca elinden geleni yaparak kaçmaya çalışıyorlardı.
Onu tanımıştım. Gelişime ilk tepkiyi veren, emirler yağdıran
ve herkese cırlayan beyinsizin ta kendisiydi. Hmm. Vay be, görünüşe göre sağlam
adammış. Ben de oturmuş onun bir korkak olduğunu düşünüyordum. Pekala, bana
uyar. Off, bu mükemmel. Bazı cevapların peşindeydim zaten. İşini bitirmeden
önce “iş birliği” yaptıralım bakalım.
Hançere bakıp, tamamen çöp haline geldiğini gördükten sonra,
kendimi yer çekiminin ellerine bıraktım. Yere geri düşüp tam önüne indim. Bu
hareket, bütün umudunu alt üst etmişti; beni gördüğü anda bir domuz yavrusu
gibi ciyaklamıştı.
Tepkisi sırıtmama sebep olmuştu. Yüzümdeki sırıtışın kötücül
olduğunu biliyordum. Hatta, olan biteni izleyen üçüncü bir grup varsa, bahse
girerim beni kötülüğün vücut bulmuş hali olarak falan düşünüyordur. “Hey piç
herif, beni özledin mi? Bir yerlere gideceğini duydum. Sana katılmamın
sakıncası var mı?”