Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Yüzleşme - Kısım 2
Havuç kafalının koltuğundan sahaya atlayışını izlerken
gözlerimi kıstım. Şükürler olsun. Gerçekten de delikanlı gibi, sahaya inmeye
karar vermişti.
Birbirimize dik dik baktık. İnişi, kısa bir sessizlikle
birlikte gerçekleşmişti--bir patlama tarafından kesilen bir sessizlik...
Patlama şiddetliydi. Toz, duman ve yer havada dağılmıştı. Onun için
yerleştirdiğim büyülü mayın öyle güçlüydü ki, seyircileri bağırtmıştı. Ve buna
rağmen, ne kadar gıcık olsam da, bundan kurtulmuştu.
“Ucuz dümenlerin beni etkilemez.” Ruhsuz kızıl, kibirli,
kendini beğenmiş, beni ağzının ortasına sağlam bir tane geçirme isteğiyle
dolduran bir tonda konuşmuştu.
En azından canının yanmasını istemiştim, sadece birazcık.
Ama yıkıntı dağılınca, saldırımın onu toza bulamaktan başka bir şey yapmadığı
ortaya çıkmıştı. Evet, bekliyordum. Bunu daha önceden görmüştü, o yüzden böyle
bir şeyi yapacağımı bekliyordu muhtemelen.
“Ucuz dümen mi? Nesin sen, geri zekalı mı? Bir saldırıyla
karşılama arasındaki farkı anlayamıyor musun?”
“Sadece uyuz, vahşi bir köpeksin. Yapmayı bildiğin tek şey
beni ısırmaya çalışmak. Ve Phynar da aynı derecede zavallı. Öyle berbat bir
kral ki, kendi adamlarının tasmasını bile tutamıyor.” diye homurdandı Havuç
Kafa. “Adamlardan bahsetmişken, beni bayağı bir sıkıntıya soktun.”
Oh, şuna bakar mısınız? Çoktan biliyor. Hmm, garip.
Dövüştüğüm bütün şerefsizleri gübreye çevirdiğime yemin edebilirim. Sanırım bir
iki tanesini atlamışım. Düşünebildiğim tek alternatif, birisinin zamansız yiten
cesetlerin yanında, benimle bağlantılı bir tür kanıt bulduğuydu. Ah, her neyse.
Sanki çok umurumda. Baştan beri seni masum taklidi yapmayı planlamıyordum
zaten.
“Ah, onu mu soruyorsun? Evet, o bendim. Biliyor musun, saçma
sapan konuşuyorsun, ama senin de adamların üzerinde çok fazla kontrolün yok.
Sadece onlarla biraz uğraştım ve kafamı şişirmeye başladılar. Abartıp bana her
şeyi anlattılar. Bilirsin, saldırıyı kimler düzenledi, neden düzenledi ve hatta
planladığınız bütün her boku anlattılar.” Dalga geçerken Enne’i çektim.
Doğal olarak, sadece onu yemliyordum. İşin aslı, sadece tek
bir kişi konuştu ve çenesi de bayağı sıkıydı--en azından bir başka hançer
çekip, tekrar halüsinasyon gördürmeyle tehdit edene kadar. Görünüşe göre, o
bile ikinci kez kabus görmeye niyetli değildi, bu yüzden karşı koymaya devam
etmek yerine, ifritlerin planları hakkında bana uzun uzun konuşmayı seçmişti.
Bu iş birliğini tabii ki de aynı şekilde ödüllendirmiştim. Yardımcı olup, bir
toprak öbeği halindeki arkadaşlarına katılmasını sağladım.
Sözlerim işe yaramıştı. Canını öyle sıkmıştı ki, ifadesi
nihayet bozulmaya başlamıştı. Taktığı kendini beğenmiş maske, yüzü öfkeyle
seğirirken sallanıyordu.
“Sinirini bozmak için bu sadece mini minnacık bir yorum
yetiyor mu? Vay be, sen de bayağı hassasmışsın.” Dedim. “Demek istediğim, henüz
biliyor musun emin değilim ama, sanırım ne olur ne olmaz söylemeliyim.
Suratındaki nispetli gülümseme, birazdan darmadağın olacak dostum. Bir doktora
göstermen gerekecek. Yani, hadi ama. Bahsettiğim tek şey, güvendiğin bir ajanın
seni arkandan bıçaklayıp bilmek isteyebileceğim muhtemel her şeyi bana
anlatması. Bunun canını bu kadar fazla sıkmaması gerek. Ve sıksa bile, sanki
benim suçum. Aslında senin suçun. Disiplin işlerine biraz çalışman gerek. Ama
biliyor musun, sorun değil. Anlıyorum. Senin gibi kuş beyinli birinin kendini
toparlamasının zor olduğunu biliyorum.”
“Senin tavsi--”
Konuşmaya başladığı anda saldırıya geçtim. Yerden sıçradım,
doğrudan ona hücuma geçtim ve Enne’i savurdum. Her şey, ağzından çıkanları
umursamadan gerçekleşmişti. Her ne kadar şaşırsa da, geriye sıçrayarak
saldırıdan kurtuldu. Hareketindeki çeviklik ve zarafet, iri kıyım vücuduyla
birleşince çok saçma bir görüntü oluşmuştu.
“Beni dinlemeye hiç niyetin var mı?” Sesi, alçak bir gurultu
şeklinde gelmişti. Kan beynine hücum ederken gözleri kısıldı ve alnındaki
damarlar kabardı. Sinirliydi, ama patlamadan hemen önce kendini tutmayı
başarabilmişti. “Konuşma sırası bendeydi.”
“Sıra mı? Sırayla mı olsun istiyordun? Hadi oradan. Daire
şeklinde oturup sırayla boşalmak istiyorsan, kendine daha “tecrübeli” birini
bulman gerek.”
Havuç Kafa’nın, başkalarını kızdırmak için yapılması gerkeen
şeylere çok az maruz kaldığını hemen anlamıştım. Vay beee. Birileri üçüncü
sınıfı hiç geçememiş anlaşılan.
“Buna inanamıyorum... Sen de en az Phynar kadar
sevimsizsin.” Havuç Kafa derin bir iç çekti. “Peki. Savaşmayı, zamanını beni
sinir etmek için harcayacak kadar çok istiyorsan, sanırım sana uymak
zorundayım.”
Kolunu önüne uzatırken yüzünde vahşi bir sırıtış belirmişti.
Büyk miktarlarda mana açık avcunun içinde toplandı ve birleşerek bir büyük kılıç
şeklini aldı. Devasa bir silahtı. Tek vuruşta birini ikiye bölebileceğinden
şüphe yoktu. Siyahın kendisinden de siyah, kapkara, kötücül kılıcın yan
taraflarından kızı, damara benzeyen yapılar geçiyordu. Şekil olarak, Enne’i
kullanmaya başlamadan önce kullandığım silah olan Hasai’ye benziyordu. Gerçi,
çok daha güçlü görünüyordu, doğası gereği.
“Ah, süper, büyülü bir kılıç.”
***
Durum
İsim: Tortund Ruin
Irk: Büyülü Kılıç
Kalite: Ölçülemiyor
Saldırı Gücü: 1644
Dayanıklılığı: 1330
MP: 2428
Eşsiz Yetenekler
Telepati
???
???
Yetenekler
Öz Onarım VI
???
???
Unvanlar
Akıllı Silah
Ölüm Getiren
Yıkım Getiren
???
Tanım: Tortund Ruin, felaketin vücut bulmuş hali olarak
bilinen bir kılıçtır. Ardından ölüm ve yıkım getirir. Onunla yüzleşenler umut
nedir bilmezler ve onu kullananlar, çekişme ve çatışma dolu bir hayatla
lanetlenir. Bu silahın kullanıcısına, akıl sağlığı karşılığında ciddi
miktarlarda stat artışı sağlama eğilimi vardır.
***
Silahın kötücül aurası Enne’inkine benziyordu. Daha doğrusu
eski Enne’inkine benziyordu. Analiz hakkında bir sürü şey söylemişti, ama
söylememiş olsa bile, Havuç Kafa’nın kılıcının lanetli olduğunu anlardım. Ve
güçlü olduğunu da. Aşırı. Güçlü. Statlarına bakmak, sadece bu gerçeği
desteklemişti.
İşte bu yüzden, tamamen onun kontrolü altında olmasına
şaşırmıştım. Aşırı şişkin statlara rağmen ona boyun eğmişti.
Rahat bir şekilde sırıtırken, tek elli bir duruş takınmıştı.
“Bunu fark etmene şaşırdım.” dedi kızıl saçlı. “Onu
çektiğimden beri sürekli bağırıyor.” Ayağını yere koyar koymaz birden ivmelendi
ve hızla ilerlemeye başladı. “Kanın için!”
Aramızdaki mesafe göz açıp kapayıncaya kadar kaybolmuştu.
Çünkü ben de hareket etmiştim.
Menziline girdiğim anda yaptığı ağır, yatay saldırıyı, tam
güçlü, kendi savuruşumla karşıladım. Kafa kafaya, şiddetli ve sadece en güçlü
olanın galip geleceği bir yüzleşmeydi.
Kılıçlarımız çınlıyordu. Patlama kadar yüksek, tiz
çınlamalar, stadyumda yankılanıyordu. Saldırısı, bir tırın bütün ağırlığını
taşıyordu. Kolum, sanki bir kamyonla çarpışıyormuş gibi hissediyordu. Uzun
uzvumda titreşen his, vücuduma kadar ilerledi ve altımdaki yere geçti. Ve buna
karşın, sağlam durdum.
Çarpışmanın etkisiyle oluşan rüzgarın basıncı öyle fazlaydı
ki, kıyafetlerimiz yırtılmaya başladı.
İkimiz de daha fazla kaldıramayacaktık. İkimiz de aynı anda
geri itilmiştik. Bu ne lan!? Benim kadar güçlü mü!?
Beyinsiz Kral’ı öldürmek, statlarıma büyük artış sağlamıştı.
Ve o zamandan beri, Uğursuz Orman’da yaşamayan her şeyi kolaylıkla
ezebileceğimi tahmin etmiştim. Ve buna karşın, saldırılarıma karşılık verebilen
biriyle düello ediyordum. Yani evet, kuvvet en yüksek statım değildi ama, yine de
3 bin falandı. Enne’den gelen bonusları saymadığım halde. Nasıl eşit oluruz
anasını satayım!?
Bütün gücümü kullanmamış da değildim. Onu aşağı görmüyordum
ve kendimi kibirli biri olarak tasvir etmezdim. Gerçi, hala kuvvet statımın
normlardan tamamen yüksek olduğunun gayet farkındaydım. Saf güç yarışında eşit
olmak, beklediğim en son şeydi--özellikle, kılıç azizinin bile başa baş çarpışmadan
kaçınmak için elinden geleni yaptığını düşünürsek...
Benim gibi onun da elinde, statlarını yükselten bir silahı
vardı, ama buna rağmen, Havuç Kafa’nın kendisinin de gerçekten, reddedilemez
bir güç olduğunu hemen anlamıştım. Ve görünüşe göre, bu durum karşılıklıydı.
“Darbelerimi saptırabiliyor musun? Etkilendiğimi
düşünebilirsin!” Kızıl etrafında döndü ve bağırırken çapraz bir vuruş yaptı.
Aşağı yönlü, saldırının ağırlığını artırmak için merkezkaç kuvvetinin tamamını
kullanan bir darbeydi. Normal şartlar altında bunu atlatabilirdim. Ama
yapamamıştım. Tuzağa düştüğümden değildi. Ama şiddetinin karşısında geri
çekilmemem gerektiğini hissetmiştim. Kaçınmak, onun benden daha iyi olduğunu
kabul etmekten farksızdı, hatta düşüncesi bile beni rahatsız ediyordu.
İşte bu yüzden, duruşumu alçalttım, ayağımı yere gömdüm ve
Enne’i kullanarak güçlü, yükselen bir şekilde onu savurdum.
Tekrar çarpıştık. Ve tekrar, saf kuvvet, kaba kuvvete
karşıydı.
Aynı anda geri itilmeye devam ettik. İkimiz de çarpışmanın
şiddetiyle aynı anda itiliyorduk. Yine de devam ettik. İkimiz de geri adım
atmayı reddettik ve aptalca bir hale gelene kadar bir dizi hilesiz ve açık
çatışmaya girmeye devam ettik.
Her ne kadar sadece silahlarımızı birbirine çarpmaktan başka
bir şey yapmıyor olsak da, kalabalık çıldırmıştı. Avazları çıktığı kadar
tezahürat ediyor ve yuhalıyordu. Ama ikimiz de onları düşünmedik. Birbirimizi
ezmeye kendimizi öyle odaklamıştık ki, rakibini alt edenin gücü saygı
görecekti.
Her ne kadar savaşın dümdüz ilerlediğini söylemiş olsam da,
bu şekilde devam etmesini tabii ki de istemiyordum. Hile yapmak için büyülerimi
kullanamamamın sebebi, yapamıyor olmamdı. Birkaç tane büyü yapmayı denemiş
olsam da, hiçbiri çalışmamıştı. Büyü, çalışmayı reddediyordu. Normalde yaptığım
gibi büyümü içimde çevirebiliyordum, ama büyülerim onları inşa etmeye denediğim
anda bozuluyordu. Yoksa yeteneklerinden biri mi büyü yapma yeteneğimi
engelliyor? Öyle görünüyor. Öff, muhtemelen onu analiz etmemi engelleyenle aynı
şey. Muhtemelen bastığı mayının zarar vermemiş olmasının sebebi de aynı. Bir
dakika. O zaman neden silahını analiz edebildim ki? Yoksa bu bir tür açık
mıydı...? Eeeeh, neyse ne, siktir et. Bunu sonra düşünürüz. Savaşın
ortasındayken düşüncelere dalmak bir işime yaramaz. Özellikle, kendi başıma
çözemeyeceksem.
“Hiçbir büyünü yapamıyor olman ne yazık, değil mi?” En
kendini beğenmiş sırıtışlarından biriyle konuşmuştu.
“Ne saçmalıyorsun lan?” Sakin kalarak oyununa dahil oldum.
“Senin gibi bir bok kafalıyı ezmek için büyüye ihtiyacım bile yok.”
Yeteneği onu dokunulmaz kılmıyordu sonuçta. Birçok fırsat
bulmasına karşın hiçbir büyü kullanmamış olması, savunmasının bir tür sınır ya
da eksiklikle birlikte geldiğini gösteriyordu. Ama yine de, bunu çözmeye
meraklı değildim. Çoktan onu sadece fiziksel kuvvetle ezmeye karar vermiştim.
İşte bu yüzden yaşlı kahyayı taklit etmeye çalıştım. Sonraki
çarpışmamız gerçekleştiğinde, vuruş noktamı hafifçe değiştirdim. Değişiklik,
kılıcının Enne’le kafa kafaya çarpışmak yerine yanında kaymasına sebep olmuş ve
böylece dengesini bozmuştu.
“Al bakalım beyinsiz!” Dengesizliğinden yararlanarak bir
adım ileri attım, bir elimi Enne’den çektim ve çenesine sağlam bir darbe
yerleştirdim. Saldırıyı iyi sindirmişti. Ayağını yere gömüp düşmesini
engelleyebilmişti, ama darbe, dayanabileceğinden fazla ağırdı. Momentumu,
birkaç metre geriye kayarken tozu dumana katmasına sebep olmuştu.
“İyi misin Enne?” Endişeli bir şekilde kılıca seslendim.
Enne’i, onun kılıcına çok fazla vurmuştum.
“...Hıhı. Kaybetmeyeceğim.”
Verdiği tepki, beklenmedik diyebileceğim bir tepkiydi. Rekabetçi bir
hava yayıyordu. İkinci raund için can atıyor gibiydi.
Kılıcımla konuştuğumu gören Havuç Kafa gülmeye başladı.
“Anlaşıldı, lanetli bir silahı olan tek kişi ben değilim demek.”
“Lanetli mi?” Lanetli mi? Hadi oradan, ne demek “lanetli”.
Enne, bu dünyanın sunabileceği en tatlı şey. Aptal varsayımlarını kıvırıp
götüne sokabilirsin.”
“Peki, durum her neyse, diyorum ki, aramızda biraz
yarışalım. Hangimizin silahının üstün geleceğini görelim.” Konuşurken bir
eliyle çenesini okşadı ve kılıcıyla başka bir poz verdikten sonra duruşunu
alçalttı ve cıkladı. Bütün savaş arzusu bir anda kaybolmuştu.
“Now!”
Havuç Kafa VIP’ler için ayrılmış bölümde otururken arkasında
dikilen piç emir erinin ta kendisi tarafından yönlendirilen düzinelerce muhafız
sahneye hücum etti.
Savaşı kesmemiz için aramızda dikildiler. Ama bununla
beraber, yaptıkları muamele bariz bir şekilde eşit değildi. Her bir muhafız
bana dönüktü. Daha fazla saldırı yapmamı engellemek amacıyla, ellerindeki büyük
polis kalkanlarıyla çevremi sarmaya çalışıyorlardı.
“Lanet olsun! Yolumdan çekilin!”
Doğal olarak, savaşarak onları uzaklaştırmaya çalıştım. Kaba
kuvvet kullanarak zorla ilerleyebilmek için yumruklarıma ve tekmelerime güvenmiştim,
ama işe yaramamıştı. Onları fırlattığım her bir seferin ardından, sahaya geri
gelmeye ve kuşatmaya katılmaya devam ettiler. Normal şartlar altında, üçüncü
boyutu kullanmak seçeceğim çözüm olurdu. Ne yazık ki bu mümkün değildi. Bazı
muhafızlar havadaydı ve bunu yapmamı engellemeye çalışıyorlardı. Ööööööööfff.
Onları öldürmeden aralarından geçemeyeceğim. Hmmm... Yapabilir miyim? Yani,
yapabilirim tabii... hatta çok da kolay olurdu, ama... sanırım yapmamalıyım.
Yalnız olsaydım, muhtemelen tam bu fikri uygulardım.
Acımasız, soğukkanlı bir şekilde her bir güvenlik kuvvetini katlederdim. Bunu
yapmamı engelleyen şey kendi ahlaki değerlerim değil, Enne’di. Onu aşırı
şiddete ya da katliama maruz bırakmak istemiyordum. Cinayetin normal bir şey
olduğunu düşünmesini istemiyordum. Pekala, ne düşündüğünüzü biliyoruım. Bır,
bır, bır, silah, insanları öldürmek için kullanılır, falan, filan. Her zaman
canavar öldürüyorsun zaten, falan. Evet, biliyorum. Ama anlarsınız ya, bu aynı
şey değil. Muhafızlar beni öldürmeye çalışmıyorlar. Öldürmeye ant içtiğim
düşmanlar değiller, ve beni avlamaya çalışan aloşsoz canavarlar değiller.
Sadece talihsiz bir iş kolunda çalışmak zorunda kalan ortalama kişilerdi.
Enne’i, ne onların kanıyla lekelemek istiyordum, ne de anlamsız, haksız bir
şiddete maruz bırakmak istiyordum. O benim kızımdı. Buna katlanması için onu
zorlayamazdım. İyi bir baba bunu yapmazdı. Sanırım bu, büyü zamanının geldiği
anlamına geliyordu. Ya daaaa, en azından en azından lanet olası şeyi
kullanabilirim anlamına geliyor.
“Noluyor lan! Gel buraya, seni korkak!”
“Etrafımızda bu kadar muhafız varken kılıçlarımızı rahat
rahat savuramayacağız.” dedi Havuç Kafa. “Merak etme. Bu savaşı başka zaman
bitermek için şansımız olacağından eminim.”
Kılıcını her nereden çıkardıysa oraya sokarken köpek
dişlerini tamamen ortaya çıkaracak şekilde gülümsedi, arkasını döndü ve
uzaklaştı.
“Şef! Yaralarınız ne durumda!?”
“Ben iyiyim. Yaralanmadım.” dedi kızıl kafa. “Ben savaşırken
yoluma çıkman hakkında sana ne demiştim? Sonuçlarına hazırlıklı olsan iyi
olur.”
“Dilediğiniz cezayı kabul etmeye hazırım şef, ama lütfen
sizin güvenliğinizden endişe ettiğim için böyle davrandığımı lütfen unutmayın.”
“...Bunu inkar edemem.” diye homurdandı Havuç Kafa. “Peki.
Haklısın. Aferin sana. Her ne kadar düellomuzun daha uzun sürmesini istesem de,
sanırım onunla kalabalığı tatmin edecek kadar uzun süre dövüştüğümü
düşünüyorum.”
“Hay sıçayım! Ne demek! Buraya geri gel! Kaçamazsın! Lanet
yarım çüklü!” Doğrudan ona bağırıyordum, ama Havuç Kafa beni umursamadı. Dediklerimi
kabul etmek anlamına gelse bile umursamamıştı. Yanında emir eriyle, öylece
uzaklaşmaya devam etti. Hay sikeyim! Bu şerefsiz kaçıyor! Ah zindanın güçlerini
bir kullanabilsem! Arghhh!