Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Gyroll Klanı - Kısım 1
Çok sayıda savaş kurdu bölgeme girmişti. Bir savaşın
ortasında oldukları için, tam olarak kaç kişi olduklarını saymak nispeten
zordu, ama onlardan en azından elli ile yüz arasında bulunduğunu
çıkarabilmiştim. Evet, o yüzden tereddütsüz, bu güruhun muhtemelen Lyuu’nun
halkından olduğunu anlamak için zeki olmaya gerek olmadığını söyleyebilirim.
Dostum, sadece bir gün geçtiğini biliyorum, ama bu,
ailesinin evine gitmeyi ertelediğimiz için başımıza geliyordu. Onu götürmeye
zorlamalıydım. Şey, aslında... Tekrar düşününce, eğer bugün yola çıkmış olsaydık,
birbirimizi kaçırırdık, o yüzden belki de bu daha iyi olmuştur. Pekala Lyuu,
tebrik ederim. Tembelliğin işe yaradı.
“Bana mı öyle geliyor, yoksa işler onlar için kötü mü
gidiyor?” Kendi kendime mırıldanmıştım. “Görünüşe göre, karşılaştıkları her bir
canavar tarafından saldırıya uğruyorlar.”
İnsanların aksine savaş kurtları, canavarları uzak tutmaya
yarayan büyülü eşyalara sahip değillerdi. Doğal olarak bu, sürekli saldırı
altında oldukları anlamına geliyordu. Hatta, onlara saldıran birçok düşmandan
biri tarafından kaçarken, şans eseri benim bölgeme denk gelmiş olmalılardı.
Gerçi, henüz yorulmuş değillerdi. Aslında, bildiğim kadarıyla tek bir kayıp
bile vermemişlerdi. Mükemmel takım çalışmaları, garip bir hayvanın akşam yemeği
olmalarını engelliyordu. Şimdilik. Her ne kadar çabalarını övmüş olsam da,
sürdürülebilir değildi. Her bir canavar dalgası, daha fazla savaşçının
savaşamayacak duruma gelmesine neden oluyordu.
Öteki dünyayı boylamaları, sadece bir an meselesiydi. Her ne
kadar kalpsiz biri olsam da Lyuu’nun muhtemelen akrabası sayılabilecek kişileri
öylece bırakacak kadar kalpsiz değildim. Harekete geçmem gerekiyordu. Ayrıca,
onlara yardım edersem, belki bana borçlu hissedebilirlerdi. Ki bu, kafayı yemiş
bir babanın üstüme çullanması yerine, sorunumuzu konuşarak halledebileceğimiz
anlamına gelirdi.
“Pekala, sanırım araya girmekten başka çarem yok.” diye
homurdandım. “Pekala çaylaklar, sizler önden gidecek ve bölgedeki canavarların
canına okuyacaksınız. Ne kadar geliştiğinizi düşündüğümüzde, bu çok kolay bir
iş olacaktır. Sadece arkanıza dikkat ettiğinizden emin olun. Savaş kurtları,
muhtemelen size de saldıracaktır, o yüzden bütün canavarlarla işiniz bittiğinde
geri çekildiğinizden emin olun.”
Kızıl yılan, karga, çift kuyruklu kedi ve su topu, hep
birlikte telepatik olarak emirlerimi aldıklarını doğruladılar ve derhal yola
koyuldular.
“Üzgünüm Nell, ama sanırım bugünlük bu kadar olacak. Bana
bir iyilik yapıp zindana geri döner misin?”
“Tabii, sorun değil.” dedi gülümseyerek.
“Teşekkürler. Ona yolu gösterebilir misin Rir?”
Her zaman güvendiğim havlayarak kabul ederek kahramana doğru
ilerledi ve kahraman onun sırtına atladı. Yumuşak, ona binmeye çoktan alışmış
olduğunu gösteren bir hareketti.
“Tamam öyleyse. Sanırım ziyaretçilerimizi eğlendirme vaktim
geldi...” hem bineğin hem de binicisinin zindana doğru gidişini izledikten
sonra, gönülsüz bir şekilde sonraki görevime halletmeye başladım.
***
Orochi, Yata, Byakku, ve Wsprit işlerini gayet iyi
yapmışlardı. Yakınlardaki tüm canvarları savaşarak uzaklaştırmışlardı. Vay be,
bana mı öyle geliyor, yoksa onları son gördüğümden bu yana daha da mı
güçlendiler? Gerçi, hız kazanmalarından sorumlu olan kişinin Rir olduğu
düşünüldüğünde, bu gayet normal geliyor. Dostum, işinin ehli adamlara sahip
olmak, dünyadaki en iyi şey.
Her ne kadar artık saldırı altında olmasalar da, hayvansılar
hala tetikteydi. Hala eli ayağı tutmakta olanlar bulundukları düzeni bozmadan,
çevrelerinde konuşlu kalmaya devam ederlerken, dövüşemeyecek durumda olanlar
arkadaşları tarafından oluşturulmuş güvenlik dairersinin içinde dinleniyordu.
Savaş kurtlarının algılama sanatındaki yeteneklerinden
dolayı şaşırmıştım. Onlara ulaşmadan çok önce beni fark etmişlerdi; yanlarına
vardığımda savaşçıları silahlarını kaldırmış, hazır bekliyorlardı. Ah tabii ya,
şimdi düşündüğümde, Lyuu da bu tür işlerde az çok iyiydi. Sağlam bir burnu vardı.
Ve sağlam kulakları da.
“Hey buradayım.”
Ağaçların arasından çıkıp, fazladan etki yaratmak için bir
kütüğün üzerine sıçrarken onlara seslenmiştim. Onların üzerine atlamaya
çalışmadığımı göstermek için zahmete girmiştim, ama nedendir bilinmez, bu
hareketim onları daha da korumacı yapmıştı. Kendilerini savaşa dalmak için
hazırlarlarken gözlerini çizik olana kadar kısmışlardı. Hmm. Bu garip. Daha
sakin olacaklarını sanmıştım.
“Gardınızı indirmeyin1 O muhtemelen bir canavar! Ve bahse
girerim bizi ölüme çekmeye çalışıyor!” diye bağırdı savaşçılardan biri.
“Sakin ol dostum, ben bir canavar değilim.” dedim. “Sadece
sıradan bir adamım.”
“Bunu yutacağımızı gerçekten düşündün mü? Neden normal
birisi buralara kadar gelsin ki!? Bu lanet bölgenin ne kadar tehlikeli olduğunu
biliyor musun!?”
Plan A suya düştü.
“Pekala, tabii, her ne diyorsan.” Gözlerimi devirmiştim.
“Ama bir şey diyeyim mi? Kim olduğumun önemi yok. Çünkü yardımıma ihtiyacınız
var.”
Bakışlarımı, grubun yaralı üyelerine çevirdiğimde, savaş
kurtlarının yüzleri acı bir can sakıntısıyla buruşmuştu. Hiçbiri ölümün
eşiğinde değildi, ama bazıları bayağı yakındı. Derin, açık yaraları olan ve
bazı uzuvları kayıp olan kişiler, kalabalığın içinde kolaylıkla belli oluyordu.
Eğer bakım görmezlerse, muhtemelen kan kaybından öleceklerdi.
“Arkadaşlarınızı tedavi edebilmeniz için, sizi güvenli bir
yere götürebilirim. Tek yapmanız gereken beni takip etmek. Ya beni takip edersiniz
ya da burada oturup onların ölüşünü izlersiniz. İkisi de umurumda değil, o
yüzden size kalmış.”
Eğer bana güvenirlerse, Lyuu’yla bir araya gelebilirlerdi.
Tedbiri elden bırakmamayı seçseler bile onları gerçekten terk etmeyi
planlamıyordum. Bunu yapamazdım. Lyuu’nun ailesi oldukları için. Açıkçası
katlanmayı hiç istemediğim yedek planım, yapması kulağa büyük bir sorunmuş gibi
geliyordu. Savaş kurtlarının güvenliğini kesin olarak sağlamak için, evcil
hayvanlarıma katılıp bölgedeki tüm canavarları avlamayı içeriyordu. Yani, hadi
ama çocuklar. Bana güvenin. Plan C’ye kalmayı gerçekten istemiyorum.
Niyetimin onlara geçip geçmediğini bilmemin imkanı yoktu,
ama neyse ki, savaş kurtları en azından teklifimi değerlendirmeyi seçmişlerdi.
Kısa bir süre tartışmadan sonra, nispeten genç gözüken bir adam, kalabalığın
içinden çıkmıştı. Vahşi bir hayvanın gözleri kadar keskin olan gözleri,
konuşurken benim üzerimdeydi.
“Sana güvenebilir miyiz?” Bir güç ve haysiyet hissi
barındıran bir sesle konuşmuştu. Sadece bu bile, onun bir savaşçı olduğunu ve
muhtemelen asil biri olduğunu gösteriyordu.
“Her iki durumda da evet diyeceğimi zaten biliyorsun, o
yüzden açıkçası, ne dediğimin bir önemi olduğunu sanmıyorum.” dedim. “Ama evet,
güvenebilirsiniz ve güvenmelisiniz, bana güvenin. Sizin için en iyisi bu
olacak.”
“...Peki.” Kısa bir tereddütün ardından kabul etti. “Askerler,
silahlarınızı indirin.”
“Hadi ama patron! Bunu yapmak zorunda değilsin! Hala devam
edebiliriz!” diye bağırdı bir savaşçı.
“Teşekkür ederim. Hepiniz gerçekten güvenilir, tamamen sadık
savaşçılarsınız." dedi savaş kurtlarının lideri. “Ama çok fazlamız yaralandı.
Eğer devam etmek istiyorsak dinlenmeye ihtiyacımız var.”
“...Doğru. Anladım patron.”
Liderin kararına başka itiraz eden olmadı. Grup, silahlarını
indirip, yaralılara destek olmaya giderek, derhal onun emrini uygulamaya
koyuldu.
“Demek savaş kurtlarının şefi sensin?” Diye sordum, anlamaya
çalışarak.
“Öyleyim. Sana kendimi tanıtmam gerek. Ben Vergillus Gyroll,
Gyroll Sürüsü’nün lideriyim.” dedi. “Yardımın için teşekkür ederim.”
Vergillus’un karakter sayfasına baktığımda, onun hem lider
hem de savaşçıların içindeki en güçlüsü olduğunu görmüştüm. Hatta süslü bir
unvanı bile vardı. “Savaş kurtlarının Şefi.” ha? Bu bayağı havalı. Bir dakika,
bu onu Lyuu’nun babası yapıyor, değil mi?
Bu sonuca varınca, tepemde soru işaretleri dolanmaya
başladı. Bu pek mantıklı gelmiyordu. Ona baktığımda, savaş kurdu şefinin
yirmilerinin üzerinde olmadığını söyleyebilirdim. Şeflerin yaşlı adamlar olması
gerekmez mi? Görünüşe göre gerekmiyor, sanırım. Pekala. Bir klişe yıkılmış
oldu.
Dur, dur, duuur bir saniye. Çabucak biraz hesap yapalım.
Lyuu on yedi yaşında. Eğer otuz yaşında olsa, bu on iki yaşından beridir
hatunlarla iş pişirdiği anlamına geliyor. Ya da en azından on üç yaşından beri.
Oha lan. On üç yaşında ilişkiye mi girdi bu herif!? Yoyoyo, bu doğru olamaz.
Muhtemelen sadece bebek yüzlü falandır. Aynen, durum bundan ibaret olmalı. Otuz
beş yaşında olduğuna ve hala yirmilerindeymiş gibi göründüğüne bahse
girebilirim. Bu, Lyuu doğduğunda onu on sekiz yaşında yapar. Evet, bu kulağa
daha kabul edilebilir geliyor.
...Ama, ya eğer değilse?
…
Peki, bir şey diyeyim mi? Siktir et. Onun otuz beş yaşında
olduğunu varsayıp daha fazla umursamayacağım.
“Yani bu Lyuu’nun babası olduğun anlamına mı geliyor?”
“Kızımı tanıyor musun!?” Daha az başarılı hizmetçilerimden
birinden bahsedince, savaş kurdunun siniri birden coşmuştu. Yüzündeki ifade,
şiddetli bir öfkeye dönüşmüştü. “O zaman Uğursuz Orman’ın iblis lordu sen
olmalısın!”
“Evet o be--”
“Lanet olsun sana İblis Lordu! Canını, karşılık olarak say!”
Ah, hadi ama...