Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Babalık - Kısım 1
Gecenin geç saatleriydi. Gökyüzündeki ay ve yıldızlar taşra
şehri Alfyro’nun üzerinde parıldıyordu. Ve buna karşın, çoğu ara sokağı
karanlıktı.
Böyle sokaklardan birinde, iki adam dolaşıyordu. Birisinin
başında kapüşon vardı. Kapüşonu öyle çekmişti ki, gözlerini bile kapıyordu. Ama
kim olduğunu kapayamıyordu. Kalın kumaşın altından bile köpeğe benzeyen
kulakları belli oluyordu. Diğeri, daha çok yerli birisine benziyordu. Kıyafeti,
serseri takımından birisininkinden neredeyse farksızdı. İkinci adamın en dikkat
çeken kısmı, giydiği paçavralardan ziyade, yüzünde bulunan izdi. Şişmişti,
neredeyse normal boyutunun iki katına çıkmıştı.
“Eee? Konuşacak mısın? Yoksa daha çok ikna edilmeye mi
ihtiyacın var?” Hayvansı Vergillus Gyroll, konuşmakta olduğu adama küçümseyen
gözlerle baktı.
Köşeye sıkışmış olması ve ufukta görünen daha fazla acı
sebebiyle, insanın konuşmaktan başka çaresi yoktu. Yürürken, aklına gelen her
detayı dökülmüştü.
“Hey dostum, özel olarak hiçbir şey bilmiyorum! Sana
söyleyebileceğim tek şey, bu mahalleyi mesken etmiş herifler, bir iblis lordu
ve emrindeki ejderhalar tarafından yok edildi!”
“Onca yer varken bir iblis lordu neden buraya saldırsın?”
“Dostum, bunun ne kadar gerçek olduğunu bilmiyorum, çünkü
sokakta duyduğum bir şey bu, ama herkes onun çıldırıp insanları öldürmeye
başlama sebebinin bir aptalın kızını kaçırmış olduğunu söylüyor!”
Açıklama, Vergillus’un aklına insan doğasının doymak
bilmeyen açgözlü doğasını getirince, alay etmesine sebep olmuştu. Bir iblis
lordunun kızını kaçırmak gibi tehlikeli bir işe kalkışmak, yardım edilemeyecek
bir durumda olduklarını göstermişti.
Ancak insanlar, bu aşağılamanın tek hedefi değildi. İblis lortları
da hedef tahtasındaydı. İki taraf da aynı derecede salaktı. İlki sadece
hareketlerinin sonuçlarını öngörme yeteneğinden yoksunken, ikincisi için bu
başından beri önemli bir şey değildi. İblis lortları güçlerinden dolayı öyle
sarhoştu ki, kendini tutmak nedir bilmezlerdi.
İki taraf arasındaki bir çatışma öyle oturuyordu ki, şairane
olarak bile görülebilirdi.
“Demek onları yok etti öyle mi? Hayvansılara ne oldu, yani
daha doğrusu, tuttukları tüm insan olmayan kölelere?”
“Laaanet olsun dostum, bunu duyduğuna memnun olmayacaksın
ama, benim çocuklardan biri ne olup bittiğini gördü. İblis lordu onları aldı.
Kızını götürürken, onları da ejderhalara yükledi.”
Bir başka deyişle, insanlar fedakarlık uğuruna kölelerini
önermişti. Kendi postlarını kurtarmak için kızları iblis lorduna vermek zorunda
kalmışlardı. Ve Vergillus’un kızı Lyuuin de şüphesiz aralarındaydı.
“Bu iblis lordunu nerede bulabilirim?”
“Söyleyemem dostum, bunu gerçekten bilmiyorum. Bildiğim tek
şey kuzeyden geldikleri, o yüzden muhtemelen Uğursuz Orman tarafından gelmiş
olabilirler.”
Uğursuz Orman Vergillus’un duyduğu bir yerdi. Eğer halkı
oraya baskın yapmak istiyorsa, iyi donanımlı olduklarından emin olmak
zorundalardı. Hazırlıklar çok kaynak tüketecekti. Ama gitmek zorundaydı.
Bakış açısının muhtemelen taraflı olduğunu biliyor olsa da,
kızının çoğu kişi tarafından güzel olarak görüldüğünü düşünüyordu. İblis lordu
için bile. Ve iblis lortları, diğer her şeyde olduğu gibi şehvette de
olabildiğine kontrolsüzlerdi. Başına gelen kötü kaderi tahmin etmesi çok uzun
sürmemişti. Bu kader onu öyle bir öfkeyle doldurmuştu ki, dişlerini, köpek
dişleri kendini yaralayacak kadar sert sıkmıştı.
“B-bu kadar değil mi! Çünkü bildiğim başka bir şey yok.
Şimdi beni bırak da gideyim!”
Vergillus, insanın can sıkıcı mızmızlanmasına uyuz olduğu
için ona son bir yumruk çakıp bayılttıktan sonra arkasını döndü ve sokaktan
çıktı.
Amacını tamamlamış, kızının yerini bulmuştu. Artık şehri
terk etme vakti gelmişti. Bir savaş kurdu olarak Vergillus’un gece görüşü,
herhangi bir insana göre çok üstündü. Ama düşman bölgesinde kalmanın iyi bir
fikir olmadığını biliyordu. Zaman kaybetmek, sadece adamlarını gereksiz
tehlikeye sokardı.
“Sadece bekle Lyuu... Baban geliyor.”
Vergillus, yumruklarını sıkmış, onun dönüşünü bekleyen
adamlara doğru hızla ilerliyordu.
***
“Zorla geçeceğiz! Dostlarınıza ve kendinize güvenin! Ama
yalnız savaşmayın! Birlikte çalışın!” Vergillus büyülü kılıcını savurup
yakınındaki bir canavarı keserken, bir dizi emir ve cesaretlendirici söz
bağırmıştı.
Kılıcı, Kurt Dişi, halkının genellikle Köpek Kılıcı adını
taktığı, nispeten iyi bilinen bir silahtı. Namı, sadece önemli görülen
savaşlarda kullanılmasından geliyordu; şeften şefe aktarıldığı için,
etkinliğini nesiller boyunca sergilemişti. Vergillus, kılıcı önlem olsun diye
yanında getirmişti. Buna karşın, hala üzücü bir şekilde, yeterli gelmemişti.
Uğursuz Orman’ın Yüce Ejderha’nın yaşadığı yer olduğunu
biliyordu. Ve başka birinin kendi toprağı olarak hak iddia edemeyecek kadar
tehlikeli bir yer olduğunu da. Ama ormanı yine de çok fazla hafife almıştı. Her
ne kadar henüz tamamını gezmemiş olsa da, savaş kurtlarının, ormanın yemek
zincirinin tepesinin yakınlarında bile olmadığını, acı bir şekilde farkına
varmıştı.
Çoğu canavar istilasına uğramış bölgeler, zincirin en
tepesindeki yırtıcının, türü ne olursa olsun, bölgedeki diğer tüm canavarlardan
daha daha güçlü olan canavar etrafında dönerdi. Normal şartlar altında, her bir
bölgede bu kalibrede sadece bir tane canavar olurdu. Ama Uğursuz Orman
farklıydı. Uğursuz Orman’ın bütün yaratıkları, doğal habitatlarına
bırakılırlarsa, ekosistemleri ele geçirebilecek ve zincirin en tepesindeki
yırtıcı olabilecek kadar güçlüydü.
Savaş kurtları, orman sınırları içinde sadece tek bir gün
geçirmişlerdi. Ama bir sürü yaralıları vardı. Vergillus’un yanında getirdiği
adamlardan üçte biri zarar görmüştü ve bazısı öyle yaralanmıştı ki, hareket
edecek durumda değillerdi. Tamamen silinmeleri, sadece bir an meselesiydi.
Bu düşünceler kafasından geçerken, savaş kurtlarının
yakınlarında bulunan canavar sayısında azalma olduğunu fark etmişti. Kısa süre
içinde, sessizlik tepe yapmıştı. Yakınlardaki her bir canavar, sanki tamamen
kaybolmuştu.
Düşüncelerini derinlemesine irdeleyip, seçeneklerini
değerlendirmek için mükemmel bir fırsattı. Öyle de yaptı.
Kızını kurtarmak istiyordu. En kısa sürede. Her ne kadar
itiraf etmek istemese de, kurtarmak için ondan geriye pek bir şey kalmadığını
biliyordu. Hala hayatta olduğuna dair hiçbir garanti yoktu.
Ama adamları emindi. Risklerin farkında olmalarına rağmen
önerisini hemen kabul etmişlerdi. Şeflerinin emirlerine uymanın görevleri
olduğunu söylemişlerdi. İyi adamlardı. Ve tam olarak da bu yüzden onları, zayıf
bir umudun peşinde kaybetmek istemiyordu.
Vergillus, bir şef olarak görevini yerine getirmeli ve geri
çekilme emri vermeliydi.
Kendi isteklerini, savaşçılarının sağlıklarına tercih etse
bile, vermesi muhtemel olan bir karardı bu. Düzenleri çökmüştü. Ormanın
tehlikeleriyle tekrar başa çıkabilmeleri için, askerlerinin iyileşmesi
gerekiyordu.
Şef kararını açıklamak için kendini hazırlamıştı, ama bunu yapmadan
engellenmişti... Tanımadığı bir ses tarafından.
“Hey buradayım.”
Her bir savaşçının başı, neredeyse anında konuşanın tarafına
dönmüştü.
Adamın bir iblis olduğunu hemen anlamıştı. Gözlerinden biri
kırmızı kırmızı parlarken, diğeri, genç adamın başını süsleyen saç ile aynı
tuhaf renge sahipti: siyah. Özellikleri garipti, ama tamamen ve açık bir
biçimde ekipmandan yoksunluğu kadar şüphelendirici değildi. İblis, herhangi
aklı başında bir varlık tarafından bilinen en tehlikeli bölgelerden biri olan Uğursuz
Orman’ın ortasındaydı. Buna karşın günlük kıyafetler giymişti. Ne koruyucu bir
giysisi vardı, ne de hazırda olan bir silahı. Hazırda tuttuğu bir büyü bile
yoktu; büyü enerjisi sakin bir durumda gibi görünüyordu.
Vergillus tamamen şaşırmıştı. Elinde olmadan, iblisin canına
susadığını ya da ormanın sonsuz şiddeti ile karşı karşıya olmasına rağmen,
tetikte kalmasına gerek duymayacak kadar fazla güçlüydü.
Savaş kurtları, diğer hayvansılar gibi, inanılmaz keskin
duyulara sahipti. Bir kişinin kokusunu alarak, terlemesini gözlemleyerek, yüz
ifadelerini okuyarak ve kas hareketlerini izleyerek, o kişinin düşman olup
olmadığını anlayabiliyorlardı. Ve şüpheli görünmesine rağmen, Vergillus onun
düşman olmadığını biliyordu.
İblisin sözleri, savaş kurtlarını, canavarların
ulaşamayacağı güvenli bir yere götürebileceğini ima ediyordu. Ve bu teklifi
yapmak için bilerek temas kurduğunu.
Vergillus iblise güvenebileceğini bilmiyordu, ama en
azından, sözleri doğru gibiydi. Ekipmansız oluşu, güvenli sayılabilecek bir
bölge bildiğini kanıtlıyordu. Ve muhtemelen onun harekat üssüydü. Ya da belki
de bir ihtimal eviydi. Tamamen inanılmaz gibi görünüyordu. Birinin Uğursuz
Orman’ın içinde yaşaması mantıklı değildi. Vergillus, dehşeti zihnine çoktan
kazındığı için, bunu gayet iyi biliyordu.
İblis lordu deneyimli bir savaşçı olsaydı, hikayesi çok daha
inanılabilir olurdu. Ama hiç öyleymiş gibi görünmüyordu. Savaş kurdu,
başkalarını görünüşleriyle yargılamaması gerektiğini tabii ki biliyordu.
Özellikle, genelde göründükleri gibi olmayan iblisleri.
İblisin savaştaki hünerinin güvenilir oluşuyla bir ilgisi
yoktu tabii ki. Gerçekten yardım etme niyetinde olduğunun hala garantisi yoktu.
Savaşkurdu, işte bu yüzden seçeneklerini tartmıştı. Diğer
adamın teklifini reddetmekle kabul etmek arasında gidip gelirken, bir anlığına
dalmıştı. Eğer reddederse, adamlarını kaybederek geri çekilmek dışında bir
seçeneği olmayacaktı. Ama eğer kabul ederse, kimseyi kaybetmeden önce onları
tedavi edebilme şansı olurdu.
Ve tek faydası da bu değildi.
Eğer iblis gerçekten buralıysa, o zaman iblis lordu hakkında
bir şeyler biliyor olma ihtimali vardı.
Kısa bir sürelik sessizlikten sonra, şef bir karara varmıştı.
Adamlarının arasından geçti ve iblise yaklaştı.
“Sana güvenebilir miyiz?”
“Her iki durumda da evet diyeceğimi zaten biliyorsun, o
yüzden açıkçası, ne dediğimin bir önemi olduğunu sanmıyorum.” dedim. “Ama evet,
güvenebilirsiniz ve güvenmelisiniz, bana güvenin. Sizin için en iyisi bu
olacak.”
İblisin omuz silkmesi, Vergillus’un kendine gülmesine sebep
olmuştu.
Adam haklıydı. Ve ondan hiçbir düşmanlık sezinlemediği için,
ondan şüphe duyması için hiçbir sebebi yoktu. İblisin niyetlerini gizleme
sanatında yetenekli olma ihtimali tabii ki vardı, ama Vergillus bunu
düşünmemeyi seçti. Aşırı şüpheci olmanın onu bir yere ulaştırmayacağını
biliyordu.
“...Peki. Askerler, silahlarınızı indirin.”
“Hadi ama patron! Bunu yapmak zorunda değilsin! Hala devam
edebiliriz!”
Adamlarından biri hemen kararına itiraz etmişti. Ama bu
Vergillus’u kızdırmak yerine, tam tersi bir etki yapmıştı. Onu gurur hissiyle
doldurmuştu.
“Teşekkür ederim. Hepiniz gerçekten güvenilir, tamamen sadık
savaşçılarsınız. Ama çok fazlamız yaralandı. Eğer devam etmek istiyorsak
dinlenmeye ihtiyacımız var.”
“...Doğru. Anladım patron.”
Tek muhalif de yatıştırıldıktan sonra, savaş kurtları hemen
işe koyuldu. Gitmeye hazırlanıyorlardı.
“Demek savaş kurtlarının şefi sensin?” diye sordu iblis,
şaşırmış bir şekilde.
“Öyleyim. Sana kendimi tanıtmam gerek. Ben Vergillus Gyroll,
Gyroll Sürüsü’nün lideriyim. Yardımın için teşekkür ederim.” dedi savaş kurdu
başını eğerek.
“Yani bu Lyuu’nun babası olduğun anlamına mı geliyor?”
İblisin ağzından dökülen sözler soğukkanlı, doğal bir şeymiş gibi çıkmıştı.
Patlattığı bomba hakkında en ufak bir fikri bile yok gibiydi.
“K-kızımı tanıyor musun!?”
Her şey yerine oturmaya başlamıştı. Yüce Ejderha’nın yuvası
olmasına rağmen, iblis Uğursuz Orman’da sıradan bir şeymiş gibi dolaşıyordu.
Tamamen silahsızdı, yani bu, çok güçlü olduğu anlamına geliyordu. Ve o
Vergillus’un kızının ismini dahi biliyordu.
Bunun tek bir anlamı olabilirdi.
“O zaman Uğursuz Orman’ın iblis lordu sen olmalısın!”
“Evet o be--”
Lyuuin’i kaçırmış olan baş kötü oydu. Ve onu tahrip eden
kişi.
“Lanet olsun sana İblis Lordu! Canını, karşılık olarak say!”
Bir sonuca varırr varmaz, şiddetli bir öfke Vergillus’un
zihnini ele geçirmişti. Düşünceleri, kızından en kötü dostane bir şekilde
bahsettiğini fark edemeyecek kadar bulanıklaşmıştı.