Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Yolda Bir Tartışma
“... Burası fazla parlakmış.” Zindanın içinde bulunduğu
mağaradan neşeli neşeli çıkan Lefi, güneş ışığına maruz kalınca homurdanmıştı.
Güneş ışınlarını engellemek için kullandığı parmaklarının arasından ona doğru
bakarken, yüz ifadesi, kızgın bir somurtmaya dönüşmüştü.
“En son dışarı ne zaman çıkmıştın ki?”
“Pek hatırlayamıyorum.” dedi. “Yakın zamana dair
hatıralarımın çok azı, oturma odasının dışına ait, ve geri kalanlar da sadece
kalenin dışındaki çimenlik alanı kapsıyor.”
“Sanırım bunun tek sebebi, kızlar onlarla oynamanı istediği
için, değil mi?”
“Kesinlikle.”
“Ben de öyle düşünmüştüm. Son zamanlarda onlara çok iyi
bakmaya başladın.”
“Katılıyorum.” Kıkırdayıp, kendini beğenmiş bir şekilde,
otuz iki dişiyle sırıtmıştı. “Ama sanırım bu beklenebilir bir şey. Bir iki
çocuğu eğlendirmek, benim gibi yüce biri için basit bir iş.”
“Yani, sana bu yüzden Yüce Ejderha diyorlar, değil mi?”
Kıkırdadım. “Ben yokken herkese göz kulak olduğun için teşekkür ederim.
Gerçekten minnettarım.”
“Benim değerimi gerçekten anladıysan, o zaman bana daha çok
saygı göstermen iyi olur.” dedi. “Başlangıç olarak, omuzlarına oturmamı
önerebilirsin.”
“Nasıl isterseniz majesteleri, nasıl isterseniz.”
Eğildim, kafamı güzel, narin bacaklarının arasına soktum ve
geri ayağa kalkarken onu da omuzlarıma aldım.
“Omzuna çıkmak hiçbir zaman hayal kırıklığına uğratmıyor.”
dedi. “Dünyaya tepeden bakmamı sağlayan, harika bir perspektif sunuyor.”
“Yani, evet haklısın ama uçabilirsin de. Aynısının daha
iyisi değil mi?”
“Uçmanın gerçekten de birçok iyi yanları var.” dedi. “Ama
omuzlarının üzerine oturmak, hala bağlı olduğumu hissetmemi sağlıyor. Hem
altımdaki dünyaya hem de sana.”
“Bağlı olmak demek...?” Gülümsedim.
“Hem seninle olan temasımdan keyif almamı hem de attığın her
adımı hissedebilmemi sağlıyor. Hoş, hatta sakinleştiren ve dünyayı tek başıma
dolaşmam nedeniyle oluşan yalnızlık hissinin tam tersi bir şey taşıyor."
Bir anlığına, sessizce şaşırıp kalmıştım. Ne yalnızlıkla
olan bu yakın ilişkisi karşısında ne diyeceğimi ne de onu nasıl tedavi
edebileceğimi bilmiyordum. Ne kadar düşünürsem düşüneyim, doğru kelimeler
zihnimde belirmiyordu. İşte bu yüzden denemek yerine kendim olmayı seçtim.
“O zaman, yalnız hissettiğin zaman ağlamak için bana
gelmekten çekinme. Bunu, senin için hep yaparım.” diye gülümsedim, muzip bir
havayla. “Sonuçta benim küçük değerli eşimsin. Eğer seni mutlu edecekse, seni
kollarımda çevirmekten gocunmam.”
“Hmph.” utangaçlığından kurtulmak için homurdandı. Yüzünü
göremiyor olsam da, kıpkırmızı olduğundan emindim. “Beni kızdırmaktan hiç
bıkmıyorsun değil mi?”
Verdiği cevabın arkasından bir mızmızlanma gelmişti. Ama
ondan değil, iki adım arkamızda olan kurttan. Sesindeki bıkkınlığı
hissetmiştim; sanki bize “şu işleri ortada yapmayın” der gibi yalvarıyordu, ama
her zamanki gibi, şikayetlerini umursamamayı seçtim.
“Madem mali durumun böyle kötü bir noktadaydı, neden
Lyuu’nun arkadaşlarının burada kalmasını istemedin?” diye sordu Lefi.
“Bunu düşündüm ve işe yaracak bir şeymiş gibi gelmedi. Lyuu’nun
babası, yanında kabilenin sadece savaşçılarını getirmişti, yani kablienin
yaklaşık üçte ikisi kadarını. Geride hala bir sürü aile üyeleri vardı ve bütün
bir köyün birden taşınması kulağa, soruna davetiye çıkarmak gibi geliyordu.”
Ayrıca, bir grup tanımadığım insanla yaşama fikrinin pek de
meraklısı değildim. Kızını eşlerimden biri yapmak durumunda kalınca, Lyuu’nun
babasına kayınpeder demeye daha meraklıydım.. Ama bu sadece bir formaliteydi. O
ismen aile olsa da, onu gerçekten öyle görmüyordum. Onu toplamda sadece üç
gündür tanıyorum sonuçta.
Fiziksel yakınlık sorun değildi. Bir sürü yerimiz vardı.
Sadece onlarla uğraşmak istemedim. Onlara bir şey olursa, onlara yardımcı
olmayı tabii ki planlıyordum, ama sadece bu kadar. Onlarla yaşamak, kaçınmak
istediğim bir şeydi. Ederinden çok daha büyük bir sorun olduğunu biliyordum.
Çünkü onların buraya taşınması, benim yaşantımı da değiştirecekti. Ve bu,
kesinlikle yapmaya niyetli olduğum bir şey değildi.
“Bakış açını kesinlikle anlıyorum.” dedi Lefi. “Ve güçsüzlüklerinden
bahsetmeye bile gerek yok. Öyle kırılganalardı ki, onlara yardım etmemiş
olsaydın, zindana ulaşana kadar yok olurlardı.”
“Tabii ya, az daha unutuyordum. Buralardaki canavarlar neden
bu kadar güçlü ki? Dünyayı biraz gezene kadar hiç fark etmemiştim ama bu
ormanda yaşayan her şey, gerçekten çok güçlü, en azından diğer yerlerdeki
canavarlara göre.”
“Sanırım bu sorunu cevabı, bu bölge ve diğer yerler
arasındaki farkları inceleyerek bulunabilir. Bu orman, normalden çok daha büyük
konsantrasyonlarda büyü parçacığı barındırıyor. İçinde bulunan yaratıklar
yaşadıkları süre boyunca, ormanın ürünlerini tüketiyor ve havasını soluyor.
Bunu yaparak, içlerinde büyük miktarlarda büyü parçacığı topluyorlar. Vücutları
fazla miktardaki büyüye alışarak, daha uyumlu ve fiziksel formlarındaki büyük
değişimlere daha az dirençli oluyorlar. Döngü, sadece güçlünün zayıfı yiyerek
büyü enerjisini kendisine almasıyla devam ediyor.”
Aaaa... Yani temel olarak, daha çok büyü = daha çok güç
anlamına geliyor. Bu gerçekten çok mantıklı.
“Pekala, bunu anladım, ama bu başka bir soruyu doğuruyor.
Baştan beri neden burada bu kadar çok büyü parçacığı var?”
“İyi bir soru. Daha önce benim hiç düşünmediğim bir soru.”
Lefi bir an düşünmek için durakladı. “Ama, bana yaşlı antik ejderhalardan
birinin çok eskiden anlattığı bir hikayeyi hatırlıyorum.”
“Hmm... Kulağa ilginç geliyor. Anlatsana.”
Bir dakika, Lefi bayağı uzun süredir yaşıyor değil mi? E çok
eskiden dediği ne kadar eskiden? Yani, birkaç yüzyıl öncesi mi? Belki de bin
yıl öncesi?
“Bu hikayenin, ailesinin ölmeden önce anlattığı bir hikayeye
dayandığını söylemişti.” dedi. “Bana, bir zaman bir tanrının bu dünyada
gezindiğini söyledi. Ve öldüğü yerin burası olduğunu. Bu sözde tanrının içinde
bulunan büyü enerjisi, ölümü üzerine her yere yayıldı ve şu anda etrafımızda
gördüğümüz ormanı oluşturdu.”
Bir dakika. Yani TANRININ öldüğü yer burası öyle mi? Vay
anasını. Can alıcı nokta gördüm mü anında tanırım. Cidden, sanki bütün fantezi
klişeleri butonlarına aynı anda basılmış gibi.
“Bir dakika, daha önce hiç tanrı görmediğini söylememiş
miydin? Ve muhtemelen hiç var olmadıklarını?”
“Evet Yuki, ama dünya büyük. Kendimi bilgili olarak görsem de
kendim görmek bir yana, hala duymamış olduğum bir sürü şey var.” dedi. “Yine de
burada ölmüş olan yaratığın, gerçekten de bir tanrı olduğundan şüpheliyim, daha
çok, bir tanrı gibi görülecek kadar uzun yaşamış bir canavar olabilir.”
“Tanrı olarak saygı gören bir canavar öyle mi? Bu ilginç bir
düşünceymiş.”
Hemen hemen herkes, canavarların ortadan kaldırılması
gereken, zararlı yaratıklar olduğunu düşünüyordu. Bundan, herkesin taptığı bir
şeye ulaşmak, saçma derecede büyük bir mevki değişimi olurdu.
“İsimler ve unvanlar, değişebilen meselelerdir. Örneğin ben,
Leficios olarak doğmuş ve nesillerdir Yüce Ejderha olarak korkulan biriyim. Ama
şimdi, sadece bana verdiğin isimle Lefi’yim. Kendi tecrübelerime dayanarak
söylüyorum, bir canavarın bir tanrı olarak görülebilmesini gerçekten mümkün
görüyorum.” Bana doğru eğilip bakarken gülümsüyordu. “Kısa hayatı olanlar, yani
senin gibi yaratıklar, bizim gibi yaratıkları efsane olarak hatırlarlar. Sadece
hayatlarımızı yaşamamız bile, isimlerimizin tarihin sayfalarına kazınmasına
sebep olur. Ve ölümlerimiz de çok farklı değil. Bizden sonra gelenler için
büyük anlam taşıdığı için. Gerçekten garip bir olgu. Hayat gerçekten şaşırtıcı,
değil mi?”
Bir efsane olarak, isminin tarihe kazınması, öyle mi?
Kendini beğenmiş bir düşünce gördüğüm an anlarım. Ama demek istediğim, haklı.
Böyle baktığın zaman hayat gerçekten de hem garip hem de inanılmaz görünüyor.
Evet. Harika bir hayat kesinlikle.
“Peki, bir tanrı olmak için tek gereken uzun yaşamak ve çok
fazla büyüyse, senin de bu yolda olduğunu söyleyebilirim.” Ona doğru sırıttım.
“Sadece birkaç bin sene daha geçsin ve herkes sana da tapmaya başlar
muhtemelen.”
“Sanırım bu da seni, tanrının kalbini çalmış biri yapar. Bu
kulağa “iblis lordu”’ndan daha etkileyici bir unvan gibi geliyor, değil mi?”
“Aynen, alışmayı dert etmeyeceğim bir unvana benziyor. Senin
yanında bu dünyada efsane yazmak ve bizim burada var olduğumuzun, yaşadığımızın
kanıtını bırakmak, kulağa eğlenceli geliyor.” dedim gülerek. “Ama bu unvanı hak
etmek istiyorsam, merdivende yukarılara tırmanmak için çalışmaya başlamam
gerek. Şu anda pek isim yapmış sayılmam. Hiçliğin ortasındaki herhangi bir
önemsiz iblis lordu gibiyim. Ama sadece izle. Yakında buralardaki en büyük kötü
ben olacağım.”
“Güzel. O zaman, senin bunu başarmanı beklerken, ben de
tanrılığa yükseleceğim.”
Tekrar karşılıklı güldükten sonra, birbirimize gülümsedik ve
yolculuğumuza devam ettik.