Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Yan Hikaye: Mutluluk Sadece Ölümde
Biliyorum. Bunun sadece bir rüya, bir halüsinasyon, zihnimin
bir ürünü olduğunu biliyorum.
Çünkü o çoktan ölmüştü. Burada onu kimse tanımazdı. Onunla
hiç kimse tanışmamıştı--hatta onun hakkında düşünen olmamıştı.
Ve orada, işler hiç farklı değildi. Onun, gündelik
yaşamlarına olan etkisi hakkında düşünmeyi çoktan bırakmışlardı. Artık
yaptıkları aktiviteler onu hatırlatmıyordu. Çünkü çoktan hayatlarına devam
etmeye karar vermişlerdi.
O artık önemli değildi.
Sanki başından beri hiç var olmamış gibiydi.
Ama yine de zaman zaman onu hayal ediyordum.
Çünkü ben onun bir yansımasıyım.
İşte bu yüzden unutmayacağım--unutamayacağım--onu.
Çünkü, onun yaşadığına dair tek kalan kanıt bendim.
O normal biriydi. Ortalama birisi. İki ebeveyne de sahipti
ve herkes kadar arkadaşı vardı. Hala genç olduğundan, fazla para
biriktirmemişti, ama hiçbir zaman para sıkıntısı da çekmemişti. Yaşayacak kadar
parası vardı.
Başka yerlerde, insanlar sıkıntı çekiyordu. Dünyanın her
yerinden insanlar, iç savaş, uluslararası anlaşmazlıklar, teröristler,
pandemiler ve kendi kontrolleri dışındaki diğer birçok şeye maruz kalıyordu. Ve
her gün, birileri ölüyordu. Onların aksine o, ölüm nedir bilmeyecek kadar
huzurluydu. Hiçbir zaman onun korkusunda yaşamamıştı. Ne de ilgisini çekmişti.
Yine de, yaşamın anlamsız olduğunu hissediyordu.
Hayatımın anlamsız olduğunu biliyordum.
Neden bu kadar boş işlerle uğraşmak zorundayım bilmiyordum.
Var olmanın bir anlamı varmış gibi hissetmiyordum. Ya da yaşamımın içsel ya da
başka türlü bir değeri var mıydı?
Vardım.
Ama hepsi bu kadardı.
Başından beri benmerkezci olduğumu biliyordum. Bu, bana
göre, her şeyin benim hakkımda olmasıyla alakalıydı.
Ama sebebi buydu.
Tam da bu yüzden koca dünyada yapayalnızmışım gibi
hissediyordum.
Yalnızlığım derinlere işlemişti.
Kökleşmişti.
Bir yerlerde bir sürü başka birilerinin olduğunu biliyordum.
Ama hiçbir zaman onlara tam olarak bağlı olduğumu
hissedememiştim.
Yapayalnızdım.
Dünyanın kendisi genişti.
Ama benimki değildi.
Çok ufak bir kısmı önemliydi. Bazı kısımları öyle sıkıcıydı
ki, renksiz, sadece siyah ve beyaza bulansa bile olurdu.
Günlerim birbirini tekrar ediyordu.
Her zamanki yedi günlük döngüydü.
Tekrar ve tekrar.
Ve bundan kurtulmak istiyordum.
Ama nasıl kaçmam gerektiğini bilemiyordum. Akıntıya karşı
durmak için yapabilecek hiçbir şeyim yoktu. Hedefler, hayaller ya da tutkular
olmadan hiçbir şey yapamazdım. Başından beri umudun var olduğunu kabul
edebilmem için, dünya fazla kuru, fazla tek renkliydi.
Kendime her zaman, sadece bana mı böyle geldiğini sorup
duruyordum. Yoksa diğerleri de mi böyleydi? Diğer herkes hayatın böyle olduğunu
öylece kabullenmiş miydi? Ve herkesin buna katlanmak dışında başka bir seçeneği
olmadığını da?
Bundan şüpheliydim.
Ama eğer durum gerçekten de buysa, bu dünya çok acımasız
demekti.
İşte böyle hissediyordum.
Böyle hissediyordu.
Azrail’in tırpanını, işte bu düşünce, bu anlayışla
karşılamıştı.
Kontrolü dışındaydı.
Kontrolü dışındaki aptal, haksız bir kaza.
Ama onu yine de onu erkenden almıştı.
Sonuçta o, hiçbir anlam ifade etmiyordu.
Yolun kenarındaki önemsiz bir çakıldan başka bir şey
değildi.
***
“...ki...uki...Yuki.”
Yanaklarım, donmuş zihnimi çözen ve dipsiz kuyudan geri
çeken tatlı bir sıcaklıkla sarıldı.
Yavaş yavaş, gözlerimi açtım.
Lefi oradaydı.
Beni yatıştırıcı, şefkatli bakışlarla, neredeyse bir anne
kadar sevecen bir gülümsemeyle karşılamıştı. Dizlerimin üzerindeki duruşu, bir
kolunu vücudumun etrafında tutarken, diğeriyle yavaşça saçlarımın arasında
parmaklarını gezdirebilmesini sağlıyordu.
“Rahatla Yuki. Rahatla.” kulaklarıma fısıldadı. “Ben
buradayım. Bu kadar üzgün olmana gerek yok.” Sarılmak için beni iki koluyla
çekerken, vücudumu daha sıkı kavramıştı.
“N-ne!? N-ne oluyor?” Beklenmedik bir duruma uyanmak, beni
şaşırtmıştı. Kafam öylesine karışmıştı ki, kelimeler ağzıma dolanmıştı.
“Demek nihayet uyandın?” Lefi kollarını gevşetti ve yüzüme
bakabilecek kadar geriye çekilmişti. “Yani, şey...” sanki söyleyecek doğru
kelimeleri arar gibi bir anlığına duraksadı. “Nasıl hissediyorsun?”
“Her zamanki gibi, ne d--” gözlerimi ovuşturmak ve görüşümü
netleştirmek için ellerimi yüzüme götürdüm, ki yanaklarıma dokunduğum anda
donakalmıştım. Nemlilerdi. İşte o zaman tahtın üzerinde yaptığım şekerlemenin
üzerine ağladığımı fark etmiştim. Ve Lefi’nin kabus gördüğümü fark etmesi
yüzünden benimle özenle ilgilendiğini de. Uf. Bu utanç verici.
Uykumda beni rahatlatmaya çalıştığını fark etmek, beni
utandırmıştı. Gururuma yapılmış, sağlam bir darbeydi. Artık bir çocuk değildim.
Aptal bir rüya yüzünden ağlamak, kabul edilemezdi.
“...Seni endişelendirdiğim için üzgünüm.” dedim, “Ama
iyiyim. Muhtemelen çok yorulmuş falan olmalıyım.”
“O zaman kendini toparlamak için daha dikkatli olmalısın.”
Lefi’nin numaramı yakalayıp ayak uydurması için, ekstra sufle vermeme gerek
kalmamıştı. “Avlanma ve yemek temin etme görevleri, yorgun düştüğünden sana
düşmeyecekse, bana düşmeli.”
“Gerçekten mi? Endişelendiğin şey bu mu?”
“Doğal olarak.” diye kıkırdadı. “Besinin en önemli şey
olduğunu düşünmüyor musun?”
Ayağa kalkıp kucağımdan ayrılmaya başladı. Ama kalkamadan
önce onu bileğinden yakaladım.
Gözleri fal taşı gibi açılmıştı.
Benimki de.
“Ne oldu...?” Diye sordu.
“Eeh, şey... Bilmem...” hareket, istemsiz yapılmıştı.
Vücudum kendi kendine hareket etmişti. O yüzden söyleyecek bir şeyim yoktu.
Söylediklerime takılmıştım, ama sonunda mantıklı bir bahane bulamamıştım.
Kıvranışlarım Lefi’nin şaşkınlığını gidermişti. Aklına bir
fikir gelmiş gibiydi. Geri oturup sırtını göğsüme yaslarken, yüz ifadesi
gülümsemeye dönmüştü.
“Söylemem gerek, ben de yorgun sayılırım. Çocukları
eğlendirmek büyük efor sarf ettiriyor.” dedi. “Herhangi bir sandalye görevi
görebilirsin. Madem zaten buradayım, sanırım bu fırsatı bir süre dinlenmek için
oturarak değerlendirebilirim.”
“Pekala... otur bakalım. Biraz dinlenmekten zarar gelmez,
değil mi?”
“Kesinlikle. Eğer gerçekten anladıysan, o zaman memnun
olduğuma karar verene kadar sabit durup, sandalye rolünü oynamak için elinden
geleni yapmalısın.” Konuşurken bana bakmak için başını eğmişti.
Onun yanımda olduğunu bilmek, beni sakinleştirmişti.
İçimdeki belirgin güvensizlik hissiyle savaşabilmem için, sadece onun varlığı
yetmişti. Galip çıktığım bir savaştı. Ama sanki zafer hala uzaktaymış gibi
hissettirdiğinden, kollarımı ona doladım ve ona sıkıca sarıldım.
Onun bu kadar yakınımda olması, sıcaklığının keyfini
çıkarmak, gerçekten burada olduğumu bilmem için gereken tek kanıtlardı. Yolun
kenarına itelenmiş sıradan bir ceset olmadığımı bilmem için.
“Teşekkürler.”
“Bana teşekkür etmen gerekmesinin sebebini anlamıyorum.”
diye kıkırdadı.
Biliyordum. Nihai olarak konuşursak, geçmiş zamanımın, onun
hayatının, bir anlamı olmadığını biliyordum. Öyle zavallıydı ki, yaşayan bir
canlı olarak görevlerini yerine getirmeyi bile başaramıyordu; genlerini
aktarmayı başaramamıştı.
Ama yine de yaşamının bir anlamı vardı.
Ölümde.
Bir tür karmadan mı, yoksa garip bir talih kuşunun
konmasının bir sonucu olarak mı yeniden doğduğunu bilmiyordu. Ama durum her
neyse, bir şeyde daha başarısız olmuştu. Hikayesini sona erdirmeyi
başaramamıştı.
Ölümden hayat gelmişti. Ve hayattan, mutluluk...
Çünkü, yeniden doğuşunu izleyen hayatı, öncekiyle aynı
değildi. Tek renkli filtre gitmişti. Dünyası, kıyaslanamayacak miktarda renkle
dolmuştu. O kadar ki, onu şoke etmişti. Hayatın akışıyla ilerleyen işler
değişmiş, evrimleşmiş ve beklediği bir şey haline gelmişti. Yaşadığı her gün,
bir sonraki günü iple çekmesine sebep oluyordu.
Ve işte bu, nihayet yeni bir amaç belirleyebilmesini
sağlamıştı; onun yanında yaşamak. Onların yanında.
Burada yaşayan her kes beni, iblis lordu Yuki’yi biliyordu.
Ama kimse onu, son günlerini bile tek başına geçirmiş yalnız ruhu tanımıyordu.
Ve onlar, onu asla gerçekten tanıyamayacaktı.
İşte bu yüzden asla unutmamaya karar verdim. Asla kim--ya da
neden--o olduğunu unutma. Biliyor musunuz, belki de ona bir mezar yapmalıyım.
Sadece fazladan maddi bir kanıt olması için.
“Hey Lefi.”
“Ne oldu?”
“Sana kendim hakkında hiçbir şey söylemediğimi biliyorum.
Ama muhtemelen söylemeliyim.” dedim yavaşça. “Açıkçası, bu benim ilk hayatım
değil. Ben zaten bir kere öldüm.”
“Bana detayları kesinlikle anlatmadın.” dedi. “Hep o konu
hakkında asla konuşmak istemeyeceğini düşünmüştüm. Neden fikrin birden
değişti?”
“Sadece, bilirsin, şu şeylerden biri işte. Sadece, bir
sebepten anlatacak havaya girdim.”
“O zaman dinlemeyi çok isterim.” diye kıkırdadı. “Böyle
nadir bir fırsat kaçırılmamalı.”
“Hmmm... Pekala. Nereden başlasam...? Ah tabii ya! Dünyanın
merkezindeki küçük mavi bir gezegen hakkındaki bir hikayeye ne dersin?”