Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Kahramanın Dönüşü - Kısım 1
Bacaklarım havada ve kollarım başımın arkasında, tahtın
üzerinde yatıyordum. Avlanmaktan az önce dönmüştüm. Lefi’yle yaptığımız akın,
acil finansal endişelerim için yapılmıştı, ama hala içimi rahat ettirecek kadar
DP’ye sahip olmadığım için, bu kanlı sporu günlük yaptığım işlerden biri haline
getirmiştim. Ve şimdi, bu işi hallettiğimden, nihayet arkama yaslanıp dinlenebilirdim.
Ben rahatladıkça zihnim, eve geldiğim zaman genellikle
olduğu üzere, yavaş yavaş uykuya geçiyordu. Akşam yemeğini dört gözle
bekliyordum. Kızların beklentilerimi karşılayacağına ve sadece karın
doyurmaktan fazlasını yapabileceklerini biliyordum.
Yakında tadını çıkaracağımdan emin olduğum o leziz
yiyeceklerin hayalini kurmaya başladığım anda, birisi omzuma hafifçe
dokunmuştu.
“Hey Yuki?” Bu, kahramandı.
“Ne istiyorsun?” Oturur pozisyona geri dönerken
homurdanmıştı.
“Bir süreliğine krallığa geri dönmek istiyorum.” dedi.
“Mektup göndermek için bir seferlik gittiğimi biliyorum, ama yine de muhtemelen
başkente dönüp herkesle şahsen görüşsem iyi olacağını düşünüyorum.
“Hmm...” zindan sakinleriyle ne kadar zaman geçirdiğini
düşünmek için bir anlığına durakladım. “Oo, vay be, buraya geleli bir aydan
fazla olduğunu hiç fark etmemiştim.”
Ve ben de oturmuş, bu genç, çabuk ikna edilebilen kahramanı
daha yakın zamanda karanlık tarafa çevirdiğimi düşünüyordum.
Nell’in açtığı konu hakkında söylenebilecek nispeten güçlü
argümanlar vardı. İkimiz, bir mektup yollamak ve herkese Nell’in hala iyi ve
hayat dolu olduğunu söylemek için yaşlı, hızla kelleşen başkanın şehrini
gerçekten de ziyaret etmiştik. Ama sadece bu, onun söylediği kadar iyi olduğunu
doğrulamaya yetmezdi.
Ziyarete gitmesi için izin vermede bir sakınca görmüyordum.
Ama bu, onun tamamen ayrılmasına izin verdiğim anlamına gelmiyordu. O artık
benimdi. Kalmaları için ısrar etseler bile, onu krallığa teslim etmeye niyetim
yoktu. Üst rütbelilerin bazılarının ısrar edeceğini biliyordum. Çünkü
kahramanlar, onları düşündüğüm oyunlaştırılmış ana karakterlerden daha
fazlasıydı. Onlar silahtı. Ve buna uygun kullanılmalılardı. Çoğu kişi, onlara
yaşayan bir varlıktan ziyade bir nükleer bombaymış gibi davranıyordu.
Dünyada, “tek kişilik ordu” terimi, sadece yetenekli ve
şanslıları övmek için türetilmiş, abartı ve imkansız bir yalandı. Ama burada,
bu bir gerçeklikti. Nell, içine dalıp önden giderek savaşın gidişatını
kesinlikle değiştirebilecek kapasitedeydi. En şöhretli subaylardan bile daha
değerliydi; eğer henüz yollamadılarsa, muhtemelen yakında onu aramak için bir
grup toparlayacaklarını düşünüyordum. Ve muhtemelen bu aynı zamanda birkaç şeyi
açıklığa kavuşturma vaktiydi. Sonsuza kadar kararsız bir ana karakter rolünü
oynayamazdım, değil mi?
“Pekala, sanırım zamanı geldi.” dedim. “Durum buysa, yarın
yola çıkmaya ne dersin?”
“Oh, şey... Benimle gelmen için sorduğumu düşündüysen
üzgünüm. İstemiyorsan, benimle gelmene gerçekten gerek yok.” dedi.
“Merak etme.” dedim omuz silkerek. “Zaten seninle gelmeyi
düşünüyordum. Sanırım birkaç yarım kalmış işi halletmem gerekiyor. Seni yanımda
tutmayı planlıyordum, ama bir kahraman falan olduğundan, durumun doğrudan artık
benim olduğunu söylemekten daha karmaşık olduğunu bildiğim için, normalde
birlikte çalıştığın kişilerle konuşup, endişelerini giderecektim.”
“Y-yani bu, birlikte yolculuğa çıkacağımız anlamına mı
geliyor?” Mutlu ama utanmış bir şekilde kekelemişti.
“Evet Einstein. O anlama geliyor.” dedim sırıtarak.
“Sabırsızlanıyorum.” Bana gülümsedi, ama sanki bir şeyi
hatırlamış gibi suratını asılmıştı. “Ama bu sefer Rir Ekspresini kullanmayalım.
“
“Ne? Neden? Rir Ekspresini kullanmayı seviyorum.” diye
homurdandım.
“Çünkü acelemiz yok. Ve ben istemiyorum.” diye belirtti.
Of dostum... Rüzgar gibi esmeyi iple çekiyordum.
***
Ve böylece, sonraki gün planlandığı gibi gitmişti. Zindanın
diğer sakinlerine vedamızı ettik, Rir’e bindik ve korkusuz dörtlünün eşliğinde,
ormanın içinde yavaş, keyifli bir yolculuk geçirdik. Rir, yolculuğun daha rahat
geçmesi için onların yardımını almıştı. Ara sıra havlayarak verdiği emirlerle,
konvoyumuza yaklaşacak kadar cesur şeyleri ortadan kaldırtıyordu.
Yılan, karga, kedi ve ruh, oldukça gelişmişlerdi. Birinci
seviyeden sırasıyla 83, 72, 79 ve 71’e yükselmişlerdi. Genel olarak konuşursak,
hepsi aynı hızda gelişiyordu, ve statları, her birinin kendi türlerine özgü
güçlü ve zayıf oldukları yanlarla birlikte, genel olarak aynı aralıkta
bulunuyordu. Grubun birincil hasar vericisi olan Orochi, her zaman savaşın en
önündeydi. Ve bu yüzden seviyesi diğerlerinden biraz daha yüksekti.
En son çağırdığım dörtlüden büyük beklentilerim vardı.
Görünüşe göre büyüdükçe avlanmaya, gelişmeye ve hayatımı kolaylaştırmaya devam edecekler
gibiydi. En iyi emeklilik.
“Rir gerçekten de yumuşak ve pofuduk.” Önümde oturan kız,
bir yandan mırıldanırken, bir yandan kurdun başını okşamıştı.
“Tabii ki öyle.” dedim. “O, bu dünyanın sunabileceği en
pofuduk şey.”
“Öyle diyorsan.” Nell başını benden çevirip gitmemiz gereken
yöne doğru bakarken kıkırdamıştı.
Onu izlerken, aklımda birden bir düşünce belirdi. Nell’in
görevi onu bir erkek fatmaya çevirmiş olsa da zindanda bulunanlar içinde
bakirelik kavramını içselleştirmiş tek kişi şüphesiz oydu. Katı bir dini
eğitimden geçen birisi için, Nell’in davranışlarında bir incelik vardı. Son
zamanlarda, bizim etkimiz sebebiyle bundan biraz kaymış olsa da içinde hala o
zarifliği taşıyordu. Dahası, etraftaki en çekingen kişilerden biriydi ve aile
üyelerim içindeki en kızlara özgü şeylerle ilgilenen kişi kesinlikle oydu.
“Ah tabii ya, bunun biraz rastgele bir ek not olduğunu
biliyorum ama, sana sormak istediğim bir şey vardı.” Hal ve hareketlerini
düşününce, ona bir soru sormak istemiştim. “Sana nasıl savaşman gerektiğini
falan öğrettiklerini biliyorum, ama sana görgü ve o tarz şeyleri de öğrettiler
mi? Yoksa standart kahraman müfredatının bir parçası değil mi?”
“Öyleydi.” diye güldü, duygusuzca. “Kahramanları, o kadar da
önemli şeyler değilmiş gibi gösterdiğimi biliyorum, ama öyleyizdir. Sürekli
krallar ve yüksek seviyeli soylularla görüşmek durumunda olduğumuzdan, bize
öğretilen ilk şeylerden biri, yüksek sosyete içinde nasıl davranmamız
gerektiğiydi.”
“Öff. Açıkçası, bütün bunlar bana büyük can sıkıntısı gibi
geliyor.”
“Kesinlikle öyleydi.” Gözleri, geçmişi anımsarken
parlamıştı. “Geçmişe baktığımda, eğitimimin en zor kısmı onlardı. Bir kılıcı
nasıl kullanmak gerektiğini öğrenmekten daha zordu. Selamlamak için eğilmenin
kaç farklı şekli olduğunu biliyor musun? Ve kullanıldığı tüm farklı durumları?”
Sözleri ağırdı, çektiği katman katman acılar ve kederlerle doluydu. “Çünkü ben
biliyorum. Her birini ezberledim. Nasıl eğilmem gerektiğini, nasıl yürümem gerektiğini
ve nasıl yemem gerektiğini ezberledim. Hepsini ezberledim. Hepsini...”
“Doğru...”
“Arkadaşlarım acaba neler yapıyor...“kısa bir sessizliğin
ardından, kısa saçlı kumral kız transtan çıktı ve hemen konuyu değiştirdi.
“Acaba gönderdiğimiz mektuplar, sahiplerine ulaştı mı?”
“Muhtemelen. Onları göndermemizin üzerinden çok zaman geçti.
Bu fikri düşünürken gergin bir şekilde güldüm.
Kahraman gibi, ben de mektup yazmıştım, özellikle Allysia’lı
prensese gönderileni. Üstlerine hala iyi olduğunu bildirmek amacıyla Nell’in
yazdığı mektuplarla birlikte olduğundan, alıcısına ulaşıp ulaşmadığı hakkında
çok az şüphem vardı. Mektubun içeriği, oldukça sıkıcı ve sıradandı. Prenses
bana yazarken, evden kaçmak pahasına beni görmek istediğinden bahsetmişti, o
yüzden, konu hakkında babasını daha çok düşünmesi gerektiğini söyleyerek,
herhangi potansiyel davranışı yatıştırmak için elimden geleni yapmıştım.
Pekala, sizi bilmem ama, onun için endişeleniyorum. Umarım çok fazla çıldırmaz.
Ve umarım başkenti ziyaretim, onun bu ihtiyacını gidermeye ve bir süreliğine
onu sakinleştirmeye yeter. Umarım.
“Hadi ama Yuki.” Konuştuğum heyecansız ses tonum, Nell’in
kaşlarını çatmasına sebep olmuştu. “Prensesin sana bu kadar bağlanmasının
suçlusu sensin.” dedi fırçalar şekilde. “Eğer aşık olmalarını istemiyorsan,
karşına çıkan her kızı kurtarmayı kesmen gerek.”
“Sürekli oluyor olması benim hatam değil.” diye homurdandım.
“Evet öyle. Lefi’nin neden sana sürekli etrafta gezip
karşılaştığın her kızı ayartmaya çalışmamanı söylediğini sanıyorsun?”
“Evet, dediğim gibi. Benim hatam değil.”
“Hı-hı...” diye gülümsedi, kızdırmaya çalışarak. Nell, pek
de pis sırıtışlara alışkın bir kız olmadığından, ifadesi, bunun yerine daha çok
içten bir gülümseme olmuştu.
“Ne demek şimdi bu?”
“Bunun anlamı, kurtardığın her bir kızın sana aşık olmasının
suçunun tamamen sana ait olduğu.”
Ancak konuştuktan sonra, söylediklerini düşünmek için
durmuştu. Garip bir sessizlik olmuştu. Utangaçlığını gizlemek için bakışlarını
indirirken yüzü kızarmıştı.
“Biliyorsun Nell, iyi olduğun tek bir şey varsa, o da
ağzından kaçırdığın utandırıcı yorumlardır.” Ne ima ettiğini düşünmeden
söylediği ne ilk ne de ikinci cümleydi bu.
“...Söyleyene kadar bu kadar utanç verici olabileceğini fark
etmemiştim.” diye mırıldandı. “Ve şimdi de kızarmaya başlıyorum. Hepsi senin
suçun. Benimle bu kadar uğraşmamış olsan, hiç böyle bir şey söylemezdim.”
“Ne demek benim hatam? Ne zaman böyle utandıracak bir şey
söyledim?”
“Her zaman yapıyorsun! Söylediğin şeyler yüzünden kaç kere
domates gibi kızardığımın sayısını bile sayamıyorum artık.” dedi. “Ama şey...
Sende çok sevdiğim şeylerden birisi bu.”
“... Anladım. Şeyy... teşekkürler, sanırım.”
“...Hı-hı.”
“...”
“...”
Pekala... Bu garipti.