Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Kahramanın Dönüşü - Kısım 2
“Görünüşe göre şehir ufukta yükselmeye başladı.” Alfyro’yu
gördüğüm anda işaret ettim. Her ne kadar Rir Ekspresi şehre iki saat içinde
ulaşmamıza imkan tanıyacak olsaydı da Pek de Rir Olmayan Ekspres ile olan
yolculuğumuz tam altı saat sürmüştü--kötü bir şey olduğundan da değil. İşimiz,
başkente çılgın gibi koşturmamızı gerektirecek kadar acil bir şey değildi ve
sakin, olaysız geçen yolculuk, arkamıza yaslanıp rahatlamak için bize iyi bir
fırsat sağlamıştı.
Alfyro, hiçliğin ortasında bulunuyordu. Çok az kişinin
gezmeyi dileyeceği bir bölge olan Uğursuz Orman, yakınlarındaki tek büyük bilinen
yerdi. Ve buna karşın, hayat doluydu. Kapısının dışında bile sıra vardı. O
kadar fazla insan içeri girmek istiyordu ki, gayet hızlı ilerlemesine rağmen,
sıranın azalacak gibi bir hali yoktu.
Kendimize hoş, bizi gözden ırak tutacak çalılarla kaplı bir
ağaçlık bulup indik... Rir’den aşağı atladım ve Nell’e elimi uzattım.
Durağımıza gelmiştik. Başkente kadar efsanevi kurdu sürmeyi planlamıyordum. Kim
olduğumuzu ortaya çıkarmanın manası yoktu. Kötücül bir komployu engelleme
acelesi içinde değildim... Ne de aptal bir prensi halletmeye koşturuyordum.
Eski bir at arabası, taş döşenmemiş toprak yolda hoplaya hoplaya ilerlerken,
insanların yaptığı gibi tembellik edip manzaranın tadını çıkarmak için mükemmel
bir şanstı.
“Teşekkür ederim Rir.” Evcil hayvanımın tüylerini
karıştırdım. “Bizi buralarda beklemene gerek yok. Bu sefer ne kadar süre
kalacağımız hakkında bir fikrim yok.” dedim. “Eve dönmek için başka yollarımız
da var zaten.”
Tabii ki, beni doğrudan çekirdeğime ışınlayabilen harika,
kolyeye benzer aletten bahsediyordum. İşimiz bittiğinde istediğim zaman onu
kullanıp eve dönmeyi planlıyordum.
“Ben yokken herkes sana emanet.” dedim. “Ama kendini çok
zorlama. Eğer zor durumda kaldığını düşünürsen, Lefi’ye haber verdiğinden emin
ol. Seni neredeyse her şeyden kurtarabilir.” Başındaki tüyleri son kez
kabarttıktan sonra, bir adım geri attım ve hem ona hem de arkasındaki dörtlüye
baktım. “Teşekkür ederim Rir ve size de teşekkürler çocuklar.”
Beş canavar da, anlaşıldığını belirten bir bağırışla
başlarını eğdi.
Bana iyi hizmet etmeye devam edeceklerini bildiğimden,
başımla onları selamladım, şehre döndüm ve peşimde Nell ile ön kapıya doğru
ilerledim.
***
Sıra, güzel bir hızda ilerliyordu. Şehrin ziyaretçilerini
incelemekle görevli askerler, nadiren birilerini durduruyorlardı. Ve
durdurduklarında ise, işleri çabuk bitiyordu. Belgeleri kontrol ediyor, bir iki
soru soruyor ve sonra girmelerine izin veriyorlardı.
En azından sıra bize gelene kadar.
“Günaydın ve Alfyro’ya ho--bir saniye. Seni daha önce
görmüştüm.” Muhafızlardan biri, yaşlıca bir adam, kapıdan içeri adımımızı
atmadan önce bizi durdurdu. Şüpheli bir tanıma ile bir kaşını kaldırmıştı; beni
kesinlikle bir yerden tanıyordu.
Hmm... aslında o da tanıdık görünüyordu.
…
“Bir dakika, geçen sefer bu kapıdan geçmem gerektiğinde
karşılaştığım sinirli yaşlı adam değil misin sen?"
“Evet, oyum. Ve görüyorum ki sen de hala terbiye
almamışsın.” kollarını birleştirip alayla karışık gücenmiş bir şekilde
hıhladıktan sonra yüzünde dostane bir gülümseme belirdi. “Seni buralarda
görmeyeli birkaç ay oldu. Ne var ne yok?”
“Her zamanki gibi.” Diyerek omuz silktim. “Dostum, beni
nasıl bu kadar çabuk tanıyabildin? Beni tanıdığını belli edene kadar, seni
tanıdığımı fark etmedim bile.”
“Hafızam, en güçlü yanlarımdan biridir. Beni bu kapıya
görevlendirmelerinin sebebi bu.” diye içten güldü.
Blöf yaptığına dair ona laf atacaktım, ama kendimi tuttum ve
onunla birlikte gülmeye başladım. Ne şaka yapıyor ne de övünüyordu. Doğruyu
söylemiyor olsaydı beni tanıyamazdı. Vay be. Aslında gayet etkilendim.
“Bugün yine Bayan Kutsal Şövalye ile geldiğini görüyorum.
Diğer kız nerede? Son seferkinde yanında gümüş saçlı, senin kadar kaba bir
veledin olduğuna yemin edebilirim.”
Pekala, öncekinde bayağı etkilenmişti, ama şimdi tamamen
afallamıştım. Yuh be, herif 3’te 3 yaptı. Lefi’yi bile hatırlamıştı. Ve burada
bile değilken.
“Vay be dostum, gerçekten de iyi bir hafızan var.” diye
belirttim. “Bizimle gelmedi, çünkü bugün şehirde pek de bir işi yoktu. Değil
mi, Bayan Kutsal Şövalye?” Söylediğimi doğrulaması için Nell’e döndüm.
“Hı? Ah, şey, evet.” Yarı paniklemiş bir şekilde başıyla
onayladıktan sonra kendi kendine mırıldanmaya başladı, “Neredeyse kiliseyle
olduğumu unuttum. Ve bir şövalye olduğumu... Benim hakkımda konuştuklarının
farkına bile varmadım.”
Beeeeeeeelki de duymamam gereken bir şey duymuş olabilirim.
Ama bir şey diyeyim mi, neyse ne. Sadece göz ardı edip, devam edeceğim.
“Pekala, geçmemize izin verecek misin?” Yaşlı kapı
muhafızına döndüm. “Bu sefer gerçekten de belgelerim bile var.” Maceracılar
Loncası’ndan aldığım kartı gösterdim.
“Oh, şuna bakar mısınız, öğrenebiliyormuşsun demek!” Diye
güldü. “Pekala, eğer belgelerin varsa, o zaman başka bir seçeneğim yok. Kapıdan
geçin ve kaldığınız sürenin tadını çıkarın.” Verdiğim karta şöyle bir baktıktan
sonra arkasındaki kapıya bir el hareketi yaptı.
“Öyle yapacağız. Görüşürüz.”
Muhafız yolumuzdan çekilince, başka engel olmadan işimize
gücümüze bakabileceğimizi düşünmüştüm. Yanılmıştım. Şehre adımımızı attığımız
anda, ikinci bir sorun bizi karşıladı.
Garip bir çınlama sesi duydum. Metalik sesin kaynağına doğru
bakışlarımı çevirdiğimde, karşıma bir kez daha tanıdık bir asker belirmişti.
İlki gibi, bu da yaşlıydı. Ama bir bakışta, bu seferkinin daha görmüş geçirmiş
olduğunu söyleyebilirdiniz. Adını hatırlayamıyor olsam da, onun Uğursuz Orman’ı
istilasına liderlik eden ve hayatta kalan komutanlardan biri olduğunu hemen
tanıdım.
Bir anlığına, bize şaşkın bir şekilde baktı. Bir ayağı
kapının dışında kalakalmıştı; yarısı, muhafız karakolunun iç tarafında
kalmıştı.
“S-siz ikiniz burada ne yapıyorsunuz!?” Kendine gelir gelmez
koşmaya başladı ve hemen yanımıza geldi. Beni aşan bir sebepten ötürü,
yüzündeki ifade çok telaşlı bir hal almıştı.
Hmm. Garip.
“Uzun zaman oldu, yaşlı iki numara dostum.” dedim, normal
bir şekilde el sallayarak.
“Leydi Nell’i bu kadar iyi tanıdığını bilmiyordum,
Dem--efendim.”
“Evet, öyle. Neler dönüyor?”
“...Büyük ihtimalle zaten planların olduğunu biliyorum.”
Derin bir nefes aldı. “Ama lütfen planlarınızdan önce araya girip, size başkan
köşküne kadar eşlik etmeme izin verin. Onu derhal görmeniz, azami önem arz
ediyor.”
“Bir şey mi oldu?”
Kahramanın sorusu, adamın yüzünün buruşmasına sebep oldu.
“Başkent, bir kaos haline girdi. Şu anki durum, iblis
diyarına gittiğinizden daha da kötü bir hale geldi.” diye homurdandı. “Ve daha
da kötüsü, sen bile bir tartışma konusu haline geldin.”
“Ben mi?” Nell şaşkın şaşkın gözlerini kırpıştırdı.
“Evet.” diye başını salladı, kasvetli bir şekilde. “Ve
hoşuna hiç gitmeyecek bir sebepten. Başkan kadar iyi açıklayamam. Bunu ondan
duymanız daha iyi olur. Sakıncası yoksa?”
“Yok ama, senin için var mı?” Bana doğru döndü.
“Neden olsun?” Diyerek omuz silktim. “Eğer senin işinse, o
zaman eninde sonunda zaten göz atmamız gerekecek.”
“Teşekkürler Yuki. O zaman şey, Bay... Roston’du, değil mi?
Lütfen yolu gösterin.”
“Derhal hanımım. Ve uyum gösterdiğiniz için çok teşekkür
ederim.”
Ve Alfyro’nun başkanını üçüncü kez ziyaretim bu şekilde
başladı.
***
“Nell!? Ve iblis lordu mu!? Siz ikiniz burada ne
yapıyorsunuz!?” Başkanın ofisine girdiğimizde verdiği ilk tepki, adamınınkiyle
aynıydı.
İsminin hayal meyal Raylow olduğunu hatırladığım adam, evrak
işlerine gömülmüştü. Gerçekten. Masasında o kadar fazla kağıt dizilmişti ki,
onu güç bela görüyordum. Yakalayabildiğim birkaç saniyede, son gördüğümden daha
da yorgun olduğunu görmüştüm. Saçları, rahatsız edici seviyeye gelecek kadar azalmıştı
ve göz torbaları öyle belirgindi ki, ailesinde pandalık olduğundan şüphelenmeye
başlamıştım. Her ne kadar lüks bir hayat yaşayabilecek kaynaklara sahip olsa
da, şu anki haliyle, Japonya’nın en yorgun bazı şirket kölelerinden daha yorgun
göründüğü kesindi. Sadece ona bakmak bile, bana rahatsızlık ve acımayla karışık
bir duygu hissettiriyordu.
“Hey dostum, ben aaah... son zamanlarda kendine bakamayacak
kadar meşhur olduğunu biliyorum, o yüzden buyur. Al şunu.” Envanterimden her
zamanki iksirlerden birini aldım ve ona uzattım.
“Ve bu ne ola ki?” Hediyeyi almasına aldı, ama şüpheli bir
şekilde bakarak.
“Temelde bir vitamin takviyesi. Muhtemelen daha iyi
hissetmeni sağlayacağından, yıkılacak gibi olsan da tamamen bitirdiğinden emin
ol.”
İksirin beklediğinden çok daha etkili olacağından
şüpheliydim. Yüksek tesirli manayı boğazından aşağı boca ettiği anda, çoktan
enerjiyle dolup taştığını görebiliyordum. Ama ne olursa olsun, bu iyi bir
şeydi. Buna ihtiyacı vardı.
“Teşekkür ederim.” Dedi, yorgun bir şekilde. “Sanırım son
birkaç ayrdır geçirdiğim uykusuz geceler, sonunda beni yakaladı.” Yüzünde,
kendiyle alay eden bir gülümseme belirdi. “Sağlığımı iyileştirmek için
çabalamana rağmen, bu kadar yorgun görünmeyi beklemiyordum, iblis lordu.”
Gülümsemesi, geldiği hızla kaybolmuş, ve yerini çatık kaşlara bırakmıştı.
“Şimdi, Kahraman Hanımın burada olma sebebini anlyabiliyorum, ama sen neden geldin?
Daha çok iş için mi?”
“Yok. Buraya, o geldiği için geldim.”
“Pek anladığımı sanmıyorum.”
“Ah. Doğru, açıklamayı unuttum. Dünya evine girdik.”
“Anlayamadım?” Beni daha iyi duyabilmek ister gibi eğilerek
bir kaşını kaldırdı. “İkiniz... ne yaptınız..?”
“Dünya evine girmek, evlenmek, her nasıl demek istersen,”
dedim gerçekçi bir şekilde. “Sorunu çoktan görebildiğini biliyorum, bir
kahramanla birlikte olmak falan.” Diyerek omuz silktim. “Her neyse, üstlerini
görmeyi ve bazı işlerini halletmeyi planladığından, ben de onun peşine takılıp
onun bana ait olduğunu bildirip bundan çıkabilecek sorunları çözerim diye
düşündüm.”
Raylow yüzünü bir eliyle kapadı. Başparmağıyla şakaklarından
birine, orta parmağıyla ise ötekine masaj yapmaya başladı.
“Bir iblis lordu bir kahramanla mı evleniyor? Ben...
anlamıyorum. “Ciddi misiniz?” Elini indirdikten sonra, doğrulamak için Nell’e
döndü.
“H-hı-hı...” utanarak başını sallarken yanakları kızardı.
Davranışı hem inanılmaz şirin hem de tamamen doğaldı. Oh
Nell, seni kurnaz cadı seni. Kalbimi tekrar tekrar kazanmayı kes. Demek
istediğim, seni affetmeyeceğimi söylemeyeceğim. Sana kin tutamayacak kadar
tatlısın. Ama yine de. Kes şunu, seni sinsi tilki seni.
“...” bir süre sessizce Nell’in tepkisini sindirdikten
sonra, Raylow iç çekti. “Durumun absürtlüğü hakkında söyleyecek tonla şeyim
var, ama kendi akıl sağlığım adına yorum yapmaktan kendimi frenliyorum.” Raylow
tekrar iç çekti. “Hiçbir şey duymadım ve ilişkiniz kesinlikle beni alakadar
etmez. İstediğinizi yapın.”
“Plan da bu zaten." dedim, yarım gülerek.
“Yine de, sanırım bu, konuşmak istediğim konunun seni de
içerdiği anlamına geliyor.” Raylow, rahatsız edici yorumumu anladığını
dillendirmekle uğraşmadı bile. Sadece göz ardı edip, devam etti. “Neden iş
konuşmaya başlamıyoruz?”
“Ben yokken yaşanan her şey hakkında benimle konuşmayı mı
planlıyordunuz?” diye sordu Nell, çekingen bir şekilde.
“Evet.” Nefes almak için birkaç saniye ayırdıktan sonra,
yaşlı Başkan Allysia Krallığının durumunu anlatmaya başladı.