Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Kahramanın Dönüşü - Kısım 3
Ahşap, atların çektiği araba, çok kullanıldığı belli olan toprak
bir yolda yavaş yavaş ilerlerken tangırdıyordu. Başımı pencereden çıkardığımda,
etrafımızın engin bir yeşillikle çevrili olduğunu gördüm. Yabani, bel
seviyesine kadar uzamış çimenler, göz alabildiğine her yönde uzanıyordu.
Rüzgarla bir ileri bir geri salınan zümrüt deniz, dalgaya benzeyen bir şekilde
hareket ediyordu. Doğrusu, izlemesi güzel bir manzaraydı. Benim eğlenemeyeceğim
bir manzara. Saatlerdir yeşillikten başka bir şey yoktu ve bundan bıkmıştım. Arka
plandan göze çarpan tek şey bizdik. Bir kilometre öteden görülebilen,
arabamızın etrafını çevreleyen muhafızlar, korudukları araçların ardından göze
çarpan ikinci şeydi. Göze çarpıyor olsalar da, onlar da fiilen çevreyle
aynıydı. Bakılacak herhangi ilginç bir şey sunmuyorlardı. Aynı şey,
konvoyumuzun diğer üyesi olan önümüzdeki diğer araba için de geçerliydi. Can
sıkıntımı gideremeyecek kadar yavandı.
İç çekerek arabanın içindeki yerime geri oturdum ve aracı
paylaştığım kıza baktım. Her zamanki enerjisinin yerinde yeller esiyordu.
Düşüncelere dalmak, normalde gözünü dolduran ışığın yerini, çatık kaşlarıyla
birlikte daha da belirgin bir hale gelen karanlık bir melankoliye bırakmıştı.
Durgun bir şekilde, yüzü bileğine dayalı bir şekilde arabanın yanına dayanma
şekli depresif olsa da hoştu. Bunun gerçekten uygunsuz olduğunu biliyorum, ama
şu anda onun birkaç fotoğrafını çekmek istiyordum. Kesinlikle bir müzeye ya da
arşive giderdi.
Şu anki duruma karmaşık demek yetersiz kalırdı. Hem o, hem
de krallık, ne şekilde olursa olsun, gereğinden çok daha fazla hengameye
karışmıştı. Ve hepsi, benim de dahil olduğum ve en azından kısmen çözülmüş olan
“prens” isyanından kaynaklanıyordu. Benim müdahalem, silahlı devrimi
engellemişti. Prens destekçileri toplu olarak temizlenmişti. Yakalanmış, krala
ihanetten suçlu görülmüş ve giyotin cezasına çarptırılmışlardı. Düzinelerce
baş, tam anlamıyla uçmuştu. Ve krallığın siyasal iklimi, tam da bu yüzden
iyileşememişti.
Prensin müttefiklerini temizlemek, başsız cesetlerle
birlikte, birçok devlet makamında açıklar bırakmıştı Allysia, kayıplarını doğal
olarak yeni devlet görevlileri bularak kapatmıştı. Ama işe yeni başlayanların
çoğu acemiydi. Tecrübesizlikleri, fazla üretken olmalarını engelliyordu.
Sonuçta, sorumluluğun krala kalmasına sebep olmuştu. Tepelerce idare işinin
altından tek başına kalkmış ve krallığı yıkılmaktan kurtarmıştı. Ama, tek
kişinin yapabileceğinden çok daha fazla şey vardı. Diğer hükümdarlık oluşumları
işine karışmasını engellemek için, dikkatini iç işlere ve dış işlere
bölüştürmek zorunda kalmıştı. İyi verilmiş bir karardı. Çünkü karışmışlardı.
Büyük bir insan gücü olduğundan, Allysia’nın düşmandan yana
eksiği yoktu. Hem yakın hem de uzak ülkeler, işlerine burunlarını sokmuştu.
Krallığa hem doğrudan hem de dolaylı olarak saldırmışlardı. Doğrudan
saldırılar, çatışmalar şeklindeydi. Yabancı devletlerden toplanmış küçük
silahlı kuvvetler, tarafsız saldırılar yaparak ve sınırda askeri tatbikatlar
düzenleyerek, Allysia’nın zaten gergin yöneticilerine boyun eğdirmeye
çalışıyorlardı. Ve buna ek olarak, Allysia’lı tüccarları taciz ediyor ve üst
rütbelilerin dikkatlerine ihtiyaç duyan tonlarca küçük soruna sebep
oluyorlardı. Kral ve adamları, yükselen her sorunu bastırmak için ülkenin geniş
kudretini sonuna kadar kullanabiliyordu. Ama bu, krallığın etkilenmediği
anlamına gelmiyordu.
Bununla birlikte, güç merkezli en dikkate değer dış sorun,
bariz askeri ya da ekonomik hamlelerden ziyade, casusluktu. Dış ülkeleri
gözetleme ajanları, krallığın yeni işe alımları sayesinde çalışabilir duruma
gelmişti. Bu yeni casuslar, tuttuklarından fazla bilgiyi dışarıya sızdırıyordu.
Bazıları kötü oyunculardı. Para için ihaneti seçmeye isteklilerdi. Diğerleri
ise sadece yetersizdi. Sır tutamayacak kadar acemilerdi ve genellikle,
işleriyle ilgili olan detayları açık ediyorlardı.
Arabası kervanımızın diğer yarısını oluşturan Raylow ise,
kalan uykusunu da başkent ve evi arasında mekik dokuması gerektiğinden,
kaybetmişti. Her şeyi kontrol altına almak için, başsız bir tavuk gibi,
çıldırmış bir halde etrafta koşturuyordu. Yüzleşmek zorunda kaldığı siyası
rakiplerinin sayısı aniden azalmış olsa da yapacağı sayısız şey vardı.
Ülkenin yenilenme işleriyle ilgilenen tek grup, kralınki
değildi. Hükümdarlığın kurtuluşuna en büyük katkıyı yapanlar olarak kilise,
kitleleri sakinleştirme ve krallığa düzen getirme görevlerini üstlenmişti. Bu
kurumun doğal göreviydi--herhangi bir dini organizasyonun doğal görevi.
Sıkıntılı zamanlarda insanların inanca sarıldığı bilinirdi.
Yüksek suç oranları ve düşük yaşam standartları, dinin en güçlü iki yandaşıydı.
Umut, kaçınılmaz olarak orta çağ tıp bilimi anlayışıyla birlikte gelen,
insanların üzüntülerini yenmesini sağlayan bir şeydi. Her köşe başında ölüm
vardı. Kıtlık sık yaşanan bir şeydi. Çoğu hastalık, yaralanma ve enfeksiyonlar
tedavi edilemeyen şeylerdi. Sebebi buydu. Devam edebilmelerini sağlayan,
hastalıklı, boş hayatlarının ötesinde bir şey olduğu inancıydı. Büyük bir
varlığın, bu hayatta ya da sonrakinde, ama günün birinde onlara kurtuluşu getireceğine
dair rahatlık, güven sözü, toplumların umutsuzluğun pençesine düşmesini
engelleyen çok az şeyden biriydi.
Allysia’nın insanları--ve tüm insanlık--için, bu büyük
varlık, kiliseydi. Ve kahraman, kilisenin sembolü olarak görev görüyordu. Nell.
Ona tapıyorlardı. Küçük yaşlardan itibaren beyinleri
yıkanıp, onların kurtarıcıları olduğuna, onları ışığa götürecek çoban olduğuna
inanmaları için koşullanmışlardı. Allysia’da yaşıyor olması, insanların onun
varlığına daha da inançlı olmalarına sebep oluyordu. Onlar için Nell, gönül
rahatlığıydı.
Çoğunun, iblis diyarına yaptığı zamansız seferini, krallığın
tek muhafızının görevini yapamadığına dair bir işaret, bir kanıt olduğunu
düşünmesinin sebebi buydu. Kahramanın sağda solda dolaşmasının, yapılacak en iyi
şey olmadığını anlamayı becerememişlerdi.
Tamemn onların suçu değildi. Ülke nüfusunun çoğu eğitimsiz
kalmıştı. Ve çok azı, uzun zamanlı yatırım fikri kadar basit bir şeyi gerçekten
anlayacak kapasitedeydi. Kilisenin sessizliği de yardımcı olmuyordu, ama başka
seçenekleri yoktu. Sefer, en ufak bir sızıntıda bile ortaya çıkabilecek, çok
gizli bir görevdi. Doğrudan yalan söylemek sürdürülebilir olmadığından,
tanrıları ve halkı için bir savaşın ortasında bulunduğunu söylemeyi
seçmişlerdi. Birkaç huzursuz kişi dışında herkesi rahatlatabilecek--ve
rahatlatması gereken--mükemmel bir karardı.
Ama sonra Nell kaybolmuştu. Sadece halkın gözünde de
değildi. Zindanda geçirdiği ay, radardan uzak kaldığı bir ay olmuştu. Yolladığı
tek mektup ise bir rapor olmaya yetmemişti. Güvende olduğunu anlatıyor, ancak
nereye ve neden gittiğini açıklamıyordu. Başak bir rapor gelmediğinden
yönetimin ilk mektubun sahte, zorla yazılmış, ya da herhangi güvenilmez bir şey
taşıdığını ayırt etmesi imkansız olmuştu. İş arkadaşları, üstleri ve diğer
tanıdıkları için o, tamamen muharebede kaybolmuş birisiydi. Ve bu, onları
rahatsız ediyordu. Belirgin bir şekilde. Ülkenin tek nükleer silahı göğe
yükselip kaybolmuş gibiydi.
Normal şartlar altında, onun irtibatı kesmesi çok da garip
olmazdı. Bir nükleer silahın aksine o, bütün gün füze sığınağının içinde
beklemiyordu. Bir işi vardı, hem de tehlikeli bir işi. İrtibatta kalmak, sık
yapmayı göze alamayacağı bir lükstü. Bu yüzden, koşullar şu anki durumda
olmasaydı, her şey yolunda olurdu.
Nell’in bütün talihsizliklerinin kaynağı, hala yetersiz
olan, yeni işe alınmış bir devlet çalışanının, onunla olan irtibatın kesildiğini
ve nerede olduğunun bilinmediğini yanlışlıkla ortaya çıkarmasıydı. Bu bilgiyi
halkla paylaşmak, kaosu çoğaltmıştı. Kahramanın tek kelime etmeden birden
kaybolmuş olmasının ilk kez değil, ikinci kez gerçekleştiği yayılmaya
başlamıştı.
Allysia halkı, kısa zaman sonra onun yeteneklerini
sorgulamaya başlamıştı. Ve açıkçası, her ne kadar suçlamaları yanlış olsa da,
bir açıdan haklılık payları vardı. Benim aksime ortalama bir insan, Nell’in,
gezegendeki herhangi bir insandan çok daha potansiyele sahip olduğunu bilecek
durumda değildi. Ne kadar geliştiğini ölçebilmek bir yana, onun statlarını hiç
göremiyorlardı. Ama görebilseler bile, çok az şey değişirdi. Çünkü sayılar
onlar için bir şey ifade etmiyordu. Hangi değerlerde olmaları gerektiğini
bilmiyorlardı. Ne de, normal dağılımın en uç noktalarından birinde olmanın
karmaşıklığını ve anlamını kavrayabilecek anlayış yeteneğine sahiplerdi. Genel
halkın gözünde Nell, henüz gerçekleştiremediği başarımlar kadar değerliydi.
Hatta bazıları, onun görevinden alınmasını ve yerine başkasının geçmesi için
bir hareket bile başlatmıştı.
Nihayetinde, karşımızdaki durum, az ya da çok benim suçumdu.
Çünkü hepsi, çok uzun süre onu zindanda tutmayı seçmiştim. İki kere.
Bu, benim için ne anlama geliyor? Konu hakkındaki
düşüncelerimi gözden geçirirken, gözlerimi onunkini yakalayabilmek için
kaldırdım. Bu saçma harem fikrinin peşinden gitmemin tek sebebi, Lefi’nin bana
yaptırıyor olmasıydı. Ama bir şey diyeyim mi? Nell bana alıştı. Hem de çok
fazla.
Onun ellerimden kaymasına izin vermek gibi bir niyetim
olmadığını söyleyecek özgüvene sahiptim. Bizimle yaşamaya devam etmesini
istiyordum. Ve kendi istediğimi yapıp kesip atabilirdim. Ama işlerin benim
için, bir açıklama yapıp haydi dağılın diyemeyeceğim kadar karmaşık olduğunu
biliyordum. Nell’in insanlarla derin bağlantıları vardı. Ve bu bağlantıları,
onu taşımakla yükümlü olduğunu düşündüren ağır bir yükün altında bırakmıştı.
“Hey Nell?”
“Evet?” Başını yavaşça kaldırdı ve bana baktı.
Aslında, düşüncelerimi kelimelere dökecek kadar
toparlayamamıştım, o yüzden onu kaldırıp kucağıma oturtarak biraz süre
kazanmaya çalıştım. Ve bunu yaparken, Nell’in sıcaklığının, rahatlığının
keyfini çıkardım.
“Y-yuki!? N-Ne yapıyorsun!?” İrkilerek tepki verdi.
“Hiçbir şey. Sadece ne kadar yumuşak ve sıcak olduğunun
kıymetini biliyorum.”
“B-b-b-bu da nereden çıktı şimdi!?”
“Sana dokundum ya.” dedim gülerek, sonrasında hava daha
ciddi bir hale gelene kadar durdum. “Eee? Hislerini çözümleyebildin mi artık?”
“Hislerim mi? Kahraman olmakla ilgili olanı mı diyorsun?”
“Aşağı yukarı, evet.”
Dudaklarını kararsız olmaktan dolayı üzgün olduğunu gösteren
bir şekilde büzerken, sessizlikle karşılık vermişti.
“Bak Nell. Ben--biz--çoktan seni bizden biri olarak
görüyoruz. Zindandaki herkes seni seviyor ve senin kalmanı istiyoruz. Ama hala
görevlerin olduğunu biliyoruz. Sen bir kahramansın. Bizim tersimize, bütün gün
bir kalenin içinde öylece tembellik yapamazsın. Yapman gereken şeyler var.”
“...Hı-hı.”
“Zaten neden bütün bu kahraman olayına katlanmayı seçtin
ki?”
Tereddüt içinde birkaç saniye geçirdi. Ağzı açıldı ve
kapandı, sonra tekrar açıldı ve kapandı.
“Ben... Ben yardım etmek istedim.” Nihayet, yavaşça, acı
çekerek birkaç kelime çıkarabilmeyi başarmıştı. “Birilerine yardım etmek
istiyorum. Ve anneme. Beni tek başına yetiştirdi. Hayatı zordu. Hayatını
kolaylaştırmak istedim.”
“Anladım...”
“Eskiden istediğim tek şey bir kahraman olmaktı. Ama artık
istemiyorum. Şu anda, kahraman olmaktan çok seninle olmak istiyorum. Ve bu
yüzden kendimden nefret ediyorum. Bu kadar kararsız olduğum için kendimden
nefret ediyorum. Ama öylece pes edip görevimi terk etsem, kendimden daha çok
nefret ederim.” Gözyaşlarını tutarken sesi çatlamaya başlamıştı. “Neden bu
kadar yarım yamalağım? Hiçbir şeyi doğru yapamıyorum. Ne yapacağımı bilmiyorum.
Neyi ya da nasıl düzelteceğimi bilmiyorum.” Duygularını tutan baraj yıkılmıştı.
Islak, üzgün damlacıklar gözyaşı oluklarından taştı ve yanaklarından aşağı
aktı. “Artık kendimle ne yapmam gerektiğini bilmiyorum...”
Kahraman, kadın, yüzünü omzuma yasladı ve ağladı.
Üzüntülerini, söyleyeceğim hiçbir kelimeyle gerçekten gideremeyeceğimi bildiğim
için, o ağlamaya devam ederken parmaklarımı saçlarında gezdirmeye devam ettim.