Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Kışkırtıcı Rolünü Oynamak
Nell’i omzumdan indirdim, arkama sakladım ve bir adım öne
çıktım.
“Sen de kimsin?” Bu hareketim, ölüm fermanı imzalanmış
herifin bana şüpheli bir şekilde bakmasına sebep olmuştu.
“Söylediklerin bayağı ciddi ithamlar kardeş.” Sorusunu
umursamayıp kendi sorumu sordum. “Bu izdihamın, kahramanın suçu olduğunu mu
düşünüyorsun?”
“Tabii ki evet! Onların öfkelerini uyandırmak için ne yaptı,
nasıl yaptı bilmiyorum. Ama tek bildiğim şey, bize saldırmaya karar
vermelerinin tek sebebi o!” Diye bağırdı. “Yoksa neden onun geldiği günün
ertesinde şehre saldırmaya kalksınlar? Ve önceden hiçbir uyarı yapmadan?”
“Peki, bizim yakın yeni geldiğimizi tam olarak nasıl
öğrendin? Bütün gün arabanın içinde oturduğumuzdan, bizi birilerinin
gördüğünden şüpheliyim. Ve görmüş olsan bile, bunun bir anlamı olmaz. Günlerdir
şehirde olabiliriz. Yine de, onun yakın zamanda geldiğine bayağı eminsin.” Diye
yarım bir gülüş attım. “Bana mı öyle geliyor yoksa bu biraz eksik mi? Kulağa,
sanki onu yakından takip ediyormuşsun gibi geliyor.”
Bir bahane uydurabilmek için bir anlık sessiz kaldı.
“O-onu arabadan inerken gördüm! Kendi gözlerimle!”
“Bizi mi gördün? Bu garip. Çünkü hanın ahırlarına girene
kadar arabadan inmedik. Etrafımdaki herkese çok iyi baktım ve sana yakından
uzaktan benzeyen birini gördüğümü hatırlamıyorum.”
İlrkildi. Sıçtığını biliyordu. Bizim gibi o da farklı farklı
zengin ve ünlü kişinin sık gittiği bir yerde kaldığımızın gayet farkındaydı. Bu
sebepten ötürü han, anonimlik gözetilerek yapılmış bir yerdi. Aslında sadece
büyük bir iç lobi olan ahırın içini görmek, tamamen imkansızdı.
“Ah ve aklı karışan olursa diye söylüyorum, gerçekten süslü
bir yerde kalıyorum, hani şu bütün soyluların gittiği yer. Ve tanışık olduğumuz
yaşlı başkan bize orayı önermişti.” diyerek hem bilmeyenleri bilgilendirmek hem
de zaferimi, sözde tüccarın yüzüne vurmak için açıkladım. “Gayet iri yarı
güvenlik görevlileri de vardı. Kimsenin tesis içine girmesine izin
vermediklerinden, öylece göz atarak onu görmüş olabildiğinden bayağı
şüpheliyim. İndiğimizi gördüysen, o zaman bu seni ya hanın çalışanlarından biri
ya bir müşteri ya da bir tür izinsiz giren birisi yapar.”
Söylediklerimin yarısı saçmalıktı. Hanın güvenliğinin ne
kadar iyi olduğunu bilmiyordum. Ama bunun bir önemi yoktu. İçinde bulunduğumuz
halka açık tartışma, gerçek bir fikir mücadelesi değildi. Doğru olmama gerek
yoktu. Doğru gibi görünmem yeterliydi.
“İlk ikisinden biriysen, o zaman diğer diğer han çalışanları
tanıklık edip, gerçekten iddia ettiğin kişi olduğunu kanıtlarlar. Eğer üçüncü
seçeneği seçeceksen, seni çürütmek için pek bir şey diyemem, ama buradaki iyi
dostlarımız olan şehrin muhafızlarının seninle bir iki laf etmek isteyeceğinden
eminim.” dedi. “Eee? Hangisisin? Birinci mi, ikinci mi, yoksa üçüncü mü?”
Bir sessizlik hakim oldu.
“Tüccar”, soruya cevap vermemişti--verememişti--. Mat
etmiştim. Ona sunduğum üç seçenek de eninde sonunda çıkmaz yola giriyordu. Ve
bunu anlamıştı. Yine de hiçbir şey söylemeden öylece duramazdı.
Etrafımızdakilerin ona attığı sert bakışlar, zamanla onu tedirgin etmeye
başlamıştı. Etrafına bakıp, kalabalığın içinde hiç müttefiki olmadığını anladıktan
sonra, konuşmayı yönlendirmek için son kez nafile bir denemeye kalkışmıştı.
“K-konuyu değiştirmeye çalışma! Bunun benimle ilgisi yok! Bu
kızla ilgili!”
“Ah tabiiiiiiiii. Kusura bakma.” dedim. “Pekâlâ, bir şey
diyeyim mi? Şuna ne dersin? Hadi canavarların ortaya çıkmasının sebebi olarak
Nell’i görelim ve sonuçları değerlendirelim.” Bir anlığına bir elimi çeneme
koyup düşünüyor gibi yaptıktan sonra yumruğumun birinin altıyla diğer elimin
avcuna vurarak bir sonuca vardığımı gösterdim. “Oh, şuna bakar mısınız! Hiçbir
sonuç yok!”
“Ne...?”
Adam şaşırmıştı. Neden ona kafa kafaya meydan okumaya
giriştiğimi anlamamıştı, o yüzden şehrin duvarlarında bulunan manzarayı, aşırı
dramatik bir şekilde işaret etmiştim. Kalabalığın gözleri parmağımı takip etti
ve gözlerini “tüccardan” çevirdiler.
Nell’in benim manamı kullanarak yarattığı devasa yarığa.
“Bu devasa yarığı o yaptı. Sadece tek bir savuruşla.” Kalın
bir sesle konuştum. “Şuna bak. Böyle bir şeyi yapabilecek kadar güçlü olan
birinin bir grup zayıfa yenileceğini gerçekten düşündün mü?” Bir cevap
beklermiş gibi durakladım, ama cevap gelmeden konuşmaya devam ettim. “Ben
düşünmedim.”
“B-bence o haklı.” dedi askerlerden biri. “Tek bir büyüyle
canavarların süvarilerini temizlediğini gördüm!”
“Evet!” hemen arkasından başka bir asker tekrarladı.
“Onu ben de gördüm! Büyük bir ışık parlaması oldu ve sonra
hepsi kaybolmuştu!” diye ekledi bir üçüncüsü.
“Canavarları yok etmek, her gün yaptığı şeylerden biri.
Hatta, böyle bir dalgayla uykusunda bile başa çıkabilir.” sesim, her kelimede
biraz daha yükselmişti. Cümlelerim coşku ve momentumla dolmaya başladıkça,
konuşma hızım da artmıştı. “Bu şehrin hiçbir vatandaşı yaralanmadı. Ne de
yaralanacak. Çünkü o bizim ışığımız, halkımızı koruyacak yüce çobanımız ve
savaşlarda bizi zafere taşıyacak kişi!”
Heyecanım, etrafımdakilere bulaşmaya başlamıştı. Şövalyeler
ve şehir halkı, “zafer”, “kahraman” ve “çoban” diyerek arka arkaya tezahürat
yaptılar.
Kalabalığı kendi yanıma çoktan çektiğimi biliyordum ama,
zaten çoktan zorladığımı bilsem de biraz daha zorlamaya karar verdim.
“Bunu hatırlayın. Bugün, efsanenin aramızda yürüdüğü gün.
Bugün, insanlığın en iyisi olarak tarihe ismini yazdıracak kadın tarafından
kurtarıldığımız gün! Ve bugün, gelişini kutladığımız gün!” Bir yumruğumu havaya
kaldırdım. “Yaşasın Nell! Yaşasın kahraman!”
Elim sadece bir meşale ışığıyla aydınlanıyordu. Ama insanlar
onu yeterince görebiliyordu. Hareketimi takip ederek kollarını kaldırdılar ve
son sözlerimi, hararetli bir istekle tekrarladılar. Dostum. Lanet olası
kışkırtıcı rolünü oynamak çok eğlenceliymiş lan. Bunu daha çok yapmalıyım.
Ben kendi eğlenceme bakarken, hakkında vaaz verdiğim
kahraman eğlenmiyordu. En azından bir yanı, aşırıya kaçmamı engellemek istemiş,
ama yarı yolda vazgeçmişti. İsteksizliği, yüzünden okunuyordu. Utanç verici
sözlerimden etkilenmemiş gibi kalmak için, yarı utanmış, yarı gülümseyen
ifadesiyle elinden geleni yapıyordu.
***
“Hay sikeyim! Sikeyim sikeyim sikeyim! Bu da neydi lan!?”
Kakuza, arabasını çeken atı kırbaçlarken, bağırarak sayısız küfürler
savuruyordu. “Sıçtığımın planları battı! Ve bu, benim suçum bile değildi! Ben
rolümü mükemmel şekilde oynadım1”
Sabahın ilk ışıkları yükseliyordu. Güneş ufka henüz
ulaşmıştı. Gökyüzü, birkaç kaybolan yıldızın zayıf ışıkları dışında hala
karanlıktı.
“Lanet olsun! ‘Ortalama askerden sadece biraz daha güçlüymüş,
hadi oradan! Elinin altında öyle bir büyü varsa, o artık lanet olası bir insan
bile olamaz! Soylulara asla güvenilmemesi gerektiğini biliyordum!” Çalıştığı
adam aklına gelince, sinirden dişlerini sıktı.
“Vay canına. Duyduğum iddialar bana bayağı ilginç geldi.”
Tanıdık bir ses, sürücünün düşüncelerini yarıda kesti. “Detayları anlatmanızda
sakınca var mı?”
Kakuza kılıcını çekti ve kulağına doğru--sesin gelmiş olduğu
taraf--hiç tereddüt etmeden savurdu. Kakuza’nın saldırısı hiçbir şeye isabet
etmeyince, cıklayarak sinirlendiğini gösterdi.
Sesin sahibini öldürme girişiminden hemen sonra karşılık
gelmişti. Kafasına gelen sert bir tekme onu arabadan fırlatmış ve altındaki
toprak yola düşmüştü. Aynı şekilde atının yeri de istem dışı bir şekilde yer
değiştirmişti. Saldırının gücü zavallı yaratığı ürkütmüş ve bir ağaca doğru
koşmasına sebep olmuştu. Bunun karşılığında Kakuza’nın arabası yana yatmış, onu
bir toz bulutunun altında bırakmıştı.
Bir süre geçirdiği öksürük ve hapşırık nöbetlerinden sonra,
kiralık adam, umutsuzca istediği havayı ciğerlerine zorla çekmeyi başardı.
Enerjisi yerine gelince, kendini yerden kaldırdı ve etrafını incelemeye
başladı. Gözleri hemen, ondan sadece çok az uzakta duran maskeli saldırgana
kilitlendi.
“...Sen geçen günkü adamsın.” dedi.
“Evet ve sen de pabucumun tüccarısın.” dedi. “Ah ve bu role
devam etmeyi sakın deneme. Kılıcını bana çektiğin an kendini ele verdin. Hiçbir
tüccarın öyle refleksleri yoktur.”
Kakuza onu hemen tanımıştı. Tartıştığı adamdı. Maskeli
adamın üzerinde hiçbir silah olmadığını fark edince, kiralık herif, rakibinin
muhtemelen silahsız dövüşte uzman olduğunu tahmin etmişti.
“Ne istiyorsun?” diye sertçe sordu. “Küçük eşinle dalga
geçtiğim için intikam almaya mı geldin?”
“Yani evet. Tamamen yanlış değilsin. Bu da az çok gündemimde
sayılır, ama burada olmamın tüm sebebi o değil. Şöyle ki, bu güzel fırsatı çok
iyi bir şekilde, oturup boylu boyunca konuşmak için kullansak mı diye
düşünüyordum.” dedi saldırgan. “Eee? Neyin peşindesin? Ve seni bu zahmete sokan
leş kargası kim? Bir soylu olduğuyla alakalı bir şeyler dediğini duydum?”
Kakuza sessiz kaldı. Her tecrübeli paralı asker gibi, o da
kılıcına baktı. Çarpışma, silahı düşürmesine sebep olmuştu, ama bu, artık bir
seçenek olmadığı anlamına gelmiyordu. Hatta, kılıcı geri almak en iyi
seçeneğiydi. Sadece birkaç adım ötesindeydi. Kısa bir dearla onu tamamen eline
alabilirdi.
Sanırım onu öldüreceğim, diye düşündü gizli ajan.
Maskenin ardındaki adamın saf dövüş becerisinde ondan çok
daha kabiliyetli olduğunun farkındaydı. Kendine kahramanın adamlarından biri
demişti ve at arabası kazasından önce sergilediği çabuk tepki, verilmiş mevkiinin
verilme sebebinin yetkinlik olduğuna dair kanıt olmuştu. Birden ortada
belirebilme yeteneği, büyüde yetkin olduğunu işaret ediyordu. İşte bu yüzden
Kakuza şansı olduğunu biliyordu.
Güçlüler, genellikle güçlü oldukları kadar kibirlilerdir. Bu
iddianın uygulanabilir oluşunun kanıtı, adamın duruşundan görülebiliyordu. Ya
da daha doğrusu herhangi bir duruşu olmamasından. Hiçbir dikkat ediyor
belirtisi göstermiyordu. Ve bu onun çöküşü olacaktı.
“L-lütfen, bekle Beni öldürme! Sizinle bayağı bir
uğraştığımı biliyorum, ama bu benim hatam değil!” Planını kurmuş olan ajan,
bildiği en aptalca, en abartı ifadelerden birini takındı ve belirgin bir
panikle dudaklarını hareket ettirmeye başladı. “Tek yaptığım cazibeye kapılmak!
Kendime engel olamadım! Reddedemeyeceğim kadar fazla para verdiler. Hadi ama
dostum, lütfen. Beni bırak gideyim. Bildiğim her şeyi anlatacağım. Beni tutan
adamın ismini bile vereceğim!”
“Ah, öyle mi? Harika. Seni konuşturma zahmetinden beni
kurtardın.” Kollarını birleştirdi ve eğildi. “Pekala? Neyi bekliyorsun? Konuş
bakalım.”
“Onun ado---”
Cümlesini tamamlamadı. Rakibi, gardını daha da düşürmüştü.
Ve Kakuza, böylesi büyük bir fırsatı kaçıracak birisi değildi. Koşmaya başladı,
kılıcına uzandı, havaya fırlattı ve kabzasından yakaladıktan sonra kahramanın
adamına doğru hücuma geçti. Momentumunu, saldırısının kuvvetini artırmak için
kullandı ve saldırının hem isabetli hem de ölümcül bir yara açtığından emin
oldu.
Ama tekrardan, şaşkın bir şekilde havayı bıçaklamıştı. Diğer
adam, iz bırakmadan gözlerinin önünde kaybolmuştu.
“Ne!?”
Şok olmuştu, ama duygusuna kapılarak vakit harcamadı. Hemen
kendine gelmeye çalıştı ve kılıcıyla bir duruş takındı, ama omurgasına inen
sert bir darbe, onu tekrar yere yapıştırmıştı.
“Birisinin enerjisi yerinde galiba. Her neyse, ne diyorduk?”
Ses arkasından gelmişti. “Evet, tam da seni tutan adamın kim olduğunu
söyleyecektin. Pekâlâ, kim o?”
Kakuza bulunduğu kötü durumdan kaçmak için kendini yerden
kaldırmaya çalıştı, ama sol bacağına yüklendiği anda acı içinde bağırmaya
başladı. Etini delip geçmiş bir şeyin hissi, vücudunda adrenalin pompalanmasına
ve her bir gözeneğinden ter boşalmasına sebep olmuştu. Acıya dayanmak için
dişini sıkarak, acının kaynağı olan hançere doğru gözlerini çevirdi.
Kılıç ona sadece saplanmamış, üstüne vücudunun içinden
geçmiş ve onu yere sabitlemişti. Yaranın her iki tarafından sızan kan, endişe
verici bir hızda akıyordu. Yer çoktan kırmızıya bulanmıştı. Sol bacağını hiç
oynatamayacağını, oynatırsa tamamen felç olacağını biliyordu.
Ajan, her ihtimale karşı silahını daha çok sıkmaya çalıştı,
ama yine de ondan uzağa fırlatılmıştı. Eline isabet eden tekme hem tutuşunu
gevşetmiş hem de kılıcı uzanamayacağı bir yere fırlatmıştı.
“Ups. Özür dilerim! Bu kadar sakar davranmak istememiştim.”
Adam, aşırı ciddiyetsiz bir şekilde konuşmuştu. Yüzüne yalan söylediği belliydi
ve öyle isteyerek kötü rol yapıyordu ki, neredeyse hakaret ediyordu. “Ama beni
öyle ürküttün ki, yanlışlıkla hançerimi düşürdüm! Benim hatam!”
“Seni piç! Bana bunu ne cüretle yaparsın!?”
Bir başka hançer Kakuza’nın vücudundan geçti ve diğer
bacağını da yere zımbaladı. Ne tereddüt ne de acıma belirtisi göstermeden
yapılmış saldırı, saldırganın sanki bir psikopat olduğunu ilan ediyor gibiydi.
“Hop, hop, bağırmak yok, tamam mı? Birkaç hançer daha
düşürmeyeyim diye beni korkutmak istemezsin değil mi?”
“Hay sıçayım!” Ajan, acı dolu nefeslerin arasında
bağırıyordu. “Sikeyim seni! Ve aptal orospunu da sikeyim! İkiniz de her şeyi
berbat ettiniz! O bir ucube, hatta insan bile değil! Ve sen de! Sen de tam bir
dümencisin! Lanet olası kalabalığın hepsini elinde bir kukla gibi oynattın!”
“Vay, sağ ol! Böyle güzel iltifat duymayalı bayağı olmuştu.”
“Hassiktir lan!”
Kakuza kızgın görünüyordu, ama aslında sakin ve
soğukkanlıydı. Durumu tersine çevirmek için kalan seçeneklerini
değerlendiriyordu--ya da en azından kaçabilmek için. Kılıcı konu dışı kalmıştı.
Bacaklarının durumu, ona ulaşmasını imkânsız kılıyordu. Durum şu anki gibi
olmasa bile, denediği anda maskeli saldırgan kesin kollarını kırardı.
Tek seçeneği, son çaresini kullanmak, üzerinde bulunan
gizlenmiş hançerini adamın boğazına saplamaktı. Blöf yapmak ne ilk seferde işe
yaramıştı ne de kendini içinde bulduğu vahim durumda uygulanabilir olduğundan,
nihayet yalancı yüzünü tamamen indirmeyi seçmişti. Göğsünün üzerindeki cebe
uzandı ve mümkün olan en insani çabuklukla onu fırlatmaya çalıştı.
Hareketlerinde hiçbir fazlalık yoktu. Her bir kası, olması gerektiğinden hiçbir
fazla hareket yapmamıştı.
“Üzgünüm dostum, ama sıran çoktan geçti.” Ama bu bile
başarılı olmamıştı. “Ve bir daha sana gelmeyecek.”
Maskeli adam, kolunu tam savururken yakalamış ve sadece kaba
kuvvet kullanarak, tam tersine doksan derece çevirmişti. Kakuza bağırmak
istemişti, ama başa çıkamayacağı kadar çok acı yüzünden ağzından, kemiğinin
kırılma sesiyle bastırılmış, sadece sessiz bir ah çıkabilmişti.
“Oof. Bu can yakmış gibi görünüyor.” dedi. “Ama merak etme.
Tesadüfen elimde tam beş tane yüksek seviye iksir var. Onları senin gibi bir
pislik üzerinde boşa harcamak istemiyorum, ama yapman gerekeni yapmalısın.”
kahramanın adamı, bir grup cam şişeyi, gizli ajanın gözlerinin önünde salladı.
“Ne harika değil mi? Senden istediğim her şeyin cevabını verebilirsin.”
Kakuza’nın hançerini aldıktan sonra, gizemli saldırgan tam
önünde çömelmişti.
“Tüm bu yaşananlar, kesin bir mazoşistin ıslak rüyasıdır.”
Maskenin açıklıklarından, kötücül bir gülümseme görülebiliyordu. “Senin ne
kadar mazoşist olduğunu tam olarak bilmiyorum ama, ben pek de kendine sadist
diyen ya da seni sertleştirmekten hoşlanan birisi değilim. Hatta kan revan
şeyleri bile sevmem. O yüzden, neden bu işi hemen halletmiyoruz?”
Sözlerini söyleme şeklinde öyle bir acımasızlık vardı ki,
Kakuza elinde olmadan korku içinde titremişti.