Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Kararlılık
“...Görünüşe göre yaşlı moruk bariz olduğunu söylerken şaka
yapmıyormuş.” Önümde serili olan manzaraya bakarken kendi kendime
mırıldanmıştım. Öyle korkunç bir manzaraydı ki, sanki canavar ordusunun
saldırısı başarılı olmuştu. Askerler ve şehir halkından bir sürü kişi sokaklara
yayılmış, sanki katledilmiş görünecek kadar pis ve dağınıklardı. Vay anasını,
aaah... sadece... vay be.
Uyanık olan birkaç kişi, durumu sadece daha da kötü
gösteriyordu. Akşamdan kalmışlığın sonucu olarak ağrıyan başları, sallanıp
durmalarına ve zombi gibi inlemelerine sebep oluyordu. Eeeeeevet, burada
nelerin döndüğünü bilmesem, muhtemelen bir korku filminin içinden geçmiş
olabileceğimi düşünürdüm. Ya da cehennemin. Muhtemelen cehennemin.
Pekala, bu saçmalık. Ama sadece koku yüzünden. Öyle sertti
ki, muhtemelen kilometreler öteden bile alınırdı. Durum her neyse, bir şey
kesindi. Saldırının hemen ardından yapılan parti yakın zamanda unutulacak gibi
değildi. Büyük ihtimalle, hatalı olan dolaylı olarak bizdik. Düşman baskınında
hiç rol oynayamadıklarından dolayı, muhtemelen askerlerde aşırı enerji
birikmişti. Düşene kadar elinden geldiği kadar partilemek, aşırı yüklenmiş
pillerini boşaltmak için kendi yöntemleriydi sadece.
“Ölülerle” bezeli sokakta ilerlerken, onlara basmamak için
dikkat ediyordum. Birkaç dakikalık gezintiden sonra, nihayet merkez noktaya,
yani bara ulaştım ve içeri bir göz attım. “Görünüşe göre mekân burası.”
“Üzgünüm, ama kapalıyız.” dedi barmen. “Eminim sebebini
görebiliyorsunuzdur.”
Benim gibi o da bir grup yarı cesedin içinde yolunu bulmaya
çalışıyordu. Benim aksime onun elinde bir süpürge vardı ve sarhoşlar
tavernasının her yerinde sızıp kaldıktan sonra yaptığı temizliğin ortasındaydı.
“Sorun değil. Buraya bir aile üyesini almaya gelmiştim
zaten.” dedikten sonra odaya göz gezdirdim. “Ama evet, haklısın. Görünüşe göre
her şeyi tekrar hazır hale getirmek, muhtemelen çok can sıkıcı bir sorun
olacak.”
“Evet, sonuçta iş iştir.” diye güldü barmen. “Bu dükkânın
sahibi olarak, hiç umursamıyorum diyemem.”
“E Makul.”
İşte girişimci ruh diye buna derim.
Barmenle biraz lafladıktan sonra, aradığım kişiyi bulmak
için dükkana dağılmış cesetleri ayıklamaya başladım.
“Bir bakalım... Nell... Nell... Aha, işte burada!” Bir süre
sonra, onu bir sandalyenin üzerinde, yüzünü kollarının üzerine yaslamış bir
şekilde sızmış buldum. Ona ulaşınca ellerimi omuzlarına yerleştirdim ve onu
birkaç kez hafifçe sarstım.
“Nell. Uyan. Hana geri dönme zamanı.”
“Nnmmnnm...” yavaşça doğrulup gözlerini ovuştururken hafifçe
inlemişti. “Yuki...?”
“Evet, benim. Hadi, gidelim buradan. Uyumak istiyorsan,
oraya gittiğimizde uyuyabilirsin.”
“Hehehe... Ukkiiii.” Bana doğru eğilip yüzünü göğsüme
sürterken sarhoş bir şekilde kıkırdadı.
Yarı uykuda mıydı? Yoksa sadece sarhoş muydu? Hmm...
Görünüşüne bakarsak, muhtemelen ikisi de.
“Lanet olsun kadın, ne kadar içtin?”
“Hmmm... Çok!” dedi. “Öğzür diğleerrim, seeğnnn hağla
meşşşgulken pağrtilemeeye bağşladık.”
“Sorun değil. Bunun kadar önemsiz bir şeye takılmak için
anca bir çocuk olmak gerek.”
“Mhmm... Seeğn çoğk iyiğsin.”
Tamam, peki. Hala biraz sarhoş olduğu kesin. Sözlerini
olmayacak kadar karıştırıyor. Ve bunun üzerine bir de garip davranışları var
tabii. Bulunduğu durumu düşünürken omuzlarımdan biriyle onu destekledim ve
ayağa kalkması için yardımcı oldum.
“Yuki.”
“Evet?”
“Beğni taşııı!”
“Hay lanet olsun...” çömelip sırtıma binmesine izin verirken
iç çekmiştim. “Cidden. Ne kadar içtin sen be?”
“Çoooğğğğk!” Kollarını boynuma doladı ve güvende olduğunu
göstermek için boynumu sıktı.
Lanet olası sarhoş. Ayağa kalkıp dengemi sağladıktan sonra
kendi kendime gülümsedim.
“Gerçekten çok güzel kokuyorsun!”
“Bu... utanç verici. Böyle şeyleri kendine saklamaya ne
dersin?”
“Olmaaaağz.”
Ah, tamam. Sırtımda Nell ile bardan çıktım ve hana doğru
geri dönüş yoluna koyuldum.
“Hey Yuki...?” Birkaç dakika sonra sessizliği bozdu ve kısık
bir sesle konuşmaya başladı.
“Evet?”
“Bunun üzerine çok düşündüm. Kahramanların aslında kim
olduklarıyla ilgili. Ve bir kahraman olmanın ne anlama geldiğini.”
“Hı hı...”
Duraklayınca konuşmaya devam etmesi için ses çıkardım.
“Kahraman olmak zor. Gerçekten zor. En ufak zayıflık
göstersen bile insanlar senin hakkında gerçekten çok kötü şeyler söylemeye
başlıyor. Ve sana kötü şeyler yapmaya da çalışıyorlar. Ne düşündüğümün bir
önemi yok. Söylentilerin, gerçeklerden ne kadar uzak olduğunun bir önemi yok.
Rakipsiz olacak kadar güçlü olmadığım sürece hiçbirinin önemi yok.
Kahramanların zayıf olmalarına izin verilmiyor. Ne olursa olsun.”
“Hı-hı...”
“Ama ben yine de bu ülkenin kahramanı olmak istiyorum. Artık
başkası için değil. Ama kendim için. İnsanların benden ne kadar nefret ettiğini
umursamıyorum. Çünkü bu, bu ülkeyi sevdiğim gerçeğini değiştirmez. Ve onu
koruma isteğimi de.”
“Gerçekten mi...?” Şaşırmıştım. Gerçekten hala seviyor
musun? Birileri arkandan bıçaklamaya çalışsa ve seni siyasi çıkarları için
kullanmak istese bile mi?
“Hı-hı! Gerçekten, Allysia’yı seviyorum. Ve seni de
seviyorum. Çok, hem de çok. Hayatımın geri kalanını seninle geçirmekten ve
koca, süslü kalende yaşamaktan mutlu olurum. Eğer yapabilseydim, sonsuza kadar
senin yanında kalmak isterdim. Ve hayatımı seninle paylaşmayı. Ama yapamam. Ben
sadece... yapamam.”
“Çünkü artık bir kahraman olamazsın, öyle mi?”
“Hı-hı. Kahramanlıktan vaz geçmek, şerefimi fırlatıp atmak
gibi olur. Sadece çok az bir kahramanım. Ve bu, bu haliyle, gururumun hiçbir
anlamı olmadığı anlamına geliyordu. Ama öylece vazgeçemem. Henüz değil. Hiç
olmazsa, bu ülkenin zor zamanlarından çıktığını görmek istiyorum. Onunla kalmak
ve istikrara kavuştuğundan emin olmak istiyorum. Ve bana artık ihtiyacı
olmadığından. Ancak o zaman görevimi tamamlamış olacağım.”
“Pekâlâ.”
Söyleyebileceğim hiçbir şey yoktu. Şerefin değerini
biliyordum. Ve onun zihnindeki yükü de.
“Yuki...” sesi gergin bir kararsızlıkla titredi.
“Evet?”
“Senden bunu istemenin gerçekten bencilce olduğunu biliyorum.
Ama... Yine de evlenebilir miyiz? Senle yaşayamasam ya da senin yanında
kalamasam da?” Soru çekingen, dikkatli ve neredeyse korku dolu gelmişti.
Tepkim kısa ve hoştu.
Onu yere indirdim.
Kollarımı altından çektim ve kıçının üzerine düşmesine izin
verdim.
“Off! Bu acıttı Yuki! Ne oluyor!”
“Sen lanet olası bir salaksın, biliyor musun?” Onunla yüz
yüze gelmek için etrafımda döndüm--
“Ah!”
--ve alnına hafifçe vurdum.
“Lanet olsun. Sen beni ne sanıyorsun? Böyle önemsiz bir
şeyin, seni kendime almaktan alıkoyacağını mı sanıyorsun?” Kollarımı
birleştirdim. “Hayatta olmaz! Ben lanet olası bir iblis lorduyum. Ne istersek
onu yapar ve alırız.”
“Evet, sanırım bu doğru.”
“Eminim bunu zaten çok fazla kez duymuşsundur ama, iblis
lordları aç gözlülüğün hayat bulmuş doyumsuz bir halidir. Ne kadar engel aşmak
zorunda olsak da istediğimiz şeyleri alırız. Ve ayrıca, ben gerçek bir erkeğim,
yarım akıllı, salyaları akan bir aptal değil. Sadece ‘birlikte yaşayamıyoruz’
diye seni asla terk etmem.”
Ona elimi uzattım.
“Bak, ben işleri şöyle görüyorum. Birlikte o kadar zaman
geçiremesek de önemli değil. Hatta ayrı yollara gitmek zorunda kalsak bile
önemli değil.” Hem kelimelerimi doğru seçmek istediğimden, hem de utangaçlığımı
gizleme ihtiyacı hissettiğimden, daha yavaş ve temkinli konuşmaya başladım.
“İki türlü de, benim yanımda olacaksın. Çünkü nihayetinde bizimle yaşamayı
planlıyorsun, değil mi?”
Başını sallarken, gözlerinde yaşlar birikti--
“Evet.”
--ve elimi tuttu.
Onu daha sıkı kavradım, onu ayağa kaldırdım ve kollarıma
aldım. Hoş vücudunu sarmalayıp hissin tadını çıkarması için biraz bekledikten
sonra konuşmaya başladım.
“Ama biliyorsun, dürüst olmam gerekirse, bundan o kadar da
hoşlanacağını sanmıyorum. Yaşadığım insanlardan bazıları biraz gürültülü ve
bayağı can sıkıcı oda arkadaşı olabiliyorlar. Bununla uğraşmak zorunda kalma
diye önceden söylüyorum.”
“Sorun değil.” diye kıkırdadı. “Kafama takmam. Hatta, en
azından her zaman biraz ses varsa sanırım daha çok severim.”
“Pekala, o zaman gayet iyi uyum göstereceksin.” yüzümdeki
sıcak gülümsemenin geniş bir yarım gülümsemeye dönüşmesine izin verdim. “Ama
dostum, sen gerçekten de kurnaz bir kızsın. Gerçekten işi abartıp bir sarhoş
gibi davranarak benden laf almaya mı çalıştın? Yani cidden, hadi ama, biraz
gerçekçi olalım. Tam olarak ne söyleyeceğimi kesinlikle biliyordun, ama yine de
bunu yaptın, sadece duymak istediğin için.”
Yüzü, göz açıp kapayıncaya kadar, soluk pembeden kırmızıya
dönmüştü. Hatta, öyle kırmızıydı ki, sanki patlamak üzereymiş ya da
kulaklarından dumanlar fışkırıyormuş gibi hissetmiştim.
“B-biliyor muydun!?” diye ciyakladı.
“Kesinlikle. Çok belliydi. Uyandığında gerçekten sarhoş
olduğunu biliyordum, ama sonra tamamen ayıldın ve bunun yerine kötü rol yapmaya
başladın. Bunu açığa çıkaran şey, konuşmandaki bozuklukları yapmayı tamamen
kesmiş olmandı. Gayet açık bir şekilde foyanı ortaya çıkardı.”
“Neden fark etmemiş gibi davranmadın ki en azından!?” dedi
mazlum bir şekilde inledikten sonra.
“Çünkü birilerine sataşmayı seviyorum. Ya ne olacaktı?”
“Gerçekten mi!? Sebebi bu mu!? Senden o kadar nefret
ediyorum ki Yuki! Tam bir zalimsin! Bir zorbasın! Ve tamamen kötüsün!”
“Hoooop hop! Sakin ol! Şehirde, günün ortasında, kılıcını
böyle çekmemen gerektiğinden gayet eminim!” Dedim, kılıcından kolaylıkla
sıyrılarak. “Ve bana mı öyle geliyor, yoksa bir deja-vu mu yaşıyoruz? Böyle bir
şeyin daha önce yaşandığına yemin edebilirim.”
” Kapat çeneni! Senin gibi kötü iblis lordları sadece
kaybolmalı!”
“Muhahahaha! Ne yazık kahraman! Ama kötü asla yok edilemez!
Duygu sahibi varlıklar var olmaya devam ettiği sürece karanlık taraf da var
olmaya devam edecek! Gerçek kötülük asla yok kovulamaz! Sadece geciktirilir!”
Kızarmış kahramandan kuyruğumu kıstırıp kaçarken gülüyordum.
“Ooo hayır, kaçmıyorsun! Buraya gel!”