Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Detaylı Bir İnceleme
“Lefi, baksana.” Illuna ve Shii’nin, Rir’e binişini izlerken
ejder kıza doğru konuşmaya başladım.
“Evet? Ne oldu?”
“Bunu görebiliyor musun?” Önüme açtığım ekranı gösterdim.
“Durum ekranını kastediyorsan, cevabım hayır. Göremiyorum.”
“Yok, zindanın ekranı kastediyorum. Bilirsin, zindanı
yönettiğim...” zindanın özellikleriyle ilgili kısa bir özet geçtim.
“Anladım. Yani senin bir şeyler yaratabilme yeteneğin
zindanın sağladığı bir şey.”
“Evet, aşağı yukarı öyle.” Tahta sırtımı geri yaslayıp
başımı salladım. “Olay şu ki, neden bilmiyorum ama Illuna da bunu görebiliyor.”
“Sanıyorum benden neden böyle olduğunu açıklamamı
istiyorsun?
“Aşağı yukarı, evet.”
“Tam sebebini bilmemekle beraber, kızla kendi aramdaki
farklılığı anlatabilirim, ki bu farklılık aradığın cevabı sana verebilir.”
“Tabii, anlat bakalım.”
“Fark şu ki, o seninle evlendi, ben ise evlenmedim.”
“Ahh... ne?” Sesim şaşkınlıktan çatallaşmıştı.
Hemen ejder kıza doğru dönüp yüzündeki ifadeyi kontrol ettim
ama yüzündeki ifadede, dalga geçip geçmediğiyle ilgili bir ipucu vermiyordu.
Ölümüne ciddiydi. Dostum. Ne? Benimle dalga geçiyor olmalısın.
“Kan, vücudun en önemli unsurlarından biridir.” Yüzümdeki
şaşkın ifadeyi bir karşılık kabul edip konuşmasına devam etti. “Birinin kanını
kendi vücuduna aktarmak--yani vücut sıvılarının değiş tokuş edilmesi--cinsel
bir ilişkiden başka bir şey değil.”
“Ciddi misin...?”
“Kesinlikle. Vampir ırkına ait olanlar, kan emmenin,
partnerleriyle bir hale gelmek, bağ kurmak anlamına geldiğini söyler. Tabii ki,
daha düşük seviyede bütünlük kuran vampir türleri de var. Bu kişiler herhangi
bir şey hissetmedikleri kişilerden kan emerler ama bu tarz olaylara çok nadir
rastlanılır. Bazıları bu tarz kişileri, vicdanını, ahlakını kaybetmiş, bütünlük
kurmaktan uzak kişiler olarak tanımlar. Çoğu vampir sadece bir yakınlık
hissettiği kişilerin kanını emer.”
Dostum. Ne? Nasıl? Ne? Nasıl ya? Bu gerçek hayat mı? Yoksa
bir fantazi mi? [1]
“A-Ama kan onun için yiyecek bir şey değil miydi? Y-Yani,
vampirlerin ona ihtiyacı var, değil mi? Ve her içtiklerinde evlenmiş olamazlar
yani. Yalnız vampirler ne yapıyor o zaman?”
“Haklısın. Vampirler hayatlarını devam ettirebilmek için
kana ihtiyaç duyarlar. Ama sadece kana ihtiyaçları var. Özellikle belirli bir
ırkın kanı olmak zorunda değil. Bir hayvanın kanı da yeterlidir ve bekar
vampirler hayvan kanı tüketirler.” Lefi bir anlığına durakladı. “Sanıyorum
henüz kıza birinin kanını içmenin özel anlamı olabileceği öğretilmemiş. Ancak
iç güdülerinin, kan emmenin önemli olduğu hakkında fikir verip vermediğini de
söyleyemeyiz. Sevinmen gerek. Biraz genç olabilir ama sana hissettiği şeyler
gerçek. Vücut sıvıların hakkındaki isteği kalbinin derinliklerine kadar
uzanıyor.”
Ahh... Az önce öğrendiğim şeyleri kafamda bir süre
oturttuktan sonra şaşkınlıktan kalakalmıştım. “Bir dakika... Madem bunları
biliyordun, neden daha önceden bana söylemedin!? Öylece oturup olmasına niye
izin verdin?”
“Senin için yaptım. Çocuk isteği taşıdığını ve uzun süredir,
evlenmek için böyle genç birini istediğini biliyordum.
“Ne diyorsun be?”
“Bu formuma ilk geçişimde vücuduma nasıl baktığını çok net
hatırlıyorum. Arzuların o zamandan bu yana açık bir şekilde görülebiliyor.”
“B-Bu bir yanlış anlama! Sana dik dik bakmıyordum!”
İçerlemiş bir şekilde bağırdım. Bütün bunlar nereden çıktı!? Doğru değil, yemin
ederim memur bey!
Bir dakika! Aklıma gelen şeyi kontrol etmek için hemen
zindanın menüsünü açtım. Özellikle, zindanla ilgili bilgi veren ve bir günde ne
kadar DP kazandığımı gösteren kısmı açtım. İnanılmaz miktarlarda DP kazandırmış
Lefi’yi geçip vampiri kontrol ettim. Biliyordum! Artık DP kazandırmıyordu.
Cin cüceler gibi güçsüz yaratıkların yavruları bile günde 3
DP kazandırıyordu. Ama Illuna, Shii gibi hiç kazandırmıyordu. Bir başka
deyişle, zindan artık onu bir istilacı olarak değil, kendi canavarlarından daha
az tehdit olan, dost biri olarak algılıyordu.
“Ahh... Hay sıçayım...” Diye homurdandım. “Neden tek
bencillik etmemeye çalıştığın tek zamanda oldu ki bu? Yemin ederim...”
“Ne demek istiyorsun!?” Diye gücenmiş bir şekilde bağırdı.
“Eğer seni düşünmemiş olsaydım sessiz kalmazdım. Senin için en iyi olan şeyi
yaptım, ama tek yaptığın şikayet etmek!”
“Ve ben de diyorum ki beni düşünmemeliydin! Ya da biliyor
musun? Sana tam üç gün boyunca tatlı hiçbir şey yok!”
“Bu ne zorbalık! Buna kesinlikle karşı çıkıyorum! İyi bir
sebebin olmadığı sürece bana bunu yapamazsın!”
Gürültülü bir şekilde şikayet eden ve derin bir iç çeken
Lefi’yi umursamadım ve düşünmeye başladım. Illuna, henüz benden daha fazla kan
istememişti. Hatta yaklaşık bir hafta kadar da ihtiyaç duymamıştı. Bu süre
boyunca normal yiyecekler yetiyor gibiydi. Peki. Biliyor musun? Öyle olsun
madem. Evet. Şimdilik bunu bir kenara bırakalım ve gelecekteki Yuki’nin sorunu
olsun. Sonuçta benden hoşlanıyor olmasından mutluyum ama daha bir çocuk. Bu
muhtemelen çocuksu bir aşk falandır. Şüphesiz, onu ben yetiştirmek zorunda
kalacaktım. Ergenliğe girdiği zaman, büyük ihtimalle benden ne kadar nefret ettiğini
ve ne kadar iğrenç biri olduğumu söyleyip duracaktı. Bir dakika. Bunu hayal
etmek beni biraz üzmüştü. Lanet olsun. Neden kendime bunu yapıyorum ki?
Boğazımı temizler gibi öksürüp mental monoloğuma, daha az
özgüvenli de olsa devam ettim. D-Demek istediğim, büyümesini beklemeden
gerçekten nasıl hissettiğini anlamak zordu, bu yüzden, o bilmezden gelene kadar
ben de bu durumla ilgili konuşmayacaktım. Sonuçta, neden benden vampir
kültürüyle ilgili bu kadar bilgi sahibi olmam beklenecekti ki? Hı-hım. Aynen.
Tekrar bir oh çektim. Büyüdükten sonra hala benden
hoşlanıyor olursa bunun için ciddi şekilde düşünmem gerekiyordu. Ama şimdi
değil.
***
Illuna konusuyla ilgili derin düşünceleri bir kenara
bıraktıktan sonra yeni oyuncağımı, yani silahımı denemeye karar verdim. Elimde
büyüyle güçlendirilmiş silahla taht odasının dışına çıktım ve onu çevreleyen
mağaranın çıkışına doğru ilerledim.
Her gördüğümde beni heyecanlandıran muhteşem orman beni
tekrar karşıladı. Ama bugün durum biraz farklıydı. Mağaradan çıkarken zaten
içim kıpır kıpırdı. Sonunda büyülü altıpatlarla birkaç atış yapacağım için
manzaraya pek dikkat etmemiştim. Eski dünyamda, bu bebeklerden birine
dokunamadan öldüğüm için başka bir tane kullanamayacağım diye düşünmüştüm. Bir
dakika, bu gerçek bir silah sayılır mı? Teknik olarak ne olduğuyla ilgili bir
fikrim yoktu ama isminde “altıpatlar” olduğu için sanırım silah sayılırdı.
Artık daha iyi kontrol ettiğim manamı silaha doğru akıttım.
Hızlı gitmeden, durum ekranıma bakarak ilerliyordum. Hala ne kadar kullandığımı
anlamadığımdan bir gözüm ekrandaki mana barındaydı.
Tam olarak 10 birim mana kullandıktan sonra aktarımı kesip
önümdeki sağlam duran kayaya doğru silahı doğrulttum. Filmlerde gördüğüm duruşu
taklit edip tetiği çektim.
Ateşleme mekanizması harekete geçen altıpatlar, geriye doğru
çok az tepmişti. İçinden çıkan mermi, top şeklinde bir mana, havayı keserek
ilerledi. Mermi kayaya çarptıktan kısa bir süre sonra alçak bir ses yankılandı.
Kayaya doğru koşup merminin bıraktığı izin üzerinde
parmağımı gezdirdim. Kayadan küçük bir parça koparacak kadar güçlüydü. O zaman
bu şeye ne kadar mana aktarırsam o kadar güçlü olurdu, değil mi?
Daha fazla büyü enerjisini silaha aktarmaya başladım. Heh.
Biraz bilim zamanı.
***
Beş farklı deney yapmıştım. Önce silaha on birim mana
doldurmuş ve bunun öncekiyle tutarlı ve benzer sonuç verdiğini doğrulamıştım.
Sonra, yüz, beş yüz, bin ve beş bin şeklinde, dört farklı birim daha denedim.
Bin birim mana aktardığım mermi taş koparmak bir yana, koca
kayada küçük bir delik açmayı başarmıştı. Beş binlik olan ise kayanın diğer
tarafına geçmeyi başarmıştı. Bin birimlik mana içeren, öncekilerden daha büyük
bir mermi oluşturmuştu. Kayayı oyup bir kısmını koparmıştı. Beş binlik mermi
ise öyle büyük bir lazer oluşturmuştu ki, kayayı eritmiş, arkasındaki zeminde
30 küsur metrelik bir iz bırakmıştı.
Sonuç olarak silah, beni susturacak kadar güçlüydü. Hatta
ilk düşündüğümden daha iyi bir silahtı. Bir sürü boktan şey aldığım için mutsuz
olmuştum ama artık bunu umursamıyordum. Cidden. Buna değerdi.
Bir yanım tüm manamı ona akıtmamı deli gibi istese de bunun
felaketle sonuçlanacağından emindim. Zaten silahın o kadar manayı
alabileceğinden de emin değildim. Zaten 5k bile silahı deli gibi titretiyordu.
5K’ya ihtiyacım olmayacaktı. Hatta bine bile ihtiyacım olacağından bile
şüpheliydim. Lanet olsun.
Büyülü altı patlar tek seferde 7 mermi alıyordu ve her
birinin mana kapasitesi ayrıydı. Silahı işe yaramaz göstermek için 10 manalık
mermi ateşleyip, sonra 1k’lık mermiyle ayaklarını yerden kesebilirdim. Ama
3k’lık manayı hemen ateşleyip de aynı sonuca ulaşacağımdan emindim.
Silahın bir diğer ilginç özelliği de silaha aktardığım
mananın silahın içinde kaldığıydı. Büyülü gözlerimle kontrol edip enerji
akıtmadığını doğruladım ve istersem onu doldurup gezebilirdim. Ama bu yine de
kötü bir fikirdi. İstemeden ateşleyip bacağımda bir delik açmaktan korkuyordum
açıkçası. Ya da daha kötüsü. Aaah evet, ihtiyacım olana kadar onu boş
bırakacaktım.
Kendimi vurmayla ilgili aklıma gelen düşünceler yüzünden
titrerken silahı eşya kutumun içine koydum. Büyük bir yaratık zindandan hantal
hantal çıkıp yanıma geldi.
“Oh, merhaba. Görünüşe göre Illuna sonunda seni bıraktı. İyi
iş çıkardın. Yorucu olmalıydı.”
Zindanın ikinci yaratığı olan ve erkek olduğunu öğrendiğimiz
Fenrir, yanıma kendini bıraktı. Yorulduğunu anlamak için tek bir bakış
yetmişti. Ben olsam ben de yorulurdum. Hem Illuna, hem Shii hem de Lefi ile,
küfrede ede oynamak zorunda kalmıştı.
Ejder kıza tatlı şeyleri yasaklamak beklendiği üzere onu
umutsuzluğa sürüklemişti. Mızmızlanan ve şikayet edip duran küçük bir ses
topuna dönmüştü.
Beyaz kurt oturduktan sonra başını eğip bir inilti çıkardı.
Ama şikayet etmekten ziyade “işimin bir kısmı, efendim.” şeklinde bir tavırdı.
Bu etkileşim kurdun kişiliğini anlamama yetmişti. Hayat
karşısına ne çıkarırsa çıkarsın hazırlıklı olan tipte biriydi. Vay be. Bu adam
cidden sağlam.
Kurt benimle konuşmamıştı tabii ki. Shii’yi anladığım gibi,
bir şekilde niyetini anlamıştım. Sanırım bu işler böyle yürüyordu. Zindanın bir
şekilde karşılıklı anlaşmamızı sağlayan bir mekanizması vardı. Ama ne yazık ki
mükemmel değildi. Sadece kabaca anlayabiliyordum, gerçi bu da yeterliydi. Aynı
sistem canavarlar arasında da var gibiydi. Az önce Shii’nin de onunla bu
şekilde iletişim kurduğunu görmüştüm.
Tabii ki yeni doğmuş bu kurt dostumuzu isimsiz bırakmadık.
Illuna kurda Fluffnir adını koymuştu. Çünkü tüyleri kabarıktı ve o bir
fenrirdi. İstatistik sayfası, doğal olarak bu yeni ismini gösteriyordu. Boşluk
değişmiş ve güncellenmişti. Bir yanım Fluffnir için üzülüyordu. Türünü
Illuna’ya söylemiş olduğum için bu tuhaf adı ona takmıştı. Evet... Fluffnir
kulağa pek de hoş gelmiyordu. Sanırım bunu da kısaltıp ona sadece Rir
diyecektim.
“Ah tabii. Bana eşsiz olan yeteneklerini gösterir misin?”
Rir toplamda yedi yeteneğe sahipti ve üç tanesi eşsizdi.
Normal olanların aşağı yukarı ne yaptıklarını biliyordum ama eşsiz olanları
görmeyi çok istiyordum.
Kurt dediğimi yaptı. Ayağa kalktı ve yeteneklerini bir bir
sergilemeye başladı. Hepsi gerçekten ilginçti. Yüksek hız, kısa bir süreliğine
hızını artırmış, gözden yitecek kadar uzaklaşmasını sağlamıştı. Devinimli
zincirler, bir dizi zincir oluşturmasına ve istediği gibi hareket ettirmesine
yarıyordu. Bu zincirler aktardığı mana miktarına göre daha kalın ve daha
dayanıklı oluyordu. Son olarak Dönüşüm,
boyutunu istediği gibi değiştirmesini sağlıyordu. En küçük hali normal
bir kurt olacak şekilde istediği gibi büyüyüp küçülebiliyordu. Çok iyi. Artık
bir yerlere sığmayacağından endişelenmeme gerek yoktu.
“Vay be. Bu harika dostum.” Etkilenmiştim. En göz alıcı
yeteneği zincirli olandı. Gerçekten çok işe yaracak bir yetenekti. Kurdun
kendini korumasına, havada basacak yer olarak kullanılmasına ve hatta
düşmanlarını sarmasına yardımcı olacaktı. Gücü sadece hayal gücüyle sınırlı
olan yeteneklerdendi. Bundan ben de istiyorum. Eşsiz bir yetenek olması çok
kötü. Eğer markette olsa bile alması muhtemelen milyonlarca DP’ye mal olurdu.
Övgülerimi duyan kurt mutlu bir şekilde ayağa kalkmıştı. Bu
tepkisinden pek anlayamasam da kuyruğu açık bir şekilde sağa sola sallanıyordu.
“...”
Onu böyle görünce zindanın menüsünü açtım. Tanıdık gelecek
bir eşya aldım, kaldırıp Rir’i çağırdım.
“Hey Rir! Bunu görüyor musun? Yakala!”
Disk şeklindeki frizbiyi fırlatıp kurdun onu yakalamasını
istedim. Rir başta bu fikire tereddütlü yaklaşsa da iç güdülerine yenilmişti.
Peşinden koşturdu, havada yakaladı ve bana geri getirdi.
“Aferin oğluma! Tamam, şimdi bir daha!”
Frizbiyi tekrar elime alıp bir iblis lordunun bana verdiği
tüm gücü kullanarak, mümkün olduğunca hızlı fırlattım. Rir tekrar onu kovalayıp
geri getirdi. Ama bu sefer durmayı başaramayacak kadar heyecanlıydı.
“Ahahaha! Dur! Bekle! Yavaşla! Aaaahh!”
Beni oyun oynamak için yere devirmişti.
“Sen şimdi bittin!” Pis pis sırıtarak bu fazla büyümüş
köpekle oynamaya başladım.
***
“Off. Lanet olsun. Şu Fenrir’in işleri...” Nefes nefese
saçma şeyler söyleyip yere uzandım. Zihnim mantıklı çalışamayacak kadar yorgundu.
Birlirsiniz. Bu zamana kadar daha çok kedi insanıydım, ama
Rir ile oynayınca köpeklerin de tatlı olabileceğini düşünmeye başladım. Aslında
köpek de değildi ama işte, aman neyse.
Rir demişken, genç kurt tam yanımda yatıyordu. Dört bacağını
da katlamış, karnı yerde, kafası patilerinin arasında uzanmıştı. Sanki iç
güdülerine yenilmenin verdiği bir mutsuzluk içindeydi. Etrafa yaydığı auradan
kendine kızdığını anlayabilirdiniz. Hmm... Sanırım, kendini iç güdülerinin
kontrolüne bırakmak, onun onurunu zedelemişti. Bana kalırsa bu iyi bir şeydi.
Eğlendiğin sürece kimin umurunda, değil mi?
Daha da önemlisi, bu tecrübe bana Illuna’nın nasıl ballı
olduğunu bir kez daha göstermişti. Yani, yuh artık. Bu yaratığı tutturacak
kadar şanslı olmak... Fenrirler çok güçlü hayvanlardı. Zindanın kataloğunda
bulabilmek için fiyata göre dizip listenin en başlarına gitmen gerekirdi.
Rir’in süper güçlü eşsiz yeteneklerinden bahsetmiyorum bile.
Şu an pek güçlü değildi ama bir gün Lefi’nin dövüştüğü fenrir kadar güçlü
olabilirdi. Bu adamda inanılmaz potansiyel vardı.
“Rir, zindanın mana sisteminin nasıl çalıştığını biliyorsun,
değil mi?
Kurt başını kaldırıp onaylarcasına salladı.
“Peki o zaman, dinle. Şu an bulunduğumuz yerin üzerindeki
her şey şu an Lefi'nin hakimiyetinde. Ama altında bulunan çoğu şey zindanın
bölgesine dahil. Benim bölgeme. Orada yaşayıp canavarları avlamanı istiyorum.”
Shii’nin aksine Rir, pek de evcil hayvan sayılmazdı. Kendini
koruyabilecek kadar güçlü bir canavardı. İstatistiklerinin çoğu benimkinden yüksekti,
bu yüzden onun öylece tembellik etmesine izin veremezdim. Çalışmasına ve DP
kazanmama yardım etmesine karar verdim. Heh. Seni sıkı çalıştıracağım oğlum.
İyice güçlen ki ben de yatıp, bu hayatın tadını çıkarayım.
“Ama tabii, avlanmanın yanında, istediğin her şeyi de
yapabilirsin. Seni ara sıra ziyaret eder, oyunlar oynar, takılır ve birlikte
bir şeyler öldürürüz. Ah ve arada sırada uğramayı da unutma, tamam? Yapmazsan
Illuna muhtemelen ağlayacaktır.”
Sen de artık bizden birisin Rir. Seni çağırdığımızı
biliyorum, ama orayı görüyor musun? Orası senin evin. Burada her zaman yerin
var.
Demek istediğimi anlayan kurt başını fazlaca eğdi.
***
[1] Orijinali: Is this the real life, is this just fantasy.
Çoğu insan anlamıştır, tabii ki Queen’in efsane şarkısı Bohemian Rhapsody.
Kaliteli müzik dinleyin ;) * * * * * * * * * * * * * * * * *
* * * *