Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Kanatlar Lütfen
“Hay sıçayım. Buldum lan! Sonunda onu bulduğuma
inanamıyorum!” Tahtımdan ayağa kalkarken çıldırmış bir adam gibi bağırmıştım.
Bu ani hareketim hem yanımda oynayan Illuna’nın, hem de kucağımda oturan
Shii’nin bana dönmesine neden olmuştu. Illuna, meraklı gözlerle, beni neyin
böyle bağırttığını anlamaya çalışıyordu. Ama Shii bu hareketimden pek de
hoşlanmış gibi değildi. Bu ani değişim yüzünden yerinden olmuş yapışkan yere
yığılmıştı.
Özür dilerdim ama yapışkanın memnuniyetsizliğini fark
edemeyecek kadar meşguldüm. Tüm dikkatim az önce bulduğum şeye odaklıydı.
“Hahaha... Muhahahaha...! Muhahahahahaha!” Her biri, bir
öncekinden daha uzun ve daha şeytani üç kahkaha atmıştım. Kahkaham biter bitmez
de en sevdiğim mangada geçen bir sözün değiştirilmiş bir halini haykırdım
“İnsanlığımı reddediyorum Jojo, ve uçamamak da buna dahil!”
Sonra, kafayı kırmış bir psikopat gibi kıkırdayarak taht
odasından dışarı çıktım.
Aklımı kaybetmemiştim tabii ki. Akıl sağlığım yerindeydi ve
kontrol bendeydi. Birden manyak gibi gülmeye başlamamın sebebi, iblis lordu
olduğum andan beri aradığım şeyi sonunda bulmuş olmamdı.
Bunun sebebi de geçen gün Rir’in bana gösterdiği, aşırı
kullanışlı yeteneği Devinimli Zincirler’le ilgili yaptığım araştırmaydı. Bu
yeteneğin katalogda olup olmadığını merak etmiştim, bu yüzden eşsiz yetenekler
kısmını açıp araştırırken, gözüme başından beri merak ettiğim bu şey
takılmıştı. Ayaklarımı yerden kesecek ve beni göklere uçuracak yetenek...
Uçmak.
Baştan böyle bir yeteneğin olmadığını düşünmüştüm. Normal
yeteneklerin bulunduğu listede yoktu ve Eşsiz Yetenek olduğunu da
düşünmemiştim. Dahası Lefi bana uçmanın normal bir şey olduğunu söylemişti. Bir
yetenek değildi. Her zaman yaptığı şeylerden biriydi. Bu yüzden de uçmanın bir
yetenek olduğunu düşünmemiştim.
Ama tahminimde yanılmıştım. Ve yanıldığıma hiç bu kadar
sevinmemiştim.
Yeteneği görür görmez hemen satın alma tuşuna bastım.
Düşünmeden satın almıştım. Normal yeteneklerden on kat daha pahalı olduğunu
umursamamıştım. Cebimdeki DP’nin üçte ikisini buna yatırdığım çok da önemli bir
şey değildi.
Çünkü ben, fantazileri parlayan bir yıldızın alevi kadar
tutkuyla dolu, kalbinin derinliklerinde hayatını yaşamanın tek doğru yolunun
hayallerinin peşinde koşmak olduğunu bilen bir erkektim. Korsan krallarının
adımlarını izlemeli ve yuvamdan ayrılıp tutkularımın peşinden denize
açılmalıydım. Her erkeğin yapacağı gibi...
Parayı tereddüt etmeden harcamış olmamın sebebi buydu. DP’yi
boşa harcadığı için sürekli söylendiğim Lefi bunu duyacak olsa beni canlı canlı
yerdi, ama yapacağından şüpheliydim tabii. Bir şeyin ne kadar tuttuğunu
bilmesinin bir yolu yoktu.
Normalde sakladığım kanatlarımı çıkartırken, heyecanımda bir
gram eksilme olmamıştı. Hala bunların bir yarasa mı yoksa ejderha kanatları
olduğunu anlayamamıştım ama kimin umurunda. Önemli değil.
Geçmiş yaşamımda, kapkara kanatlara sahip olma düşüncesi
bile yüzümde şeytani bir gülümseme oluştururdu. Ama şimdi bu düşünceden daha
fazlasıydı. Onlar gerçekti. Benim geçeğim. Sırtımdan uzayan bu iki çıkıntı o
kadar siyahtı ki dipsir bir boşluğu andırıyordu.
Kanatlarım vardı ama hiç onları kullanmamıştım. Daha kötüsü
ise işlerime engel olabiliyorlardı. İyi tarafından bakarsak, dekoratif olarak
hoş duruyorlardı. Tuhaf bir cosplayin bir parçası olabilirlerdi. Ama bunların
hepsi artık değişiyordu. Artık onları kullanabıliyordum.
Kanatlarım faydasız olmaktan çıkmış, beni göklere çıkaracak
ve nereye istersem götürecek bir araç olmuştu. Sonunda. Sonunda kendimi bu yer
hapsinden kurtarmıştım ve doğayı bambaşka bir bakış açısıyla tecrübe
edebilecektim. Şimdi yükselip özgürlük ve ardındakileri elde etme zamanıydı!
“Pekâlâ! Hadi gidelim! Büyük maviliklerin ardına!” Bunları
bağırırken bir yandan kanatlarımı kaldırıp çırpmaya çalışıyordum.
…
……
………
Ahh... Ne oldu lan şimdi...?
Hiçbir şey olmadı. Ne kadar beklersem bekleyeyim hiçbir şey
değişmedi. Kanatlarım isteğime tepkisiz kalmıştı. İsteklerim karşılıksız
kalmıştı. Biraz ileri geri oynamak dışında pek bir şey yapmıyordu. Beni havaya
kaldırmıyordu. Bir şey diyeyim mi? Peki... Tekrar deneyeceğim.
“Pekâlâ. Hadi gidelim! Büyük maviliklerin ardına!” Derin bir
nefes alıp yeniden enerjik bir çığlıkla kendimi tekrarlamıştım. Ama yine hiçbir
şey olmadı. Gökyüzü hala çok uzaktaydı.
“N-Nasıl lan?” Şaşkınlıktan çenem açık kalmıştı. Ne olduğunu
anlayamamıştım. Yani, yetenek çalışıyordu. Bundan emindim. Açıklaması zor ama
hissedebiliyordum. Kapkaranlık bir odada kollarını hareket ettirdiğinde ya da
gözlerini kapattığında bunu yaptığından emin olduğun gibi...
Ama yetenek aktif olsa da havalanamıyordum.
“Ne oldu şimdi? Niye işe yaramıyor!?” Yuvadan ayrılmaya
çalışan toy bir civciv gibi etrafta zıplayıp kanatlarımı çırpmayı denedim.
Nefesim kesilip yorulana kadar devam etmiştim ama gerçek anlamda yerden
ayrılmayı becerememiştim.
Acaba benim... uçmamam mı gerekiyordu? Monoloğum kötü bir
sonuca varınca yüzümü buruşturmuştum. Bu tarz şeylerden olabilirdi. Bir köpeğe
öğretmeyi başarabilsen dahi ona yemek yaptıramazsın. Bunu yapacak özellikte değildim.
Büyüttüğüm onca heyecan, keyfim yerin dibine doğru
ilerlerken vücudumdan çekilmişti; tek bir negatif düşünce, en tepeden en dibe
gitmeme neden olmuştu.
Gözlerimi gökyüzüne çevirdim ve ihtişamın bakakaldım. Ona bu
halde bakmak biraz... acımasızdı. Orada. Tam gözlerimin önünde. Ama ne kadar
uğraşırsam uğraşayım ona ulaşamıyordum. Lanet olsun. Galiba bu uçma hevesi boş
bir hayalden başka bir şey değildi.
Kalan tüm umudum da uçup gitmişti. Sanki kötü bir varlık
gözlerimin önüne bir çaresizlik perdesi çekmiş ve aklımın başına gelmesini de
son ana kadar engellemişti. Gerçek omuzlarıma bir yük gibi binmiş ve beni yere
düşürmüştü. Ellerimin ve dizlerimin üzerine düşüp vazgeçmiş bir şekilde başımı
eğdim.
Sadece kendimi değil, tutkumu da yüzüstü bırakmıştım.
Hayallarim çıkmaza girmiş, duvara toslamıştı. Ve bunu değiştirecek hiçbir şeyim
yoktu.
Lanet olsun Yuki! Napıyorsun lan!? Kendine gel, geri zekalı!
Hayallerini bir kenara bırakmak için daha erken. Tam vazgeçecekken, içimde bir
yerlerden cesaretlendirici sözler yükselmişti. Tabii ki. Henüz vazgeçemezdim.
Çıkmaz mı? Duvar mı? Sikeyim, alayı gelsin. Yapılması gereken neyse ne,
umurumda değil. Uçacağım.
Derin bir nefes alıp sakinleştikten sonra seçeneklerimi
değerlendirmeye başladım. Bir bakalım... Uçmak eşsiz bir yetenek, bu yüzden bir
seviyesi yok. Ama bu, yeteneğe sahip olduğun an onu anlayıp ustalaşacağın
anlamına gelmez. Sanırım çalışıp gelişmem gerekiyordu, bu yüzden uçmayı bilen
birine gidip akıl danışmam gerekiyordu. Neyse ki tam da buna uygun birini
biliyordum.
***
“Ve bana gelip bilgeliğim için yalvarmanın sebebi sadece bu
mu?” Ejder kız, kısık gözleriyle benim ona yalvarmamı izliyordu.
“Aynen öyle.” Dedim. “Lütfen yüce pullu, bana bilginizi
bahşedin. Yüce yöntemlerinizi bana öğretin. Benim son umudum sizsiniz.”
“Bu köle gibi hareketlerin midemi bulandırıyor Yuki.” dedi,
yüzünde buruşuk bir ifadeyle. “Bana yaptığın adaletsiz uygulamayı çoktan
unuttun herhalde. Bayıldığım tatlıları benden çaldın ve beni üç gün üç gece
boyunca berbat, şekersiz bir cezaya zorladın. Tavırlarındaki bu boş
değişimlerin, yanlışlarını telafi edeceğini mi düşünüyorsun? Akıl dışı! Ne
aptal bir kibir bu böyle!”
“Tamam, tamam. Mutsuz olduğunu anladım.” dedim, normal ses
tonumla. “Bak, bunu telafi edeceğim. Ayağını yalamama ne dersin?”
“Ayağımı yalamak mı?” Lefi, midesi bulanmış bir şekilde geri
çekilmişti. “Bu kadar ileriye gider misin?”
Ben uçmak istiyorum kızım. Hiçbir şey beni durduramaz.
İçimden bu cesur, maçovari tavırla konuşup Lefi’nin sorusunu savuşturmuştum.
Çaresiz bir şekilde uçmak istemekte yanlış bir şey yoktu. Bu
nadir bir istek değildi. Hatta eski dünyamda, bu istek ilk çağlardan beri
süregelen bir şeydi. İnsanlar hep uçmak istemişlerdi. Ve makineler, uçaklar da
bu rüyanın tam olarak gerçekleştirilmiş halleriydi. Ama tabii metal kaplamalar
yüzünden bu istek tam olarak gerçekleştirilmiş sayılmıyordu. İnsanoğlunun asıl
istediği şey, sadece kendi vücudunu kullanarak göklerde süzülmekti--ve bu şey
bu dünyada yapılabilir bir şeydi. Ne yapmam gerektiğini umursamadım. Sadece
uçmak istiyordum. Türümün en kadim rüyalarından birini gerçekleştirme fırsatını
kaçırmayacaktım.
“Çaresiz ol ya da olma Yuki, biliyorsun ki bu dünyada her
şeyin bir ederi vardır.” Ejder kız işaret ve baş parmağıyla bir çember yaptı.
Japonya’da bu hareket, yüklü miktarda para anlamına gelirdi. Eski ve modern tüm
Japon bozuk paraları, genelde ortaları boş şekilde basılırdı. Ama Lefi’nin
Japonya ve kültürü hakkında bir bilgisi yoktu. Ve tabii ki bir değiş tokuştan
bahsediyor olsa da bir servet istediğini sanmıyordum. İstediği şey ortası
delik, pişmiş hamur işiydi. Bir donut. Cidden? Tek istediği şey bu muydu?
İsteğini yerine getirmek çok kolaydı, bu yüzden bir adım
daha atıp istediğinden fazlasını vermeye karar verdim. Güzel beyaz bir karton kutu
görene kadar zindan kataloğunu karıştırdım.
“Ne hoş bir koku!” Diye bağırdı Lefi. Sanki bir hazine
sandığını açar gibi kutunun kapağını yavaşça açtı. “Ne olağanüstü bir şey! Hem
de üç tane!? İnanamıyorum! Her birinin tadı diğerinden farklı ve hepsi de
inanılmaz derecede estetik gözüküyor. Görünüşleri, kalitelerinin bir kanıtı
gibi adeta.”
Gözleri fal taşı gibi açılmıştı; bana attığı bakış şaşkın ve
mutluluk karışımı bir şeydi.
Ejder kıza aldığım donutlar tabii ki de normalden pahalıydı
ama normalde hep ucuza kaçıp uygun olanı
alıyordum. Japonya’da olsaydık bu bana altıyüz yene mal olurdu. Buna rağmen
onlara altın muamelesi yapıyordu. Bu dünyanın durumundan olsa gerek, şekerin
çok pahalı bir şey olduğunu düşünüyordu. Mantıklı bir çıkarımdı da. Eskiden
benim geldiğim dünyada da böyleydi. Başlangıçta şeker, sadece zenginlerin
alabildiği lüks bir yiyecekti.
Bir başka deyişle, Lefi, ona aldığım donutların çok pahalı
olduğunu düşünüyordu. Bana yüce bir aziz gibi davranmasının sebebi buydu. Bu
beni biraz suçlu hissettiriyordu... Sanki onu dolandırıyormuşum gibi
hissediyordum.
“Buyur, bunları da al.” Ek olarak bir başka tatlı şeyi de
ona verdim. Sebebi tabii ki de hissettiğim suçluluktu.
“İnanılmaz!” diye bağırdı lefi. “Bu masallara konu olmuş
Kast-Ella olabilir mi?”
Gözleri yine fal taşı gibi açılmıştı. Hmm. Castella kekin
efsane falan olduğunu mu düşünüyordu? Ah. Muhtemelen sadece bir kez aldığım
içindi. İkinci sefer almakla uğraşmamıştım, çünkü kaliteden ziyade sayıya önem
verdiğini düşünmüştüm. Pekala... yapacak bir şey yok. Bu kadar sevdiğini fark
edememiştim.
“Beni şaşırttın Yuki. Bu kadar söylenip homurdanan birinden
böylesine bir ziyafet görmek beni gerçekten şaşırttı.” Lefi bir elini göğsüne
koyup başını salladı. “Pekala. Şimdi isteğinin ne denli yoğun olduğunu
anlıyorum. Açlığımı gidermeyi reddetmeni unutuyor ve seni affediyorum ve seni
göklerin hükümdarı haline getireceğim. Tabii ki Yüce Efendisi hala ben olacağım
ama sen de hükmedenlerden biri olacaksın. Seni sadece Gökefendisi yapacağım.”
“Gökefendisi mi? Bana uyar.” Başımı sallarken castellayı
uzatıp anlaşmayı bağladım. Hmm. Yüce Efendi ünvanına bayağı bağlı gibi.
“Bir dakika! Bu hiç adil değil!” Konuşmayı kenardan izleyen
Illuna, bulunduğumuz yere doğru koşup itiraz ederek bağırmaya başlamıştı. “Ben
de tatlı yemek istiyorum!”
“İyi dinle, Illuna. Sana önemli bir hayat dersi vereyim.”
dedi Lefi. Bakışlarını genç vampire çevirip kibirli, nispet yapar gibi
sırıtmaya başlamıştı. “Tatlı şeyleri tüketecek tek kişi olma imtiyazı doğal
olarak sadece bende. Tatlıya erişimi, eşit bir değiş tokuş sayesinde kazanıldı.
Onun için çabaladım, bilgimi sundum ve sonuç olarak bana bunlar verildi. Eğer
çok istiyorsan, sen de benzer şeyler yapmalısın. Çalışmayanların yemeye de
hakkı yoktur:”
Bu manalı sözler bütün gün yiyip uyumaktan başka bir şey
yapmayan birinden gelmişti... Dediklerini duyar duymaz karşılık vermek istesem
de ruh halini değiştirmek istemediğim için sözlerimi kendime sakladım. Onu
kızdırırsam anlaşmamızı bozabilirdi.
“Pekala!” dedi Illuna, bana dönerek. “Bana iş verebilir
misin Yuki? Tatlı şeyler yemeyi ben de istiyorum!”
“Hmmm, pekala. Bana bu akşam yemek yaparsan sana da bir
tabak tatlı verebilrim. Bu sana uyar mı?”
Başta tüm yediklerimizi DP ile alıyordum ama bir süre sonra
zindan kataloğundan sürekli bir şeyler sipariş vermekten sıkılmıştım. Tek tuşla
yemeğin hazır olması sanki her gün fast food tüketiyormuşum hissi veriyordu.
Mutfak satın almamın nedeni de buydu. Yemek pişirebileceğimiz bir yerin
olması... Biz derken kendimi kastediyordum.
Lefi pek aşçı bir tip değildi. Bunun için fazla tembeldi ve
yemek pişirmeyi bildiğini de pek sanmıyordum. Ama Illuna, evinde mutfağa yardım
ediyordu, bu yüzden en azından ne yaptığını biliyor olmalıydı. Bununla beraber
yaşı ufak olduğu için ona büyük işler vermek istemedim. Yaptığı şeyler genelde
marulun yapraklarını sapından ayırmak gibi şeylerdi. Bu yüzden de yemek yapma
işi yine benim üzerime kalmıştı.
İyi bir aşçı değildim. Çok özel şeyler yapamıyordum ama
sürekli yaptıkça alışmaya başlamıştım. Şaşırtıcı derecede eğlenceli bir işti.
Ya da en azından düşündüğümden daha eğlenceliydi.
“Tamam! Elimden geleni yapacağım!” dedi Illuna.
“İtiraf etmeliyim...” dedi Lefi. “Tatlı, kulağa gerçekten
hoş geliyor.”
“Sonuçta aynı kurallar senin için de geçerli.” dedim.
“Mutfağa yardım ettiğin sürece sen de tatlı alabilirsin.”
“...” bir süre düşündükten sonra yüzü buruşmuştu. “Böyle
iyiyim. Teklifini geri çeviriyorum.”
Tepkisi, yüzümde alaycı bir gülümsemeye neden olmuştu.
Galiba tembelliği, tatlıya düşkünlüğünden daha baskındı.