Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Talihsiz Maceracılar
Bildiğim kadarıyla maceracının belirli bir tanımı yoktu. Keşfeden,
araştıran ve bilinmeyenle yüzleşen kişilerin dahil olduğu bir meslek olarak
belirtiliyordu. Maceracılar her türden isteği kabul eder, onları yerine getirir
ve anlaştıkları ödül için müşterilerine dönerler. Bazı durumlarda ödüller çok
ve pahalı şeyler olurdu. Çoğu maceracı tarih boyunca çok ünlü olmuş ve büyük
servetler toplamışlardır. Hatta bazısı soylu sınıfına dahil olmuş ve yönetmesi
için bir parça toprakla ödüllendirilmiştir. Yani maceracılık, büyük
düşünenlerin izlediği bir kariyerdi.
Tek başına bakıldığında maceracılık terimi aslında geniş ve
çeşitli bir grup insanı tarif eden bir kelimeydi. Farklı yeteneklere göre
farklı istekler vardı.. Ama her şeye rağmen maceracıları 3 genel sınıfa
ayırabiliriz. İlki canavarları öldürerek geçimlerini sağlayanlardı. İkincisi
daha çok kaynak ve materyal toplamaya odaklananlardı. Üçüncü ve son sınıf ise
daha antik harabelerde kazı yapıp oraları inceleyenleri kapsayan bilim
insanlarından oluşuyordu.
Uzmanlaşmayı bir kenara bırakırsak, bütün maceracılar için
geçerli olan tek bir şey vardı. Bu mesleğin her bir üyesi, en azından bir yere
kadar, dövüş konusunda bilgili kabul edilirdi. Köylerimiz, kasabalarımız ve
şehirlerimiz güvendeydi. Ama hepsi bu kadardı. İnsan yerleşimlerinin dışında
gezinmek, boynuna ilmek geçirip, sandalyeyi tekmelemekten farksızdı. Canavarlar
ve insan olmayanlar sağda solda bulunabilirdi. Ve çoğu da saldırgandı.
Böyle bir ortamda hayatta kalmak ancak güç ve cesaret ile
yapılabilecek bir şeydi. Sadece güçlü olanlar düşmanlarını alt edip kendilerini
koruyabilirlerdi. Ve sadece cesur olanlar ölümle burun burunayken boyun eğmeden
mücadeleye devam edebilirdi. Bu iki önemli özelliğe sahip olmayan maceracıları
iki olası sonuç bekliyordu. İlki ölümdü, görevlerden yorulmuş ve
halledemeyeceği yaratıklar tarafından işi bitirilmiş bir halde... Ve ikincisi
ise sonsuza kadar aynı seviyede kalıp, ilerleme umudu olmaksızın yerinde
saymaktı,
Ama bu herkesin bildiği bir şeydi. Maceracı olmanın
doğasında bu vardı.
Tabii ki, maceracıları sınıflandırmanın tek yolu
uzmanlıklarına göre yapmak değildi. Maceracıların sınıflandırıldığı bir başka
kıstas da tabii ki uzmanlık kadar önemli bir şey olan dövüşteki hünerleriydi.
Yedi farklı rütbe vardı. Güç seviyesine göre sırasıyla bronz, demir, gümüş,
altın, mitril, adamantit ve orikalkumdu.
Biz, iki yoldaşımla beraber ben, mitril rütbesine dahildik.
Üzerimizde, yükselebileceğimiz iki rütbe vardı, bu yüzden bayağı güçlü
olduğumuzu söyleyebilrdim. Bizim üstümüzdeki rütbelerde olanlar inanılmaz
seviyede güçlü sayılırlardı. Adamantit rütbesindeki maceracılar tek kişilik
ordu olarak bilinirlerken, orikalkum rütbesindekiler stratejik silahlarla
donanmışlardı. Dünyada, denizdeki balık kadar maceracı vardı ve buna rağmen son
iki rütbedeki maceracı sayısı birkaç düzineden fazla değildi.
Konuşlandığımız şehir olan Alfyro, ülkemizin sınırındaydı.
Bölgede çok fazla canavar bulunduğu için bir sürü tecrübeli maceracı da
buradaydı. Ama buna rağmen orikalkum sınıfındaki meslektaşlarımız burada
bulunmazdı. Çoğu ülkenin hizmetindeydi ve ihtiyaç duyulana kadar gizlenirlerdi.
Etrafta birkaç tane adamantit maceracı olsa da genelde iş için şehrin dışına
olurlardı. Ve bu yüzden, maceracıları kendi çatısı altında toplamaya çalışan
organizasyon olan Maceracılar Loncası, belirli görevler için mitril
seviyesindeki maceracıları aramayı bırakmıştı. Grubum şu an serbestti. Bir
başka işten yeni döndüğümüz için de şehirde dolanıyor, dinleniyor ve
toparlanıyorduk. Bu yüzden daha önceden belirlenmiş bir görev olan Uğursuz
Orman’ı araştırma görevi için uygun bir görevdi.
Uğursuz Orman, Alfyro’nun etrafındaki, en güçlü canavarların
bulunduğu bir bölgeydi. Ve sanki bu yeterince kötü değilmiş gibi, Uğursuz
Orman’da bulunan canavarların sayısı çok çok fazlaydı. Çevre koşulları, insan
hayatı için çok zorlu olmasına rağmen, nüfus çok yüksekti. Söylentiye göre,
keşfedilmemiş bölgelere giren ve oraları araştırmaya çalışan kişiler hiç
dönmezmiş ve sıradan bir insan en fazla yarım saat hayatta kalabilirmiş.
Uğursuz Orman’a adım atmak, amansız bir mücadele içine girmek demekti. Kuvvet,
hak sahibi olmak demekti ve geçerli olan kurallar sadece doğa kanunlarıydı.
Altın ve altı rütbelerin bölgeye girmesi bile yasaktı ve
hatta orikalkum seviyesindeki maceracıların ormanın iç bölgesindeki kutsal
bölgeye girmesi de yasaklanmıştı. Uğursuz Orman kurallarını çiğneyenler, kim
olursa olsun ağır cezalara çarptırılırlardı.
Bunun tek sebebi bir tane canavardı: ormanın en derinlerinde
bulunan dağın tepesinde yaşayan ve bölgenin hâkimi bir yaratık...
Biyolojik üstünlük, uzun yıllardır ejder türüyle
bağdaştırılan bir özellikti. Ejderhalar ezelden ebede dünyanın en güçlü ırkı
olmuştur ve olacaktır. Onların en güçlüsü, ırkının her bir üyesine hükmeden
yaratık, efsanelere konu olmuş, tarihi yazıtlarda bulunan, yaşayan bir
musibetti. Ve bu yüzden ona Yüce Ejderha derlerdi.
Musibet sınıfındaki canavarlar, genelde tüm bir ülkeyi tek
başlarına yerle bir edebilen yaratıklardı. Ama Yüce Ejderha farklıydı. Değersiz
bir ülkeyi yıkmak, onun için bir başarım bile sayılmazdı. Zamanında, birkaç tanesini
bir çırpıda yok etmişliği vardı. Onu alt etmek için gönderilen gruplar tamamen
yok oluyordu. Onun hayatına kasteden her teşebbüs bozguna uğruyordu. Ve onunla
zıtlaşan her şeye de misliyle cevap veriyordu. Efsanevi ejderha öyle büyük bir
tehditti ki, bir zamanlar birbirini boğazlayacak ülkeler onu alt edebilmek için
ittifak kurmuşlardı. Onu yok etmek için gönderilen karma ordu üç yüz binden
fazla askere sahipti. Dönemin tarihi kayıtlarında, ordunun içinde birçok
adamantit ve orikalkum rütbesinde kişilerin bile olduğu yazıyordu. Buna rağmen,
ordu yenilmişti. Evlerini, şöhret ve adalet için bırakan üç yüz bin insandan
sadece bin küsuru geri dönebilmişti. Diğer hepsi bir gecede küle dönmüştü.
Ve bu, ozanların söylediği türkülerden sadece bir tanesiydi.
Bundan daha fazlası da vardı. Tek bir nefesiyle yeri darmaduman edebilen, en
güçlü büyücünün yapabileceği, kozu olan büyüden kat be kat güçlü büyüleri
kolaylıkla yapabilen bir yaratık olduğu belliydi. Ejderhayle ilgili her bir hikâye,
onu yaşayan bir şeymiş gibi değil de bir doğal afetmiş gibi anlatıyordu. Neyse
ki yaratık sadece kendiyle ilgileniyordu. Onu yalnız bıraktığı sürece insanlar
umurunda değildi. Ve bu yüzden ittifak güçleri bir kararname açıkladı. Durum ne
olursa olsun Yüce Ejderha’nın kendi haline bırakılacağını açıkladılar. Bu
kararname günümüzde de geçerliliğini koruyordu. Yüce Ejderha’nın herhangi bir
insan etkileşimine girmeyeli yüz yılı geçmişti, bu yüzden niyetinin ne olduğu
hakkında çok az bilgi vardı. Kendini Uğursuz Orman’ın derinliklerine kapandığı
bunca yıl sonra fikrinin değişip değişmediğini kimse bilmiyordu.
Ya da en azından bu zamana kadar böyleydi.
Her şey yeni başlamıştı. Yuvasını çok nadir terk eden bu
kudretli, efsanevi yaratık, birden fazla kez yer değiştirirken görülmüştü.
Bununla birlikte Uğursuz Orman’dan, tuhaf olaylar yaşandığıyla ilgili raporlar
da gelmişti. Bölgesel anlaşmazlıklar daha sık olmaya başlamış ve sonuç olarak birçok
canavar diğer bölgelere kaçmıştı.
Başta lonca bunun Yüce Ejderha’nın eylemleriyle alakalı
olduğunu açıklamıştı. Ejderhanın daha sık hareket etmesinin canavarları
korkuttuğu ve bu yüzden onların, ejderhanın bölgesinden daha da uzağa kaçmasına
neden olduğunu düşünmüşlerdi. Ama bir süre sonra bu tahminlerinin yanlış
olduğunu fark etmişlerdi. Yüce Ejderha’nın görüldüğünü söyleyen raporlarla
diğer canavarların kaçış raporları birbirini tutmamaya başlamıştı. İki olayın
birbiriyle tam olarak alakalı olmadığı anlaşılmıştı. Bunun yerine lonca, hem
Yüce Ejderha’nın hem de canavarların hareketliliğini üçüncü bir etmenden
olabileceğini düşünmüştü. Canavarların kaçmasına neden olan bir şey. Ve bu aynı
şey neyse, Yüce Ejderha’nın davranışının değişmesine de neden olmuştu.
Tabii ki ormanı terk eden canavarlar güçsüz olan, avlanacak
yer ve kendilerine ait bölge bulamayan canavarlardı. Ama buna rağmen bu
canavarlar Uğursuz Orman standartları için zayıftı. Etraftaki çoğu canavara
göre hala çok daha güçlü kalıyorlardı. Öyle ki, ele geçirdikleri bölgede hemen
besin zincirinin en tepesine yerleşmişlerdi.
Neyse ki canavarlar, atmosferinde büyü parçacıkları bulunan
bölgeleri tercih etme eğilimine sahiplerdi. Bu bölgeler, insanların tercih
ettiği bölgelerin tam tersiydi ve bu yüzden, canavarların hareketi sonucu çok
kayıp yaşanmamıştı. Ama yine de durum, loncanın hiçbir şey yapmadan
durabileceği bir durum değildi. Bir araştırmanın yapılması gerekiyordu.
Bu isteğin detaylarını öğrendiğimde aklıma gelen ilk şey
riski olmuştu. Hem benim hem de grup üyelerimi tehlikeye atacak, hatta geri
çevirmeyi isteyeceğim türden bir görevdi. Ama geri çevirmedim. Loncanın
sistemi, doğrudan gelen bir isteği geri çeviren kişinin itibarını kaybetmesine
neden olabilecek türden bir sistemdi. Ve daha da önemlisi, bu durumun incelenmeden
öylece bırakılmaması gerektiğini hissetmiştim. Eğer bu tehlike başıboş
bırakılırsa kontrolden çıkabilirdi ve bu işi yapabilecek seviyedeki tek grup
bizdik.
Aklımda bu düşünceler, grubumdaki iki üyeyle birlikte
kendimi Uğursuz Orman’da bulmuştum.
***
“Ne alaka!? Bu saçmalık!” diye bağırdı, grubun gözcüsü
Reyus.
“Çeneni kapa ve kaç, seni aptal!” Diye geri bağırdım. “Ölmek
istemiyorsan nefesini boşa harcama!”
“İnanamıyorum!” diye ekledi grubun büyücüsü Lurolle. “Demek
söylentiler doğruymuş!”
Hem Reyus hem Lurolle olabildiğince hızlı bir koşmaya
çalışıyorlardı. Onların tam arkasında ben, benim de tam arkamda boynuzlu bir
kaplan vardı. Avını, yani bizi yakalayabilmek için önüne gelen her ağacı, sanki
ince dal parçalarıymış gibi paramparça etmesini duyabiliyorduk.
Canavarlar genel olarak 7 sınıfa ayrılırdı: tehdit
olmayanlar, tehdit oluşturabilecekler, tehlikeliler, yok ediciler, felaketler,
facialar ve musibetler. Boynuzlu kaplanlar orta seviyeye, yok edicilere aitti.
Adamantit maceracı için tek başına halledebilecek kadar zayıf, ama bizim gibi
mitril seviyesindeki maceracıların onu yenebilmesi için çok fazla çaba
harcaması gerekecek kadar güçlüydü. Genel olarak, bir grup onu zor bela
yenebiliyordu.
Uğursuz Orman dışında yaşıyor olsaydı, masallara konu olabilecek
kadar güçlü bir yaratıktı. Ormanın keşfedilmemiş kısımları cidden çok garip
yerler olduğu için kaplan çok da beklenmedik bir şey değildi. Yine de onun
varlığı, bir tuhaflık olduğunu gösteriyordu.
Mitril seviyesindeki maceracılar olarak biz de birkaç
Uğursuz Orman keşfine çıkmıştık. Ve daha önceki gezilerimizde bu kadar kısa
sürede böyle bir yaratıkla karşılaşmamıştık. Ormanın sınırına çok yakın
olduğundan, doğal habitatından uzaklaştırıldığını söyleyebilirdik. Canavara
tekrar bakınca daha fazla kanıt da görebiliyorduk. Bu kaplan çok zayıftı,
anormal derecede zayıftı. Birkaç gündür yiyecek bulamamıştı ve gördüğümüz üzere
çaresiz ve sabırsızdı. Eğer kaçmamıza izin verirse açlıktan öleceğinin farkındaydı.
“MP durumun nedir?” Bir ağaç üzerinde manevramı yaparken
büyücüye sordum.
“Üzgünüm Griffa, hiç iyi gözükmüyor. Hala yüzde onun
altında.” diye cevapladı.
Daha önceden de dediğim gibi, mitril seviyesindeki
maceracılar, boynuzlu kaplan seviyesindeki bir canavarı alt edebilecek
seviyededir. Kaçmamızın tek sebebi az önceki konuşmamızda geçen şeydi.
Lurolle’un MP’si.
Büyücümüzün manası bitmişti.
Boynuzlu kaplan, bu ana kadar karşılaştığımız tek yok edici
seviyesi yaratık değildi. Hatta canavarlarla neredeyse durmaksızın dövüşmüştük.
Hepimiz yorulmuştuk ama büyücümüzün durumu daha kötüydü. Manası tamamen
bitmişti ve tüm seçeneklerimizi çoktan tüketmiştik. Durum daha kötü bir hal
alabilir diye, yanımıza, normal yolculuklarımızda aldığımızdan daha çok malzeme
almıştık. Ama bu bile Uğursuz Orman’ın sakinlerine yeterli gelmemişti. Zihnim
pişmanlıkla dolup taşıyordu. İtibarımı feda etmem gerektiğini biliyordum.
Verilen görev yeteneklerimizin çok çok üzerindeydi.
“Grrrhh...”
“Aahh!” Ayağımı yere vurdum ve vücudumu tamamen durdurdum.
Arkamızdaki kaplan bir tür yetenek kullanmış ve birden hızlanıp önümüzü kesip
kaçış yolumuzu kapatmıştı. “Lanet olsun. Sanırım savaşmak zorunda kalacağız”
Kılıcımı çektim ve ölümü kabullenmem sonucunda yüzüm
ekşimişti. Ama tam o anda, durum birden değişti. Birtakım sesler duymaya
başladım. İlki, ani bir hamlenin rüzgarıyla birlikte bir tür ıslık gibi bir
şeydi. İkincisi, ilkinden bir süre sonra olan, tanıdığım bir sesti. Soğuk,
kanlı bir şapırdama sesi...
Az önce bizi köşeye sıkıştırmış olan boynuzlu kaplan şimdi
yere yığılmış bir haldeydi, ölmüştü. Ve onun tepesinde, çok kısa bir süre
geçmiş olmasına rağmen, daha da güçlü bir canavar duruyordu. Yaydığı aura o
kadar yoğundu ki sadece onu görmüş olmam bile kaskatı kesilmeme neden olmuştu.
Yaratık, dev kurt, o kadar güzel bir kürke sahipti ki,
büyülenmiştim. Ama bu güzelliğine eşlik eden, bir kütük kadar kalın ve tamamen
kastan oluşan dört adet bacağa sahipti. Ayrıca çok uzundu. Yaratık yaklaşık
olarak tek katlı bir evin çatısı seviyesindeydi. Çenesi, herhangi birimizi tek
hamlede yutabilecek kadar büyük, korku salacak kadar keskin ve devasa dişlere
sahipti.
Canavara attığım bakış, kalbimin deli gibi atmasına neden
olmuştu. Tecrübeli bir maceracıydım. Yıllardır bu işin içindeydim, hislerim
kuvvetliydi. Ve şimdi o hislerimden biri bana bu yaratıkla aşık atabilecek bir
seviyede olmadığımı söylüyordu. Savaş ya da dövüş sezgim harekete geçmiş,
kaçmamı tetiklemişti. Ama yapamamıştım.
Kaskatı kesilmiştim, parmağımı bile kımıldatamıyordum.
Ölüm, tırpanını kaldırmış, bir anda başımı gövdemden
ayıracakmış gibi hissetmiştim. İçimde kalan son irade gücümle yanımdaki iki
yoldaşıma bakabilmeyi başarabilmiştim. Benim gibi onlar da donup kalmıştı. Bu
ezici kuvvetteki yaratığın yaptıklarını izlemekten başka bir şey
yapamamışlardı.
Neyse ki umurunda değildi. Bir anlığına gözleri bize dönse
de başını umursamaz bir şekilde çevirmişti. Az önce öldürdüğü kaplanı ağzına
almış ve ayrılmıştı.
Sahip olduğu tüm kuvvet Lurolle’un vücudundan çekilmişti;
yaratık gözünün önünden gider gitmez kıçının üzerine yığılıp kalmıştı. Ama
işimiz hala bitmemişti. Hala Uğursuz Orman’ın ortasındaydık. Canavarlar her an
her yerden saldırabilirdi. Ama, her ne kadar onu azarlamak istesem de ben de
farklı durumda değildim. Dizlerim zayıflamış, avuçlarım terlemişti. Eğer
zorlamasam titremeye başlayacağımdan emindim.
“H-Hayattayız...” Lurolle, gözleri uzaklara dalmış bir
şekilde, mırıldanabilmişti. Sesi, az önceki yaşananları hala kavramaya
çalışıyor gibiydi ama bir şekilde de rahatlamış gibiydi.
“Evet...” diye onayladı Reyus. “Şu kurt, en azından felaket
seviyesindeki bir canavardı.”
“... Daha kötüsü de var.” dedim.
“Ne demek istiyorsun?”
“Kurt. Tasmalıydı. Evcil bir köpeğe takacağın türden, oymalı
bir tasması vardı.”
“Ne!?” Reyus’un gözleri yerinden fırlamıştı. “Demek
istediğin, o şey birinin emirleriyle mi hareket ediyordu!?”
Tam olarak nasıl hissettiğini biliyordum. Tasmayı görmek,
gözlerimin bozulduğundan şüphelenmeme neden olmuştu. Felaket seviyesi
yaratıklar inanılmaz güçlüydü. Bütün bir orduyu yok etmesi için tek bir tanesi
yeterliydi. Onları evcilleştirmek imkânsız olmalıydı. Böyle bir şeyi bir
insanın yapamayacağından emindim. Ve yarı insanların ya da hayvansıların da
becerebileceğinden şüpheliydim. Hatta insanların en nefret ettiği düşmanları,
şeytanlar bile böylesine bir şeyi başaramazlardı.
“Muhtemelen ormanın içinde inanılmaz seviyede güçlü bir şey
yaşıyor” dedim.
Bir sonuca varmıştım. Bir şey Uğursuz Orman’ın canavarlarını
korkutuyordu. Ve bu aynı şey felaket seviyesindeki bir canavarı
ehlileştirmişti. O şey, şu anda ormanın derinliklerinde geziniyordu. Ve şu an
bizi izlemediğinin bir garantisi yoktu.
“Buradan gitmemiz gerekiyor” dedim, sırtımdan aşağı bir
ürperti geçerken. “Şu anda bile burası bizi aşar.”
“Katılıyorum.” dedi Reyus.
“Ölümsüz bile olsak şu şeyi yenecek kadar canımızın olacağını
sanmıyorum.”
“Evet, burada bırakalım. Gerçekten burada olmak
istemiyorum.” dedi Lurolle.
Oy birliğiyle karara vararak, sanki ormanın
derinliklerindeki bir şeyden kaçıyor gibi tam hızda adımlarımızı geri takip
ettik.