Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Fluffnir ile Avlanma
Uçmakla ilgili tek bir yorum yapacak olsaydım, verdiği
hissin muhteşemden bir gram az olmadığı olurdu. Uçmaya başlamak, rüzgarla bir
olmuş, sınırlarımdan kurtulmuş ve gökteki bulutlarda yüzüyormuşum gibi hissettirmişti.
Zihnimin benimle oyun oynamadığını bilsem de, sanki güneş beni kabul etmiş ve
ısısını daha çok paylaşmak istermiş gibi, üzerimde daha büyük bir ışıltıyla
parlıyormuş gibi hissettim. Sanki güneş ışınları beni nazikçe sarıp
sarmalıyordu.
Küçük ejderhalar ve dev kuşlar, etrafımdaki manzaranın bir
parçası haline gelmişti. Ve tuhaf bir şekilde kendimi onlarla bağdaştırıyordum.
Bana benziyorlardı, göklerde süzülüyor ve bunun verdiği hazzı tadıyorlardı.
Onlara kendimi yakın hissetmiştim. Sanki benim türümden, benim halkımdandı.
Ama bu düşüncelerim karşılıksızdı. Onların bir kardeşi olmuş
olmama rağmen, her türden uçan yaratık bana saldırmıştı.
“Hmm...” Yüzümden, yeni öldürdüğüm küçük bir ejderhanın
kanını silerken kaşlarımı çatmıştım. “Bu uçma işine bayağı alıştım ama hala
yeterince iyi değilim.”
Havada manevra yapabilmek artık bana ilk başladığım zamanki
kadar yabancı gelmiyordu--sonunda alışabilmiştim. Ama gidecek çok yolum vardı.
Lefi’nin uçuşunu izlemek, kendine Göğün Yüce Efendisi diyerek övünmesinin
sebebini ve neden hala yavru bir kuş gibi olduğumu anlamama neden olmuştu.
Böbürlenmekte gayet haklıydı. Lefi’nin ejderha formundayken
tepeme ilk inişini canlı bir biçimde hatırlıyordum. Yere inişi, sanki
vücudundan karşı konulamayacak bir aura yayılıyormuş gibi hissettiren bir güç
gösterisi gibiydi. Majestelerinin bu aurasına dayanmaktan başka yapacak bir
şeyim yoktu. Aynı şekilde insan formu da farklı bir açıdan da olsa, göz ardı
edilemezdi. Lefi’nin insan formundaki uçuşu, güzelliğin vücut bulmuş haliydi.
Işığın kanatlarından pırıl pırıl yansıması ve gökyüzünde narince süzülüşü öyle
nefes kesiciydi ki, sanki gökyüzü, sadece onun ihtişamını sergileyeceği bir
sahne olsun diye tasarlanmıştı ve sanki dünya bir gösteri ve o da o gösterinin
yıldızı gibiydi... İnişi öyle büyüleyiciydi ki sanki bir meleği izlediğime
yemin edebilirdim.
“Ah işte burada!” Tüm uçuş gezintim sırasında aradığım kurdu
görür görmez ejder kızla ilgili düşüncelerim birden dağıldı. “Hey Rir!”
Fluffnir’in olduğu tarafa bağırım dikkatini çektim. Bana
doğru döndü, oturdu ve yanına inerken başını salladı. Tepkisi sakindi. Eğer
kuyruğu sağa sola oynamasa heyecanlanmış olduğunu asla anlayamazdım. Çok
sevimliydi.
“Hanimiş benim oğlum? Burdaymış benim oğlum! Bir dakika,
bana mı öyle geliyor yoksa sen biraz büyüdün mü? Sanırım beslenmende bir
sıkıntı yok gibi. Bu çok iyi!” Köpeğin tüylerini okşarken, bir annenin uzakta
yaşayan çocuğuna söylediği sözlere benzer şeyler ağzımdan dökülmüştü.
Tüm zindan canavarlarında olduğu gibi, Rir’in de hayatta
kalabilmesi için zindanın manasını tüketmesi yeterliydi. Bir şeyler yemesine
gerek yoktu. Ama bu bir şey yiyemeyeceği anlamına gelmiyordu. Kendi
türündekiler ne yiyorsa onları yiyebiliyordu. Hatta çok isterse zindan arazisi
dışında kalıp, denk geldiği zavallı yaratıkların etleriyle rahat bir şekilde
yaşayabilirdi.
Ama zindandan uzakta kalması ve manasını tüketmemesi onun
için kötü olurdu. Tüm zindan canavarları, zindandan uzun süre ayrı kaldığı
zaman güçlerini yavaş yavaş yitirirlerdi.
Rir’in öncelikli görevi bölgeme giren canavarları
öldürmekti. DP kazanabilmek için, zindanda canavar öldürüp, zindanın o
yaratıkları tüketmesi ikinci önceliğiydi ama Rir’e, öldürdüğü şeyleri zindan
bölgesine getirmekle uğraşmamasını ve istediği kadar yiyebileceğini söylemiştim.
DP gelirimi her yönden maksimum olması için ayarlamadığımdan, bu durum biraz
verimsiz gibi geliyordu ama buna kafamı çok fazla takmadım. Köpüşünü sadece
zindanın manasıyla yaşamaya iten acımasız bir sahip değildim. Diğer
yaratıklarda olduğu gibi, kurt için de sabah akşam, aynı şekilde beslenmenin
sağlığına ne kadar zarar vereceğini tahmin edebiliyordum. Köriyi çok seven
biri, günde üç öğün köri yiyip kafayı sıyırmadan duramazdı. Tabii bir tür yeme
bozukluğu yoksa. Ya da tat alıcıları gerektiği gibi çalışmıyorsa. Ama öyle bile
olsa, ağızda yarattığı histen bir süre sonra bıkacak ve başka bir şey yemek isteyecekti.
Tabii ki, öldürdüğü şeyleri yiyebileceğini söylememin
sebebi, onun sağlığını düşünüyor olmamdan çok canavar etinin deli gibi lezzetli
olmasıydı.
Canavar gibi bir his olan merak, beni ele geçirdi ve deneme
isteği gelene kadar kulağıma durmadan fısıldayıp durmuştu. Sonra elime bıçağı
alıp, öldürdüğüm şeylerden birini uzun uğraşlar sonucu parçalayıp açık bir
ateşte kızarttım.
Sonuç mu? Sonuç öyle güzeldi ki sanki en kaliteli, mermer
desenli bir et yiyormuş gibiydim. Sanki bir bok biliyormuş gibi kanı akıtma
işini batırmama rağmen, yediğim en lezzetli şey olmasa bile, en lezzetli
şeylerden biriydi.
Sonra Lefi bana canavar etinin, canavar olmayanların etinden
daha lezzetli olduğunu herkesin bildiğini söylemişti. Canavarlar vücutları büyü
enerjisi içeren yaratıklardı ve bu büyü enerjisi, canavar ölse dahi etin
doygunluğunu artırıp daha lezzetli olmasına neden oluyordu.
Bunu öğrenince envanterimin durumu da değişmişti. Boş bir
zamanımda yiyebilme umuduyla, büyü kutumun içine sayısız ceset doldurmaya
başlamıştım. Öyle çok ceset doldurmuştum ki, hepsini dışarı çıkarmak ufak bir
tepe oluşmasına neden olurdu. Gerçi geçen gün Lefi’nin topladığı ceset
yığınının yanında bir hiç sayılırdı. Neyse ki envanterimde zamanın akmıyor
olması çok işime geliyordu... Bozulacağını düşünmeden istediğim her şeyi içine
doldurabiliyordum.
Gittiğimiz bölge hakkında pek bir bilgim yok, o yüzden bize
yolu senin göstermen gerekecek. Tamam mı oğlum?”
Rir bana dönüp eğilmeden önce havlayarak söylediğimi
onayladı.
“Ne, yoksa sana binmemi mi istiyorsun?”
Her ne kadar konuşamasa da çıkardığı mutlu havlama sesi
ihtiyacım olan onayı yeterince sağlamıştı. “Tamam oğlum, teklifin kabul
edilmiştir.”
Rir’in isteğini yerine getirmek için sırtına çıktım ve
bacaklarımı iki tarafa salarak kendimi güvene aldım. Sırtına güvenli bir
şekilde oturduğumdan emin olunca ayağı kalktı.
“Tamam. Hazırım. Hadi gideliiiieeeeeeee!!? YAVAAAAAAAAAAAŞ!”
Rir koşmaya başlar başlamaz yüzüme çok fazla rüzgâr çarpmaya
başlamıştı. O kadar hızlıydı ki, düşmemek için tüylerini sıkıca kavramış ve
iyice büzülüp bacaklarımla kurdu kavramaya çalışmıştım.
“Bu inanılmaz! Adamsın, Rir!” Diyerek bağırmış ve Rir beni
ormanın derinliklerine taşırken gezintinin tadını çıkarmaya başlamıştım.
Normalde bugün, ben ve Rir için eğlence günü olacaktı.
Kurtla yeterince vakit geçirmediğimi hissetmiştim ve bu yüzden bir günü tamamen
onunla, oynayarak geçirmeye karar vermiştim.
Tabii ki oynamak, avlanmayı içermiyordu. Ya da en azından,
tüm paramı uçmaya yatırmasam, avlanmaya gerek duymayacaktım. Bu zamana kadar
bir balina kadar şişkin olan cüzdanım, şimdi bomboştu ve onu tekrar doldurmak
istiyordum. Avlanmak, hem “Rir’le takılma” hem de “cüzdanı doldurma”
isteklerimi karşılamıştı. Bu yüzden birinci seçeneğim bu olmuştu.
Orman, taht odasının bulunduğu mağaraya olan konumuna göre,
ana yönlerle anabileceğimiz dört büyük bölgeden meydana geliyordu. Mağaranın
kuzeyi, Lefi’nin eski bölgesiydi. Bu bölgede aşağı yukarı hiç canavar yok
denebilirdi. Korkuları, dikkate alınabilecek seviyedeki her şeyin bölgeyi
boşaltmasına neden olmuştu
Onun evinin tam zıttındaki bölge zindanımı genişletmeye
odaklandığım bölgeydi. Kuzey bölgesinin aksine, güney bölgesi canavarla
doluydu. Bunun yanında bu canavarlar çok zayıftı, hatta ben bile, dövüş
sanatları hakkında bir şey bilmememe rağmen, büyük grupları bile rahatlıkla
öldürebiliyordum.
Doğu bölgesi en ortalama bölgeydi. Buradaki canavarlar ne
zayıf ne de güçlü sayılırlardı. Birkaç tane güçlü canavar çıksa da başa
çıkılamayacak kadar zorlayıcı değillerdi. Doğu bölgesi, şu anki seviyem için
bana en uygun olan bölgeydi. Eğer daha güçlenmek için antrenman yapmak
istersem, doğu bölgesi bunun için en uygun seçenek olurdu.
Son olarak bir de batı bölgesi var. Diğer üç bölgeden farklı
olarak batı bölgesi biraz tehlikeliydi. Buradaki canavarların çoğu, şu anki
seviyem için bana fazla gelirdi. Bu o kadar belliydi ki, tek bakışta
anlayabilmiştim. Bölgenin en zayıf canavarları bile doğu bölgesindekilerden bir
hayli güçlüydü. Batı kısmını sadece Lefi ile birlikte gezmiştim. Başka türlü
güvende olamazdım.
Bunun yanında bölge tam olarak tanımlanmamıştı. Hiçbir
şekilde kesin bir bilgi yoktu ve hem doğu hem de batı kısmında beni saniyeler
içinde katledecek bir sürü canavar bulabilirdiniz. Neyse ki, bu güçte bir
yaratığı bulabilmek için ormanın iyice içlerine gitmem gerekiyordu.
Lefi, hala yeterince güçlü olmadığım için çok uzaklaşmamamı
söylemişti ve ben de onun bu tavsiyesine canı gönülden uymuştum ama içimde bir
merak duygusunu da ateşlemişti. Bir tarafım deli gibi merak edip bakmak
istiyor, ama diğer yarım bu fikrin ne kadar kötü ve korkutucu olduğunu düşünüp
ciyaklıyordu.
DP min çoğu zindanın güney kısmındaki canavarlardan
geliyordu. Anahtar nokta: -du. Görünüşe göre Rir ve ben yanlışlıkla çok fazla
canavarı avlamıştık ve büyük ihtimalle tüm bölgenin ekosistemini bozmuştuk.
Birazcık.
Sonuç olarak zindanın güneyinde yaşayan canavarlar avlanma
bölgemizden uzaklaşmak için daha da güneye ilerlemişlerdi. Bunun sonunda daha
güneydeki yaratıkları daha güneye sürmüş, onlar başkalarını, onlar başkalarını
vs. Bir başka deyişle, bölgemde yaşayan canavarların çoğu bölge dışına
itilmişti, bu yüzden günlük kazandığım DP miktarı azalmıştı.
Daha güneye gitmek de bir seçenekti ama bunun tersini
yapmaya karar verdim. Güneyden çekilip başka bir yöne yönelmenin ekosistemin
kendini düzeltmesi için daha iyi olacağını düşündüm, bu yüzden de Rir ve ben
doğuya yöneldik. Bunu doğuya doğru genişlemek için bir fırsat olarak
değerlendirebilirdim.
***
“Boynuzlu kaplan görüldü.” Bir süre gezindikten ve birkaç
cesedin ardından Rir ve ben, kaplana benzeyen ama alnında bir unicorn boynuzu
olan bir yaratıkla karşılaştık. Bu aşırı gelişmiş kedi Rir’in varlığını
hissedince gürlemeye başlamıştı.
Ama varlığını hissettiği tek şey kurdum olmuştu. Yakında
ölecek olan bu kedicik beni fark etmemişti, çünkü artık Fenrir’in sırtında
değildim.
Boynuzlu kaplanlar acımasız ve ölümcül olarak bilinirdi ama
pek de öyle değillerdi. Yavaşlardı ve saldırıları neredeyse güçsüz denebilecek
seviyedeydi. Ben bile onlardan bir gram bile korkmuyordum. Hatta ormanda
gezinen dev tavşanları, onlardan daha tehlikeli görüyordum. Boy ve dayanıklılık
açısından zehirli tavşanlar ve boynuzlu kaplanlar birbirine benzer denebilirdi.
Ama boynuzlu kaplanların aksine zehirli tavşanlar gerçekten korkutucuydu.
Ayakları gerçekten çok hızlıydı. Temel stratejileri, düşmanın görüş açısından
kaybolacak kadar hızlıca hareket edip, zehirle kaplı dişleriyle tek bir ölümcül
darbe vurmaktı. Ölümcül demek ona bir hakaret bile sayılabilirdi.
Bir keresinde kendinden on kat büyük bir şeyi ısıran bir
zehirli tavşan görmüştüm. Bu manzarayı görmek gerçekten korkutucuydu. Isırdığı
parça on saniyeden az bir süre içinde renk değiştirmiş ve yaratık otuz saniye
içinde tamamen ölmüştü. Bu noktada rahatlıkla söyleyebilirim ki, dövüşte uzman
olanlar, her şeyde ortalama olanlardan daha zorluydu. Her neyse, bu kadar
tavşan muhabbeti yeter. Odaklan Yuki. Odaklan. Eğer dikkatini dağıtmaya devam
edersen bir sonraki saldırı hiç de eğlenceli olmayacak.
Tavşanla alakalı düşünceleri bırakıp, kılıcımı kaldırdım ve
dalışa geçtim. Boynuzlu kaplanın tepesine doğru ilerlerken kendimi yer çekimine
bıraktım. Turuncu orospu çocuğununun tam yanındayken kılıcımı indirip
kafatasını parçaladım. Geçmiş olsun kedicik.
Son ana kadar varlığımı hissetmemiş kaplanın beyni vahşi bir
şekilde patlamış, sonrasında yere yığılıp ölmüştü. Az önce Rir’le planladığımız
stratejiyi başarılı bir şekilde tamamlamıştım. Gerçi tam olarak bir strateji
denemezdi ama her neyse.
“Strateji” dediğimiz şey Rir’in hedefi üzerine çekerken,
benim gizlice yükselip, birden üzerine inerek kafasını parçalamamdı. Kurt,
hedefimiz daha ona erişemeden beni fark etmesi durumuna karşın önlem olarak
Devinimli Zincirler’i kullanıp hedefimizi sabit tutmuş ve her şeyin yolunda
gitmesini sağlamıştı.
Her ne kadar yer çekimine kendimi bırakmaktan memnun olsam da
yere balıklama dalmak orijinal planda yoktu. Yavaşça süzülüp, gizli bir şekilde
düşmanımıza yaklaşmam gerekirken, bir araba kazasına karışmanın nasıl bir şey
olduğunu ona yaşatmış oldum, ama Rir’in yarış arabası gibi hareket etmesi beni
buna itmişti. Adrenalinle dolup taşmış zihnim, son hızla yere dalıp santimler
kala durmanın gayet iyi bir fikir olduğunu düşünmüştü.
Uçmada her ne kadar Lefi kadar yetenekli olmasam da yine de
başaracağımı hissetmiştim ki bu da kendimi cesaretlendirip denememe neden
olmuştu. Ve bu yüzden, bombardıman uçağından bırakılmış koca bir bomba gibi
hızla yere doğru yönelmiştim.
Yavaşlayıp yumuşak bir iniş yapma girişimim tabii ki de
başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Hatta, yere çarpana kadar hızımı
değiştirememiştim bile. “Tekniğimin” başlangıcında Rir biraz paniklemişti. Yüzündeki
şaşkınlık ve kaygı karışımı ifade görülmeye değerdi. Doğruyu söylemek
gerekirse, o an ben de altıma sıçmıştım. Kurt, öleceğimi düşünmüştü.
Neyse ki vücudum bir İblis Lordu vücuduydu. O kadar
dayanıklıydı ki bu düşüş canımdan ancak bir puan götürmüştü. Neredeyse çizik
bile almamıştım. Ve bunun farkına vardığımda aynı zamanda frenleri köklemeyi de
bir kenara bırakmıştım. Yer çekimine kontrolü bıraktım ve tek bir mermi, sadece
hasar vermek ve yıkıma neden olmak için yapılmış bir araç gibi oldum.
“Teknik” kaba kuvvetin vücut bulmuş hali, sadece ve sadece
benim vücudumun özellikleri sayesinde olabilmiş bir şeydi. Ama tekrar yapmamın
sebebi bu değildi. Gösteriş yapmak umurumda değildi.
İstediğim tek şey eğlenmekti.
Her zaman eğlence parklarını, özellikle çığlık attıranlarını
seven bir tip olmuştum Aslında, şimdi bir düşününce, bu parklardan birinden
yapıp deli gibi para kazanabilirdim. Gerçi bunun için profesyonel birinden
olumlu eleştiri almak gerekirdi. Acaba reklam nasıl olurdu? “Kanatlarınızı açın:
eğlenceli, aile dostu bir serbest düşüş deneyimi! Şimdi deneyin ve yorumunuz
sınırlı sayıda üretilecek broşürlerde yer alsın!” Heh.
“Of lanet olsun... Yine mi?” Bir elimle üzerimdeki kan,
toprak ve organları temizlerken, diğerine bakıp kılıcımın kırıldığını fark
ettim. Kılıcımın keskin tarafı sap kısmından ayrılmıştı. Ah, bu gerçekten bir
sorun. Bu silah sıkıntısı için gerçekten bir şeyler yapmam gerekiyordu.
Zindanın alanına yeni bölgeler eklerken seçeneklerimi
değerlendiriyordum. Hala bir tabancam vardı ama onu doldurmak ciddi zaman
istiyordu. İyi bir koz olsa da hala bir tane ana silaha ihtiyacım vardı.
Her ne kadar kullanmak istesem de kılıçlar işe yaramıyordu.
Doğru düzgün kesemiyorlardı. Sebebin ben mi yoksa kılıçlar mı olduğundan emin
değildim ama tuhaf bir nedenden ötürü kılıçlar ve ben anlaşamıyorduk. Bir
şekilde uyumsuz hissettiriyordu ve şimdiye kadar kabul sayamayacağım kadar çok
kılıç parçalamıştım bile.
Bilgisizliğimi ve yeteneksizliğimin rol oynamasını kabul
etmeme rağmen kılıçlar yine de çok kırılgan geliyordu. Daha dayanıklı bir silah
yapana kadar da tüm gücümü kullanamıyordum. Ayrıca kullanması beklediğimden
daha da zordu. Ama başka ne kullanacağımı bilmiyordum... Ya da bir şey diyeyim
mi? Siktir et.
Katalogdan, kelimenin tam manasıyla bir demir külçesi satın
alıp omzuma yerleştirdim. Yani. En azından silaha benziyordu, bu yüzden işe
yaraması gerekirdi. Ayrıca, kılıçla bir şeyi kesmekten farklı bir şey olacaktı,
o yüzden neden olmasın, değil mi? Demir bir çubuk, keskin bir kılıç yerine küt
bir silahtı, bu yüzden kullanış şeklime göre daha etkili olabilirdi.
Ve böylece Rir’le birlikte daha çok av aramaya çıktık. Her
bir canlının hayatını sona erdirdiğimde talihsiz kurdun yüzü biraz daha
bozuluyordu. Düşmanlarımıza acımaya başladığı belliydi, ya da en azından
parçalanmış kalıntılarına...