Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Böcekler Tüylerinizi Diken Diken Yapar, Değil mi?
“Hassiktir!” Bir asit topağından kaçmak için başımı yana
çevirdiğimde refleks olarak bağırmıştım. “Hay sikeyim, neredeyse vuruluyordum!”
Sarımsı yeşil sıvı başımın hemen yanından geçip yakındaki
bir ağaca çarpmıştı. Şanssız bitki bu saldırı sonucu hemen ölmüştü. Gövdesinin
yarısı anında balçığa dönüşmüştü. Diğer yarısı da kendi ağırlığını
taşıyamadığından, kırılıp devrilmişti. Ah tanrım. Yüzüm de böyle olabilirdi.
Rir’le birlikte çaresiz bir kaçışın ortasındaydık. Arkamızda
bizi tam bir karınca ordusu kovalıyordu. Devasa, kocaman, aşırı büyümüş
karıncalar. Her biri en azından ortalama bir köpek kadardı.
Ve ordu derken, gerçekten bir orduyu kastediyordum. Bu altı
bacaklı kabuklulardan o kadar çok vardı ki, saymayı aklıma bile getirmemiştim.
Zaten zamanımı harcamak istemeyeceğim boş bir işti. Lanet böcekler bizi
kovalarken sanki önlerine çıkan her şeyi yutuyorlar gibiydi. Kimisi yerde,
kimisi havadaydı ama her iki türlü de sayıca bu kadar çok olmaları çevreye
zarar veriyor gibiydi. İzlemesi mide bulandırıcı bir görüntüydü. O kadar
çoklardı ki tüylerim diken diken olmaya başlamıştı.
Ama böyle başlamamıştı. Başta sadece birkaç tane vardı.
Görece zayıflardı, bu yüzden kolay av olduklarını düşünmüştüm. Ama ilk grubu
öldürür öldürmez daha büyükçe bir grup anında belirmişti. Sonra üçüncü, sonra
dördüncü vs. diye devam etti. O zaman pek düşünmeden hareket ediyordum.
Saflığım baskın gelmişti.
Öldürdüğüm her birinin yerine birden fazlası gelmişti.
Sadece bu olsa bir sorun olmazdı. Eninde sonunda hepsini öldüreceğimi
düşünüyordum. Ama beklediğim son hiç gelmemişti. Ne kadar öldürürsek öldürelim
sayıları tükenmiyordu. Bir süre sonra Rir’le kendimizi, beklentimizin dışında
ve bizi aşan bir güçle karşı karşıya bulmuştuk, bu yüzden kaçmaya başladık.
Ama bir problem daha vardı.
Rir hızlıydı. Maraton koşucusundan çok bir sprinterdi, ama
sonuçta bir fenrirdi. Hızı kuşku duyulamayacak seviyedeydi. Diğer canavarlarla
yarışsa, diğerleri başlangıç noktasından çıkana kadar varış noktasına varırdı.
Ama inanılmaz hızına rağmen Rir, karıncalardan kaçamıyordu.
Hala kuyruğunun dibindelerdi.
“Hey, ahh, inmemi istemediğine emin misin!?” Koca kurdu
yavaşlattığımdan emindim, ama endişelerimin yersiz olduğunu belirten bir
hırıltı çıkardı. İkimiz de onun benden daha hızlı olduğunu biliyorduk. Ve
aralarında uçanların da olduğunu düşündüğümüzde, kurdun sırtında kalmazsam,
karıncaların beni köşeye sıkıştıracağından ve parçalara ayırıp yiyeceklerinden
emindim. Bu düşünce tüylerimi ürpertmişti. Ah tanrım. Neden bunu düşünüp hayal
etmek zorundaydım ki? Off...
“P-Pekâlâ.” Rir’in sırtında fırıl fırıl dönmeden önce kafamı
sallayıp hayal gücümün yarattığı görüntüden kurtuldum. Görünen o ki, bu genç
fenrir öleceği anlamına gelse bile olabildiğince uzun süre beni taşımaya
kendini hazırlamıştı bile. Sahibi olarak, boş boş oturup tek cesur olanın o
olmadığını gösterecektim. “O zaman, sanırım neyim var neyim yok sergilemem
gerekiyor.”
Şimdi yüzümü bizi kovalayan orduya doğru dönmüştüm, sadece
bu bir işe yaramazdı. Tabancamda mermi kalmamış, ve elimdeki demir sopa da...
sıradan demir bir sopaydı işte. Sun Wukong’un Ruyi Jingu Bang’ının aksine,
düşman ordularını tek bir hamleyle süpürecek şekilde aniden uzamazdı. Gerçi öyle
olsun isterdim. Bu her şeyi kolaylaştırırdı.
Bir bakalım... Evet, ah, sanırım tüm seçeneklerimi
tüketmiştim. N’apalım. Büyü zamanı, sanırım. Henüz gerçek bir savaşta büyü
kullanmamıştım ama beklenmedik sonuçların çıkmayacağından emindim. Ninem bir zamanlar
bana, kendime inanırsam her şeyi başarabileceğimi söylemişti. Gerçi ninem
yoktu. Lmao.
Kararımı verdikten sonra, manamı topladım ve son birkaç
gündür üzerine çalıştığım büyüyü yaptım. Üç devasa Çin ejderhası önümde
cisimleşti. Uzun kıvrımlı gövdeleri sudan meydana geliyordu. Özellikle küveti
doldurmak için ısıttığınız sıcaklıktaydı, gerçi bu kısım çok önemli değil.
Berrak ve özel formları hayal gücümün daha da geliştiğini
gösteriyordu. Bir dakika, bu daha şizofrenik bir hale döndüğüm anlamına gelmez
mi? Sıçayım.
“Alın bunu sizi yavşaklar!” Korkularımdan sıyrılıp, üç
ejderhayı birden peşimizdeki orduya doğru saldırıya geçirdim. Bir şimşek gibi
atılıp birkaç tane karıncayı bütün halde mideye indirdiler.
Öyle gözükmüyor olsa da bu ölümcül büyüyü yapmak çok da zor
değildi. Hedeflerini yutan ejderhalar sonra dolanmaya başlıyorlardı.
İçlerindeki yüksek hızlı akıntılar girdaplar oluşturarak bir yandan düşmanların
kaçmasını engellerken bir yandan da yüksek basınç kesikler oluşturuyordu. Hatta
suyun içine biraz kum karıştırıp etkisini artırmıştım, böylece saldırının gücü
de artmıştı. Basınçlı kesiciler onları parçalara ayıramazsa, güçlü akıntılar
onları boğacaktı.
Doğruyu söylemek gerekirse büyünün şeklinin pek de bir
mantığı yoktu. Görüntülerinin böyle olmasının tek sebebi, gözüme hoş
gelmesiydi. Ne diyeceğim biliyor musun? Lefi’nin bunu görmesi lazım. Yeni bir
şey bulursam değerlendirmek için ona göstermemi söylemişti ve eminim
görüntüşünü hesaba katarsak, tam puan alacağımdan eminim. Sonuçta hem sanatsal
hem de çok güçlüydü. Ne yanlış gidebilirdi ki?
Rir’in sırtında oturmuş, düşüncelerimde kaybolmuş bir
haldeyken, ejderhalar işlerini yapmış ve karıncaların büyük bir kısmını
temizlemişlerdi. Bunu görünce kollarımı birleştirdim ve kibirli bir şekilde gülmeye
başladım.
“Muhahahaha! Girsin size böcekler! Çökün! Önümde d-diz...”
büyüye yakalanmamış karıncaların bana doğru yaptığı asitli karşı saldırıyı
görünce gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. “Hay sikeyim! Tanrım, özür dilerim!
ÖZÜR DİLERİM!!”
Kontrolü kaybetmiş bir şekilde çığlık atmaya ve hararetli
şekilde özür dilemeye başlamıştım ama bir işe yaramıyordu. Bozuk renkli, formik
asite benzeyen saldırılar bize doğru gelmeye devam ediyordu.
“Biliyor musun? Hepinizi sikeyim. Siz yavşaklar sadece
karıncasınız! Karınca! Bana denk değilsiniz!”
Su ejderhaları yaratmaya ve onları peşimizden gelen orduya
atmaya devam ettim. Her ne kadar avantajlı bir pozisyonda olsam da, durumum pek
iyi değildi. Büyülerim istediğim şekilde çalışıyordu ama hepsini yok edene
kadar manamı tüketecektim. Çok fazlalardı.
Büyü, daha esnek ve uyumlu olmalıydı ama sürekli kullandığım
bu büyü dışında başka bir şey üzerine çalışmamıştım. Durumla baş edecek gücüm
ve tecrübem yoktu. Hay sıçayım. Böyle bir şey olacağını bilseydim repertuarımı
genişletmeye daha çok zaman harcardım. Lanet olsun, ne yapabilirim? Onları
yavaşlatabilecek bir şeyim var mı? Bir dakika! Var tabii!
Envanterimi açtım ve bir canavar yığınını alıp arkamızdaki
şerefsizlere doğru attım. Her ne kadar iyi bir yiyeceği mahvettiğimi bilsem de
birkaç kez tekrarladım. Karıncalar başta cesetlerden kaçıyordu, ama ne
olduklarını farkedince durmaya başladılar. Bir süre sonra etlerin başına üşüşüp
tıkınmaya başladılar. Ahhh... Bu beklediğimden daha etkili olmuştu. Tamamen
duracaklarını düşünmemiştim.
“B-Bunu hesaplamıştım.” diye kekeledim. “Hadi gidelim Rir!
Bu bok çukurundan kaçmamız gerekiyor.”
Bölgeyi terketmeden önce, blöfümü fark eden beyaz koca kurt,
dalga geçercesine gülümsemişti.
“Vay be...” sonunda karıncalar gözden kaybolunca derin bir
nefes alabilmiştim. “Hay sıçayım, bu bayağı yorucuydu. Bu günlük bu kadar
diyelim.”
“Hav.”
“Evet, sen de öyleydin. Orda gayet iyi iş başardın oğlum.”
“Hav?”
“Bir şey diyeyim mi? Beni mağaraya kadar götürürsen çok
işime gelir. Hatta. İstiyorsan gece bizimle kalabilirsin.” Bir anlığına durup
gerinerek sertleşmiş omzumu gevşetmey eçalıştım. “Dostum, şu lanet
karıncalar... Yemin ederim, birini sonsuza kadar travma sahibi yapacak kadar
çok fazla karınca vardı.”
“Hav?”
“Doğru dedin. Muhtemelen yakınlarda bir yerde bir karınca
yuvası var.”
Elimi çeneme koyarak, Japonya’dayken televizyonda gördüğüm
karınca yuvalarını hatırlamaya çalıştım. Her ne kadar küçük karıncalar yapmış
olsa da, yuvalarının boyları ortalama bir insan boyunda vardı. Yani, az önce
uğraştığımız karıncalar muhtemelen bir dağın içinde falan yaşıyorlardı. Aslında
şöyle bir düşününce, bu yuvayı bulup zindanın bölgesine katmam bana deli para
kazandırırdı. Ama aaah.... Yok yok. Oraya tekrar gideceğimi sanmıyorum.
Böceklerden özellikle nefret etmesem de bu kadar fazlasına
maruz kalmak bütün tüylerimi diken diken yapmıştı. Bu devasa karıncalardan o
kadar korkmuştum ki bir yere çıkıp yok olsalar dünyanın nasıl daha iyi bir yer
olacağıyla ilgili atıp tutardım. Aklıma geldi, sürekli bunun gibi dev
böceklerden kim kaçıyordu biliyor musunuz? Indiana Jones. Şahsen tecrübe
edince, adama tekrar saygı duydum. Başından onca şeyi düşününce, gerçekten çok
sağlam biri olmalıydı.
“Silah depomu cidden daha da genişletmem gerekiyor
sanırım...” Rir, nazik bir şekilde beni eve taşırken düşüncelere dalmıştım.
Daha fazla silaha ihtiyacım vardı. Şimdiye kadar sadece yeteneklerimle idare
ediyordum ama şu lanet böcek sorunu gösterdi ki, tüm zayıflıklarımı gidermiş
değildim. Ölmek istemiyorsam, böyle kalabalık düşmanlara karşı cidden bir şeye
ihtiyacım vardı. Büyü iyi güzel, üzerine daha çok çalışacağım ama sanırım diğer
seçeneklere de göz atmam gereki. Bir şey diyeyim mi? Eve döner dönmez, vaktimi
tamamen kullanabileceğim bir şey bulmaya ayıracağım.
***
Lefi’ye birkaç gün önce geliştirdiğim su ejderhası büyümü
göstermeyi bitirmiştim.
“... Yuki, bir sorum var.”
“Sor bakalım.”
“Büyünü ejderha şeklinde yapmanın özel bir sebebi var mı?”
“Yoo, özel bir sebebi yok.”
“Tercihlerin...” nasıl hissettiğini doğru kelimelerle ifade
etmek için bir süre durdu. “Bayağı tuhaf.”
Evet... Bu konuda haksız diyemem.