Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Kaza
Beş duyumdan üçü ağır saldırılara maruz kalıyordu.
Kulaklarım, tatlı kızın boğazından çıkan yoğun sese dahanmaya çalışırken, vücut
sıcaklığı onun derisinden bana doğru aktarılıyordu. Sadece bir çocuk olmasına
rağmen, vücut sıcaklığı standart vücut sıcaklığı otuz altı buçuk dereceden
yüksekti; dokunduğu zaman hissettiğim sıcaklık yüzünden alev alabilirdim. Ama
saldırıların en güçlüsü koku duyuma yapılandı. Vücudundan yayılan tatlı koku
beni derin nefes almaya ve olabildiğince fazla içime çekmeye itiyordu.
Bitmeyecekmiş gibi gelen uzun bir sürenin sonunda, tatmin
olmuş gibi içini çeken Illuna boynumdan ayrılmıştı. Teşekkürler Yuki! Bu
gerçekten çok lezzetliydi!”
Ağzını temizlerken bir yandan gülümseyen vampir çok
mutluydu. Ve tam o anda kendime gelmiştim. Yanaklarından kanın akışı öyle
çekiciydi ki kaybolana kadar bakakalmıştım. Mutluluğu ve dehşet verici bu iki
sahne arasındaki fark şeytanın, küçük, tatlı bir halde vücut bulması gibi bir
şeydi. Daha küçük bir halinin omzumda oturup kulağıma ahlaksız teklifler
fısıldayacağını neredeyse kafamda canlandırabiliyordum.
“H-Her zaman.” Kızın bana gösterdiği minnettarlığı gözlerimi
ondan kaçırarak yanıtlamıştım. Mental yorgunluğun bir göstergesi olarak sesim
yavan ve kısık çıkmıştı. Lanet olsun. Bu kan emme işini yapmak zorunda olmaktan
nefret ediyordum. Yani, beni yanlış anlamayın. Kanımı Illuna’ya vermek
istemediğimden değil ama tüm olay mental savunmamı zorluyormuş gibi
hissediyordum. İşini bitirene kadar kendimi kontrol etmek kolay bir şey
değildi. Cehennemin kapılarına sürüklenmekten kendimi alıkoymak daha kolay
olurdu.
Dostum, Illuna korku vericiydi. Asla klasik Japon kalıbı
olan “Loli’ye evet, ama dokunmak yok.” kalıbını savunan “beyefendi”lerden
olmamıştım ama onun büyüsüne karşı koymak inanılmaz zor geliyordu.
“Kanını çok seviyorum! Gerçekten çok lezzetli ve onu içmek
beni her zaman mutlu ediyor.” Kendi metaforik hayallerim yüzünden titrerken
Illuna anlatmaya devam etmişti. Sesi mutlu ve bilmediğim bir sebepten ötürü
yaşlı bir akrabamın küçük kardeşleri tarafından yapılmış bir yemeği övmesini
anımsatmıştı.
“Kanın kaynağı, tadını o kadar değiştiriyor mu gerçekten?”
“Mmh! Kesinlikle!” Genç vampir söylediğini vurgulamak için
olabildiğince çömelip, ayaklarını ve kollarını olabildiğince gererek
doğrulmuştu. Çok sevimliydi. “Kanın gerçekten çok iyi, tadı çok yumuşak.
Boğazdan geçişi de çok yumuşak! O kadar iyi ki sanırım bağımlısı oldum! Ve en
iyi yanı da kanını içimde hissetmek gerçekten içimi ısıtıyor ve beni mutlu
ediyor!”
“A-Anladım. Sanırım bunu bir iltifat olarak kabul
etmeliyim.” Gülmeye çalıştım ve başımı salladım. Bu kadarı yeter, mola ver
küçük kız. Böyle şeyleri herkesin içinde söylememen gerek. Başka birisi duyarsa
beni direkt mahkemeye çıkarırlar.
“Tamam! Doyduğuma göre, dışarı gidip oynayacağım!”
“Tamam, iyi eğlenceler. Çok uzağa gitme. Ve hava kararmadan
eve gel, tamam mı?”
“Tamaaam!”
Küçük kız taht odasından çıkarken enerjik bir şekilde cevap
vermişti.
Döneceğini söylese de dönmemişti.
Güneş batalı çok olmasına rağmen...
***
“Onu bulabildin mi Rir!?” Kurt odaya girer girmez ona doğru
koşup sorgulamaya başlamıştım. Rapor vermeye niyeti var gibiydi ama sorumu
cevaplamak için onu bir kenara atmıştı; özür dilercesine başını sağa sola
sallamıştı.
Sikeyim! Aklım panikten çıkmak üzere bir halde sövüp
dişlerimi sıkmıştım. Nerede hata yaptım? Daha katı mı olmalıydım? Ne istediyse
yapmasına izin verdim, neden şimdi bu oluyordu ki!? Hay sıçayım!
Endişeli olduğu belli olan Shii, gerginliğimi azaltmaya
çalışır gibi bana sokuluyordu.
“Evet, haklısın Shii. Her şey düzelecek.” Derin nefes almaya
başladım. Tamam Yuki, sakin ol. Paniklemenin kimseye bir faydası yok.
“Pekala. Özür dilerim. Az önce bana bir şey söylemeye mi
çalışıyordun Rir?” Kendimi tamamen yatıştırdıktan sonra konuşmaya başlamıştım.
Illuna’nın kokusunu takip eden Rir kendi başına bir yerlere
gitmediğini öğrenmişti. Bir grup insanın kokusu birden onun kokusuyla karışmış
ve koku ormanın dışına doğru ilerliyordu. Bir başka deyişle, vampir kız
kaçırılmıştı. Rir, orman sınırının dışına ilerleyen, bir tür vagon ya da at
arabası gibi bir şeyin nispeten taze izlerini bulur bulmaz fikrimi sormak içim
hemen zindana geri koşmuştu.
İyi düşünmüştü. Kaçıranların tam olarak ne kadar uzakta
olduklarını bilmenin imkanı yoktu. Büyük bir şehre ulaştılarsa Rir’in onu geri
getirirken zorlanacağından şüphem yoktu. Efsanevi bir yaratık, bir fenrir
olmasına rağmen, özellikle genç bir fenrir olduğu da düşünüldüğünde, onun da
sınırları vardı.
Illuna’nın kaçırılması gerçeği midemi bulandırsa da diğer
seçenekten daha iyi bir şey olduğu belliydi. Eğer bir tür canavar tarafından
saldırıya uğradıysa çok geç kalmış olabilirdik. Kaçırılmış olması hala onu
kurtarmak için şansımız olduğu anlamına geliyordu. Ama böyle bir şeyi kim
yapabilirdi ki?
Kısa bir anlık düşünce bile beni bir sonuca ulaştırmıştı.
Ormanın derinliklerindeydi. Ormanın iç bölgesine yakın bir yerdeydik ve ayrıca
haritayı sürekli kontrol ettiğimden Illuna’nın taht odasının yakınlarında
olmayı tercih ettiğini biliyordum. Ara sıra ormanın içine ilerlese de hiç
uzaklaşmazdı. Kaçıranlar onu bulmuş olmalıydı, tam tersinin olması imkansızdı.
İnsanlar hem Lefi’nin bölgesinin hem de etrafındaki ormanın
ayak basılmamış olduğunu düşünüyordu. Bölgeye girmenin tehlikeli ve uzak
kalmanın kendileri için en iyi şey olduğunu biliyorlardı. Birinin bu kadar
derine sebepsiz bir şekilde gelmesinin bir manası yoktu. Kaçıranlar bir şekilde
Illuna’nın burada olduğunu biliyor olmalıydı. Hedefleriin vampir kız olduğu çok
belliydi. Bir başka deyişle, sorumun olabilecek tek cevabı kaçıranların köle
tüccarı olduğuydu. Zindanın bir sakini olmadan kısa bir süre önce Illuna’nın
kaçtığı kişiler onlardı.
Sorumluyu bulunca, neden kaybolduğu da belli olmuştu.
Tehlikeli canavarlarla dolu bir ormanda bu kadar ileri gitmenin tek sebebi genç
vampirin güzelliğiydi. Onu gerçekten iyi paraya satacakları çok belliydi. Hatta
alıcıyla çoktan anlaşmışlardı ve belki de alıcı kızı bekliyordu. Ve bu... kötü
olurdu. Cidden kötü olurdu. Eğer birisi çoktan onu bekliyorsa, sabaha çoktan
elimden kayıp gitmiş olurdu.
“Lefi, etrafta hiç insan yerleşimi var mı?”
“Güneydoğu tarafında bir tane var. Eğer hafızam beni
yanıltmıyorsa, uçarak aşağı yukarı iki saat sürüyor.”
İki saat mi? Bu kadar mı?. Oh, bir dakika. Uçarak gitmek,
kaçınman gereken şeyler olmadığı anlamına gelir, yani bu kuş uçuşu süresi
olmalıydı. Öyle düşününce mantıklıydı.
“...”
Düşüncelerime devam etmeyi istiyordum ama ani bir kara,
çamursu bir duyguyla uyarılmıştım. Sizi. Piçler. Hepinizi Sikeyim! Illuna’ya dokunmaya
nasıl cüret edersiniz!? Sizi öyle bir sikeceğim ki öldürmem için bana
yalvaracaksınız!
İçimde kaynayan nefret, envanterimi açıp içinden çıkardığım
şeyle çiçek kılıcın halefini yaparken, etrafımı kırmızının bir tonuna
boyamıştı. Özel bir şekli yoktu, ama kılıç hem güç hem de ağırlık açısından
istediğim gibiydi. Birkaç insanı parçalara ayırmak için yeter de artardı. İsmi,
Mor Oymalı Bıçak’tı. Efsunlama yeteneğimi bir seviye yükselterek öğrendiğim
büyü halkasını ona işleyebilmiştim: Zayıf Zehir Bulaştırmak. Büyü, kılıca mana
aktararak aktifleştirilebiliyor, ardından kılıç, kestiği şeye zehir
bulaştırabilme yeteneği kazanıyordu.
Her ne kadar isminde “zayıf zehir” geçse de güçsüz anlamına
gelmiyordu. Asıl adiliği veriminden geliyordu. Yani, zehrin zayıflığı, kılıca
aktarılan mana miktarıyla ilgiliydi. Ve bu miktar değişkendi. Devasa mana
havuzumu kullanıp kılıcı aşırı yükleme yapabildiğimi zaten doğrulamıştım.
Denerken, zehir öyle güçlü hale gelmişti ki kestiğim yerin etrafı aniden morun
bir tonuna dönmüştü. Beklentiyle yanıp tutuşuyordum. Daha yüksek verimliliğe
sahip bir zehir büyüsünün bir kılıcı ne kadar güçlendireceğini görebilmek için
sabırsızlanıyordum.
“Pekâlâ, hadi gidelim Rir. Illuna’nın kokusunun ne tarafa
doğru gittiğini bana göster bakalım. Sana gelince Shii, senden evde kalmanı
istiyorum.”
Yapışkan, itiraz eder şekilde titremişti.
“Nasıl hissettiğini biliyorum, ama böyle olmak zorunda.
Üzgünüm.” dedim. “Ama merak etme. Onu eve sağ salim getireceğim.”
Canavarlarıma emirler verdikten sonra ejder kıza döndüm.
“Lefi, bana bir iyilik yapıp bizimle gelebilir misin?”
“Aksini düşüneceğini anlamadım. Evimin genç üyesinin,
ailemden birinin hayatından ben de endişeleniyorum.” Sakinleşmiş bir öfkeyle
gözü kapalı bir şekilde kollarını kavuşturmuştu. “Ben de saldırganlara
karşılığını vermek istiyorum. Ama senden beklemeni isteyeceğim.”
“Beklemek mi? Ne için?”
“Bunu birazdan anlayacaksın.” Mağaranın ağzına dönerken
korkusuz bir sırıtış Lefi’nin yüzünde belirdi. "Ne kusursuz bir zamanlama.
Tam zamanında geldiler. Etrafımızda olanları topladım.”
“Neleri topladın?”
“Beni izle.”
“???”
Lefi’nin nereye varmak istediğini anlayamasam da dediği gibi
yapıp onu mağaranın girişine kadar izledim. Baktığı yeri incelerken... ufukta
bir takım noktalar gördüm. Başta ne olduklarını anlayamamıştım. Ama yeterince
yaklaştıklarında onları tanıdım. Ejderhalar. Lefi, ejderhaları çağırmıştı.
O kadar çoklardı ki, büyüklükleri gökyüzünü kaplamaya
yetmişti. Hiç biri ne bir küçük ejderha ne de diğer drakonik alt türlerdendi.
Hepsi gerçek ejderhalardı. İstatistikleri, ormanın en güçlü yaratıklarının,
ormanın batısında hüküm süren yaratıkların ayarındaydı.
“Kim onlar?”
“Sanırım onları nitelendirecek en doğru kelime... tebaam
olurdu. Illuna’nın yerini bulabilmek için onların yardımını almanın yardımcı
olabileceğini düşündüm. Ama, hedeflerimizde ufak değişiklikler oldu gibi.”
Gümüş saçlı kızın yüzünde kendinden emin bir gülümseme belirmişti. “İnsanlar
genellikle kendilerinden çok daha güçlü varlıkları tanımlamak için fazla
aptallar. Eminim kapılarına öylece gitmemizin bize bir zararı olmaz, aksine
onlara karşı elimiz daha da kuıvvetlenir.”
Demek bunda zaman yaptığı şey buydu. Lefi’nin öylece oturup
sessizce zaman geçirdiğini düşünmüştüm ama kendini de aramamıza dahil ettiği ortaya
çıkmıştı.
“Lanet olsun sana Lefi.” Yüzümde yarım bir gülümseme
oluşmuştu. “Esaslı bir kadınsın gerçekten.”
“Ve bunu şimdi mi anlıyorsun?” O da yarım bir gülümsemeyle
karşılık vermişti. “Zamanı geldi.”
Bunu inkar edemezdim. Dediklerinde haklıydı. Lefi gerçekte
her zaman çok yardımcı olmuştu.
“Şimdi Yuki, izin verirsen küçük bir kardeşimiz olan kızı
gidip almamız gerekiyor değil mi?“
“Evet, hadi gidelim. Sana güveniyorum ortak.”
Ejderhalara dönmeden önce, ejder kızın verdiği tek karşılık
o korkusuz gülümsemesi olmuştu.
Sabret Illuna.
Hemen geliyoruz. Söz veriyorum.