Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Alfyro’da Arbede
“Öff...” Alfyro’nun başkanı, kapısının yumruklanma sesine
uyandı. “Nedir bu patırtı?”
“Başkan Raylow! Uyanık mısınız?! Acil bir durum içindeyiz!”
Tanıdık bir ses kapının arkasından Raylow’a sesleniyordu. Emrindekilerden
birine, bir danışmanına ait bir sesti bu.
“Bu sefer ne oldu? Saldırı altında mıyız? Bir grup canavar
mı?” Ayağa kalkan derebeyi bir yandan eliyle yüzüne bastırmıştı.
“Aynen öyle! Yüz canavarlık bir grubun bize doğru uçtuğu
görülmüş. Görünüşe göre Uğursuz Orman’dan geliyorlar!”
Danışmanın sözleri sonrasında Raylow’un gözleri fal taşı
gibi açılmıştı; tüm uyku sersemliği aniden kaybolmuştu.
“Cık.” Başkan rahatsızlığını gösterecek bir ses çıkarmıştı.
“Demek sonunda başladı. Uçtuklarını söyledin değil mi? Küçük ejderler mi?”
“Hayır efendim.” Danışman biraz tereddüt ettikten sonra
raporunu vermeye devam etti. “Gözlem Kristalini kullanan adamlarımız
saldırganların kimliklerini belirledi. Hepsi Tam Ejderhalar.”
“Ne!?” Raylow’un çenesi şaşkınlıktan açık kalmıştı.
Tam Ejderha terimi, ejderha ırkına mensup yetişkinler için
kullanılan bir terimdi. Bir başka deyişle, dünyanın en güçlü yaratıklarını
tanımlayan sözdü. Tam ejderhalar öyle güçlüydü ki, bir tanesini indirebilmek
için bile tek kişilik ordu diye nitelendirilen adamantit seviyesindeki
maceracılardan bir gruba ihtiyaç duyuluyordu. Ve şu anda bu ejderhalardan yüz
tanesi şehre yaklaşıyordu.
Uzun süre düşünse bile tahmin etmesi zor, eğer bir çözüm
bulamazsa sadece bu şehri değil tüm ülkeyi tehdit edecek kadar kötü bir
senaryoydu bu.
“Tüm askerleri ve beklemede olan maceracıları görev
yerlerine çağırın. Hepsini toplayıp
savaşa hazırlayın. Halkı durumun aciliyeti hakkında bilgilendirin ve hemen
şehri boşaltmalarını sağlayın!”
Danışman, başkanın odasından fırladı ve emirlerini
olabildiğince hızlı bir şekilde yerine getirmeye başladı. Hemen akabinde tüm
köşk de onu takip etmeye başladı.
Diğer elemanları gibi başkan da doğrudan işe girişmişti.
Yataktan çıktı, basit, bol bir kıyafet giydi ve hemen ofisine yöneldi.
Raylow, bir şey olduğundan emindi. Uğursuz Orman’ın içindeki
tuhaflıklarla ilgili raporlar almıştı. Ve böylece emrindeki asker sayısını
artırmıştı. Ama güçlerindeki artışa rağmen yüz tane ejderhaya karşı
koyabileceklerinden emin değildi.
Ama yine de umut ediyordu. En azından halkı tahliye edene
kadar dayanabileceklerini umuyordu.
Bu gecenin son gecesi olduğunun farkındaydı. Yine de ofisine
koşturuyordu. Yönetimi ele almak için. Ve gerekirse trajik kahraman rolünü
üstlenmek için.
***
Ejderhalar ay ışığıyla aydınlanmış gökyüzünde
süzülüyorlardı. Beklediğimin aksine gayet düzenlilerdi. Öyle mükemmel bir
koordinasyonları vardı ki, tek bir bilinç altında, bir bütünün parçası gibi
hareket ettiklerini düşünmeme neden olmuştu.
Ejderhalar Lefi’nin dediklerini harfiyen yerine getiriyordu.
Ondan çok korktukları için olsa bile, üzerlerinde bu kadar etkili olmalarından
etkilenmiştim. Buradaki her bir yaratık, her ne kadar tek başlarına bile güçlü
olsalar da, türlerinin en güçlüsünün yanında hiçbir şeylerdi. O ve diğerleri
arasındaki fark öyle fazlaydı ki, tek bir hamlede herhangi birini
harcayabilirdi. Bu yüzden hiçbiri ona karşı çıkamıyordu. Bu düşünce
akıllarından bile geçmiyordur muhtemelen. Bu dünyanın olayı da bu. Güç her şey
demektir; çok güçlüye itaatsizlik zayıflar için pek mantıklı bir şey değildi.
Altımızda Rir vardı. Kurdun hızı tanrısaldı. Her ne kadar
yerden takip ediyor olsa da ejderhalara ayak uydurmakta sorun yaşamıyordu.
“İşte orada!” İnsan yerleşimini, şehri ufukta görünce bağırmıştım.
Hala uzaktı. Eğer hala insan halimdeki gözlere sahip olsaydım bu kadar uzağı
hiçbir zaman göremezdim.
Şehrin çevresi sağlam bir dış duvarla çevriliydi. Bir surla.
Yerleşim oldukça büyüktü. Beklediğim ufak kasabadan daha büyük bir yerdi. Ve
gece yarısı olmasına rağmen şehir hala canlıydı. Şehrin büyük kısmı aydınlıktı
ve insanlar sokaklarda acele acele hareket ediyorlardı. Duvarların dışında tam
techizatlı bir bölük asker duruyordu. Yeterince uzak olmamıza rağmen
geldiğimizi çoktan görmüşlerdi. Muhtemelen bizi görecek ya da fark edecek bir
tür cihaza sahiplerdi.
Öyle ya da böyle, başka dünyadaki bir şehirle karşı
karşıyaydım. Ah.. Burayı başka bir durumda ziyaret etmek isterdim. Demek
istediğim, arkamda bir ejderha ordusu olmadan.
“Yuki.” Ejderlerin önündeki Lefi yerini bırakıp yanıma
gelmişti. Uçuyor olmasına rağmen hala insan formundaydı.
“Evet?”
“Pek seçeneğim yok ama kabul etmeliyim ki gücümü bu
yerleşimdeyken kullanmam pek akıllıca olmaz. Eğer burayı yerle bir edersem,
Illuna da yok olacaktır. Küçük hanımı tek başına getirmek zorunda kalacaksın.”
“Anladım. Ama ben aşağıdayken ejderhaları kontrol altında
tuttuğundan emin ol, tamam mı?”
“Zaten benim de niyetim tam olarak öyle.”
Lefi bunları söylerken şehrin duvarlarının üzerinden
geçmiştik, bu yüzden onu başımla onaylayıp kanatlarımı katladım ve bana doğru
rastgele atılmış ok ve büyü yağmurunu savuşturup şehre doğru inmeye başladım.
İner inmez toz bulutunun eşlik ettiği bir ses çıkmıştı.
Çarpmanın etkisi tüm vücuduma yayılmıştı ama umursamadım. Sonra Rir geldi.
Duvarları kolaylıkla şmış ve çatılardan atlaya atlaya yanıma gelmişti.
“Kokusunu alabiliyor musun Rir?”
Onaylayan bir hırıltı çıkararak başını, az önce aştığımız
duvarın aksi yönüne doğru çevirdi.
“Mükemmel. Yolu göster!” Kollarımı boynuna dolayıp tek bir
hamlede sırtına bindim. Yerleştiğimden emin olan kurt tam hızla ileri
atılmıştı. Silahlı adamlar, şehrin askerleri biz ilerledikçe yanımızdan
geçiyordu ama umurumuzda değildi.
Amaçları indiğimiz yeri araştırmaktı.
Ve bizimki de Illuna’yı kurtarmak.
Sadece bu.
Onlarla savaşmanın ya da onları etkisiz hale getirmenin pek
bir anlamı yoktu.
***
Rir için çatı çatı gezip Illuna’nın kokusunu takip edip
kaynağını bulmak birkaç dakika sürmüştü.
Kendimizi etraftaki evlerden daha büyükçe olan bir evde
bulmuştuk. Buranın sahibinin nüfuzlu biri olduğu belliydi.
Sonunda gelmiştik. Nefretimi baskılamak için gözlerimi
kıstım. Burası... çocuk kaçakçılığı yapan orospu çocuklarının işlerini
yürüttüğü yerdi.
Ama yapamamıştım.
Rir’in sırtından inerken vahşi bir çığlık atmıştım. Havada
büyük kılıcımı çekip binanın girişine geçirdim. Zayıf ön kapı saldırının
etkisiyle tamamen parçalanmıştı.
“Noluyor lan!?”
“Hay sıçayım! Bu ne demek oluyor ve sen de kimsin!?”
Yaptığım ani girişten şaşırmış iki kaba adam bana bağırmıştı
ama onları umursamadan etrafı aramaya başladım. Giridğim yer bir tür mağazanın
içerisine benziyordu. Dostum, buranın dizaynını kim yaptıysa gerçekten boktan
bir zevki vardı.
Duvarlar, eşyalar ve süslemeler bomboktu. En kötüsüyse tam
da üst kata çıkan merdivenlerin hemen yanında duran aptal, süslü avizeydi. Tam
da sonradan görme birine ait bir evde göreceğiniz türden bir şeydi.
Galiba adamları tam da kaçarlarken yakalamıştım--ya da en
azından kaçmaya hazırlanırlarken. Maganda oldukları çok belliydi.
Görünüşlerinden anlamasanız bile hareketlerinden anlayabilirdiniz. Genç
bakirelerin boynuna takılı rahatsız metal tasmalara bağlı bir sürü zinciri
etrafta çekiştiriyorlardı.
Her ne kadar Illuna aralarında olmasa da bu sahne beni
sinirlendirmeye yetmişti. Öyle öfkeliydim ki dişlerimi sıkmıştım. Önce
Illuna’yı kaçırdınız. Ve şimdi bana bunu gösteriyorsunuz. Hepinizi sikeyim.
Hepinizi tek tek sikeyim. Siz gavat orospu çocuklarının beni daha da delirtmek
için başka planları var mı?
“Yap hadi. Şimdi!” Adamlardan biri, muhtemelen liderleri,
yandaşlarına belirsiz bir emir vermişti. İşlerinin nasıl yürüdüğünü
bilmediğimden, beni işleri için bir tehdit olarak algılayıp onlara saldırma
emri verdiğini anladım .
Birkaç adam tutsak kızları ite kaka bir odaya tıkarken
diğerleri silahlarını çekip hep birden bana saldırmışlardı. Sanırım birkaç
serseriyi öldürmenin kimseye zararı olmazdı.
En yakın adam topuzunu başının üzerine kaldırıp bana doğru
atladı. Arkadaşlarından biraz daha iyiydi ve eğer saldırısı isabet etseydi
listesine bir kişiyi daha eklerdi. Anahtar kelime: eğer. Kollarını indirene
kadar geri çekilmiştim. Kılıcımı tek elle kaldırıp sakin bir şekilde savurdum.
Başını gövdesine bağlayan aciz et parçasını keserken hem
yırtılan eti hem de parçalanan kemikleri hissetmiştim.
Kanı neredeyse her yere bulaşmıştı. Ve tabii ki bana da.
Adamın kafası yerde yuvarlanırken çeneme bir miktar kan sıçramıştı.
Dostlarından birinin aniden ölümünden dolayı sarsılmalarına
rağmen adamlar sinirli bir şekilde bana bağırmaya devam ettiler. Sadece bir
anlığına korkmuş olsalar da bu bana yeterli açıklığı yaratmama yetti. Kılıcımı
olabildiğince güçlü savurarak, doğrudan aralarına daldım.
Birkaç köle taciri, kılıcımı savurabilmek için silahlarını
çekebilmişlerdi. Ama bunun bir önemi yoktu. Kendini koruyabilmiş ama duvara
yapışmış adamlar da, ya da bunu becerememiş, bacakları gövdelerinden ayrılmış
adamlar da, sonuç olarak gücümün tadına bakmışlardı.
Büyük kılıcın az önce gösterdiğim yeteneği, diğerleri yerine
bunu seçmemin asıl sebebiydi. Gerekli tekniklerde ustalaşsam da ustalaşmasam da
devasa kaba kuvvetimle düşmanlarıma üstünlük kurmamı sağlıyordu.
“Öl!”
Yakınımdaki adamlardan biri menzilimden dışarı kaçabilmeyi
başarmış ve beni ikiye bölmek için hamle yapmıştı. Zamanlaması iyiydi. Ama
yalnız değildim. Arkamı güvenle dönebileceğim fenrir adama doğru atılıp
patilerinde birini adamın göğsüne indirdi. Kurt öyle hızlıydı ki adamın
hamlesini tamamlamasını engellemişti.
Saldırıya dayanamayan serserinin göğsü göçmüştü. Kaburgaları
iç organlarına saplanmıştı ve anında ölmüştü.
“Hay sikeyim!” Liderleri gibi duran adam küfretti. “Bu piç
bir terbiyeci! Şu şeyi getirin! Şimdi!”
Bir grup adam emirlere hemen tepki verip bir binaya girdi ve
kristale benzeyen bir şeyle geri döndü. Büyüyle efsunlanmış kristali
aktifleştirince ışık yaymaya başladı.
Rir bir anlığına dengesini kaybetmiş gibiydi. Bacakları
dengesizleşmişti ama kendini sarsıp tekrar dengesini geri kazandı. Ama kurtun
durumundan içinde bir tür rahatsızlık dolaştığı anlaşılıyordu.
“İyi misin?” Diye sordum.
Canavar başını onaylar gibi salladı ama doğruyu
söylediğinden bayağı şüpheliydim. Eski haline dönmediğini söyleyebilirdim.
Gözlerimi kristale çevirip onu analiz ettim.
***
Engel Kristali: Bu büyüyle efsunlanmış araç canavarların
içinde gezinen büyü enerjisinin ahengini bozarak hareketlerini yavaşlatır.
Etkisi, etkilediği canavarın gücüyle orantılı olarak artar. Kalite: B+
***
Ah. Demek bu zayıf pezevenkler ormanın derinliklerine bunun
sayesinde gelebilmişlerdi. Illuna’nın başına gelenleri öğrendikçe bir sürü
şüphe ve cevaplanmayan soruyla karşılaşıyordum. İnsanların ormanı tehlikeli bir
bölge olarak gördüklerini biliyordum. İçeri giren kişi hayatıyla kumar oynuyor
demekti. Buuna rağmen ormanın derinliklerine kadar Illuna’yı kovalayacak kadar
cesurlardı.
Bir köle taciri için tek bir kızın bu kadar önemli olduğunu
sanmıyordum. Bu yüzden insanların inanılmaz kuvvetli olduğunu düşünmüştüm ki bu
da tam tersi çıktı. Yani şüphelerim doğru çıkmıştı. İnsanlar güçlü değildi. Bu
kadar derinlere ilerleyebilmelerinin tek sebebi şu aletti. Bu da diğerlerini
biçmekte zorluk yaşamayacağım anlamına geliyordu.
Duygularım yüzümden okunuyor olmalıydı ki bana bakan
liderleri daha da uyuz olmuştu. Rahatsızlığını gizlemeden emirler yağdırmaya
devam etti.
“Şu itin yüzündeki gülümsemeyi umursamayın! Sadece blöf
yapıyor! Biliyoruz ki hayvan terbiyecileri, canavarları olmadan bir bok yapamaz
ve biz de onun başa çıkabileceğinden fazlayız. Çevresini sarın ve işini
bitirin!”
Ne salak adamlardı bunlar.
Az önce kendi başıma biçtiğim dostlarını görmemişler miydi? Ya da bunu
anlayamayacak kadar beyinsizlerdi.
“Ben iyiyim Rir. Otur ve bunu bana bırak.” İyi olmadığı her
halinden belli olan Rir önüme geçmeye çalıştı, bu yüzden adamlara bir büyü
yapmadan önce onunla konuşmuştum.
“Ne!?” Büyü saldırısına tanık olan lider şaşkınlıktan
bağırmıştı. Seçtiğim saldırı her zamanki, sudan yaptığım ejderha saldırısıydı.
“Git.”
Yarı ejderler sanki eğlenceli gürlemeler çıkarırcasına
havada ilerleyip ağızlarını açtı ve serrserileri bütün bütün yuttu. Her ne
kadar debelenseler de insanların bundan kaçmaları imkansızdı. Yüksek hızlı
akıntılarda boğulup parçalanmaktan başka yapabilecekleri bir şey yoktu.
Ejderlerle birlikte onlar da yok olmuştu.
Serseri dolu oda cehennem boşluğuna dönmüştü. Etrafta
kümelenmiş cesetler vardı ve her yere organları dağılmıştı. Yerden tavana,
bütün eşyalar koyu kızıl rengiyle boyanmıştı.
Ve hiçbir şey hissetmedim. Sebep olduğum bu gereksiz yıkım
içimde hiçbir suçluluk hissi uyandırmamıştı. Sadece bir değil, bütün bir grup
insanı öldürmek doğru olması dışında bir şey hissettirmemişti. Yaptığım
şeylerin ahlaki sonuçlarıyla kendimi uğraştırmayacaktım. Tepki göstermemiş
olmam, sonunda insanlığımı tamamen yitirdiğimi anlamama sebep olmuştu.
“Pekala...” diye iç çekerken kristalı kılıcımla
parçalamıştım. “En doğrusu bu, sanırım.”
Bu serserileri cehenneme yollamak için endişelenmek zorunda
değilmişim gibi hissettim.
“Hey Rir, Illuna nerede?”
Kurt özür diler gibi inledi. Kan kokusu, kızın yerini tam
olarak bulabilmesi için çok keskindi. Ah peki. Bu da bir sorun sayılmaz
sanırım. Sanırım yapmam gereken ağzındaki baklayı çıkaracak birini bulana kadar
önüme geleni öldürmekti. Eminim kızın nerede olduğunu bilen birine denk
gelirdim.
***