Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Neticeye Varmak - İkinci Kısım
“Yaşanan her şey için ne kadar özür dilesem az.” Demişti,
kabul odasını gösterip karşımıza oturduktan sonra.
Altımıızdaki kanepe, köşkün geri kalanı gibi şatafattan
uzak, daha mütevazıydı. Tabii ki bu, başkanın kötü bir iç mimar olduğunu
söylediğim anlamına gelmez. Hatta, bu köşkü, az önce altını üstüne getirdiğim
gösterişli, kötü dekore edilmiş eve tercih ederim. Bu haliyle daha saf
hissettiriyordu.
“Eminim neden olduğumuz sorun canınızı çok sıkmıştır. Ve
bunun için özür dilerim. Lütfen, bizi affedin.” diye devam etti. Sesinden
bitkin olduğu anlaşılıyordu.
Köşkteki gezintimiz sırasında, başkanın adamları sürekli bir
yerlerden çıkıp bize kılıçlarını bize doğrultup duruyorlardı. Onlara sakin
olmalarını her bir seferinde söylemekten başka bir seçeneği yoktu. Bu olay öyle
çok tekrarlanmıştı ki, onu anlamaya başlamıştım. Yani, bir düşünün. Onun
yerinde olmak can sıkıcı olmalı. Ve en kötüsü de nasıl hissettirdiğini bilmiyor
olmaktı. Öff...
“İnsan, Raylow, sanıyorum kim olduğumun farkındasın değil
mi?” Lefi, adam gözlerini üzerinde gezdirirken, sözlerine karşılık verme
inisiyatifini almıştı. Normalde konuştuğu tembelimsi konuşmak şeklinden eser
yoktu. Sözleri öyle soğuktu ki sanki buzla kaplı gibiydi.
“T-Tabii ki” diye kekeledi başkan. Tedirginliğini gizlemeye
çalışmıştı, ama başarılı olamamıştı. Yine de kaçırmıştı. “Sizin ve
yanınızdakilerin kim olduğunun gayet farkındayım efendim.”
“O zaman atalarınla yapmış olduğumuz antlaşmadan haberin
olduğunu varsayıyorum. Diğerlerine liderlik eden birinden böyle bir bilginin
saklanması bana mantıklı gelmiyor.”
“Bir antlaşma mı? Ne?” Lefi beklemediğim bir terimden
bahsedince bir kaşım meraktan kalkmıştı...
“Tam şu anda fark ettim ki seni de bu konuda
bilgilendirmemiştim.” dedi Lefi. “Bir zamanlar savaşla geçen, her aptalın güç
ve şöhret kovaladı uzun bir çağ vardı. Bir sürü savaşçı bana meydan okudu.
Beyhude denemeleri çok çirkindi, onları değersiz görüyordum. Bu durumdan
sıkılan ben, sorunun kökenini yok etmek istedim. Geldikleri yerlere, insan
ülkelerine saldırmaya başladım. Çabalarım panikle karşılandı. Geçmiş insan
kralları yıkımlarının aksi için ricada bulundular ve karşılıklı bir karışmama
antlaşması imzalandı. Bahsettiğim antlaşma işte bu.”
An... ladım... Yani onlara öyle baskı yaptın ki onları,
kendi işine yarayacak diplomatik yollarla anlaşmaya ittin. Tabii, bana çok
mantıklı geldi bu.
“Bugünkü olayın sebebi olan genç bakire kendi kanım gibi
gördüğüm biridir. Türünüz artık benim işlerime karışmayacağını söylemişti. Ama
yine de, benim kanımdan birini kaçırdınız. Çok istediğiniz antlaşma, sizin
tarafınızdan bozulmuş oldu. Eminim, günahlarınızın bedelinin ödenmesi
gerektiğinin farkındasınızdır.”
“G-Gerçekten çok üzgünüm, ama bunu engellemek bir yana
bilmemizin bile imkanı yoktu ki! Bu duruma sebep olan şahıslar haydutlardı!”
“Durumunuzla zerre ilgilenmiyorum. Antlaşmamızın ihlal
edildiği gerçeği değişmiyor.”
“Sanırım öyle...” başkanın karşısındaki kız, yirmilerinin
başındaki sıradan bir kızdan farksızdı. Yine de başkan korkudan bembeyaz
kesilmişti. Yüzü donmuştu ve şapır şapır terliyordu. Dostum, olayların onun
adına kötüye gitmesi, ona üzülmeme neden olmuştu.
“Ve bir telafi istememe rağmen, kabul etmeliyim ki arzu
ettiğim pek bir şey yok. Ama, refakatçim için bu tam tersi olabilir.
İsteklerini karşılamak için elinizden geleni yapmanızı bekliyorum.” Lefi,
konuşurken yan gözlerle bana bir bakış atmıştı.
Bir dakika. Tüm bu tehditler bi aldatmaca mıydı? Sanki işimi
bayağı bir kolaylaştırmaya çalışıyormuş gibi gözüküyordu.
“Bugün, her zamanki halinden daha becerikli görünüyorsun.”
dedim. “İyi misin?”
“Asaletime rağmen hala beni işe yaramaz ve tembel olarak
yaftalamaya devam etmen beni gerçekten gücendirdi. Az önce sana, unvanımı ne
kadar hak ettiğimi gösterdim.” dedi. “Ve Yuki, önüne sunduğum bu fırsatı son
hedefini tamamlamak için kullanmanı öneririm.”
“Ah, tabii...”
Yüce Ejderha, saçma konuşmamızdan dolayı şaşkınlıktan küçük
dilini yutmuş başkana doğru döndü ve konuşmasına devam etmeden önce boğazını
temizledi. “İsteklerini kendisi söyleyecek.”
“Ahhh... Evet, tabii.” Lefi beni beklemediğim bir duruma
sokmuştu, bu yüzden başkanla konuşmadan önce kendimi toparlayıp derin bir nefes
aldım.
“Öncelikle, ölmek istemiyorsanız bizim işlerimize burnunuzu
sokmayın.” Diye tehdit ettim. “Beni de Lefi’yi gördüğünüz gibi görebilirsiniz.
Benimle uğraşmayın. Mazeretinizin ne olduğu umurumda değil. Eğer bir daha böyle
bir olay yaşanırsa, boğazını yerinden sökerim.”
“A-Anladım.” dedi başkan. “Uğursuz Orman ormana bir daha
asla girilmemesi için elimden geleni yapacağım.”
Uğursuz Orman mı? Sanıyorum yaşadığımız ormana bu ismi
takmışlardı. Böyle kötülük çağrıştıran bir ismi olduğunu hiç düşünmezdim.
“İkinci istediğim şey ise kölelikle alakalı. Saldırdığım
köşkte bir sürü kız gördüm. Onları teslim edin. Ve hazır eliniz değmişken
şehirdeki diğer köleleri de serbest bırakın. Konuşurken Lefi’ye bakıyordum. Bu
bir tür sinyaldi. Eğer başkan fikrimden hoşlanmazsa diye ejderhaları
havalandırmasını istemiştim. Tüm bu olanlar kendimi kurnaz yaşlı bir tilki gibi
hissettirmişti. Yaptığım şey Lefi’nin nüfuzundan yararlanıp başkana istediğimi
yaptırmaktı. Belki de söylediğim her şeyin sonuna tilki şakaları eklemeye
başlamalıyım.
“İstediğin her şey bu mu?” diye sordu başkan.
Bir dakika. Ne? Nasıl yani? Neden bu kadar işbirlikçi
davranıyor? Tam şu an sinirlenip karşı koymaya başlaması gerekmez miydi?
“İsteklerimin bu şehrin sınırlarındaki her bir bireyi
kapsadığının farkındasın değil mi?
“Farkındayım. Mümkün olan en kısa sürede bu işi
halledeceğim.” diye yanıtladı başkan. “Ulaşım için bir şeye ihtiyacınız var mı?
İhtiyacınız varsa sizin için birkaç araba hazırlatabilirim.”
“Ahhh...” Odadaki ejderhaya döndüm. “Hey Lefi, sence
ejderhalar onları taşır mı?”
“Eğer taşınacak kişi sayısı üç yüzü geçmediği sürece basit
bir şey.”
“Taşıma konusunda sıkıntımız yok.” diye başkana döndüm. Üç
yüzün üzerinde olduğundan şüpheliydim. En azından ummuyordum. Bu gerçekten
büyük bir sorun olurdu.
“Anlıyorum. Hemen size getirilmesini emredeceğim. Eğer her
şeyi yoluna koyana kadar burada beklerseniz sevinirim.” İsteğimi duyan başkan
hızlıca odadan çıktı ve yardımcılarından birine seslendi. “Alto!”
Ve böylece şehre yaptığımız saldırı sona ermişti. Bu, başka
bir dünyadaki ilk baskınımdı ama hiç beklediğim gibi sonuçlanmadığını
söylemeliyim.
***
“Ve işte gidiyorlar...” ben, Raylow Lurubia, ejderlerin
uzaklaşmasını seyrederken sandalyeme gömüldüm ve derin bir oh çektim. Bu geceki
tecrübeyi tek bir kelimeyle anlatacak olsam, korkunç derdim.
Bir değil, bütün bir grup ejderha ile karşı karşıya
olduğumuzu söyledikleri anda Yüce Ejderha’nın da aralarında olduğunu tahmin
etmiştim. İşte, varsayımım tam isabetliydi. Efsanevi ejderhanın ortaya çıkışı
beni şaşırtmıştı. En çılgın rüyalarımda bile böyle güzel bir bakire formunda
olacağını tahmin edemezdim. Ama içi dışı bir olduğunu biliyordum. Gücü, başka
birine ait olamayacak kadar büyüktü.
Geçmişte sade bir gezgindim. Eğer savaşta kendimi çok kez
kanıtlamamış olsaydım başkan olamazdım. Alfyro başkentten çok uzaktı. Hatta
sınır şehirlerinden biriydi. Ama öyle olsa bile, başarılarım kayda değer
olmasaydı iktidara yükselemezdim. Savaştaki başarılarım, karşıma çıkan
düşmanlarla olan güç farkını ayırt etmem sayesindeydi. Bu yetenek gezginlik
günlerimden gelmiş bir yetenekti.
Bir bakışta Yüce Ejderha’ya rakip olamayacağımı
anlayabilirdim. Benden öyle güçlüydü ki bu güç seviyesinde ondan başka birisi
olamazdı. Bakışlarının yarattığı korku, bu zamana kadar savaş alanlarında
tecrübe ettiğim herhangi bir şeyden daha büyüktü. Eğer dikkati bir an elden
bıraksaydım, muhtemelen bayılırdım.
Ve bir de, kendisi yeterince korkunç değilmiş gibi, yalnız
gelmemişti. O çocuk da onunlaydı.
Kapkara saçları öyle tekinsizdi ki karanlığın şekil bulmuş
hali gibiydi. Gözlerinden biri aynı korkunç renkteyken, diğeri sanki kana
daldırılmış gibiydi. Tüm özellikleri bir yana, gözleri en akılda kalır
özelliğiydi. Hafızama canlı bir şekilde kazınan keskin bir parlaklığı vardı. Ve
Yüce Ejderha kadar korkutucu olmamasına rağmen, o bile kalbime korku
salabilmişti.
“Bir İblis Lordu gibi duruyordu... O ve zindanı, muhtemelen
yakın bir zamanda Uğursuz Orman’da doğmuştu.”
Adamı tekrar hatırlayınca parmak uçlarıma kadar ürperdim.
Bunun sebeplerinden biri, Yüce Ejderha’ya olan davranışından kaynaklanıyordu.
Sadece bu bile dehşete sebep olabilecekken, bundan fazlası da vardı. Emrindeki
kurt, yine efsanelerde geçen yaratıklardan biriydi, bir fenrirdi. Yüce Ejderha
olmadan bile şehri yerle bir edebilirdi. Eğer bize saldırmış olsaydı, beni ve
adamlarımı darma duman edeceğinden şüphem yoktu. Ama neyse ki hem o hem de
ejderha mantıklılardı. Onlarla kılıçla değil, sözlerle savaşabilmiştim. Bir
anlaşmaya varmaktan memnundum.
“Lanet olası domuz...” olaya sebep olan adamın yüzü aklıma
gelince bir küfür savurdum. “Bana bayağı bir soruna neden oldun.”
Bu baskının bana tek faydası, şehrin domuz ve çetesinden
kurtulmuş olmasıydı. Onlar tamamen, köküne kadar şehirden kazınmıştı. Domuz
hayattayken, yüz otuz kiloluk devasa bir sorundu. Haydutvari yöntemlerle köleler
topluyor ve onları dudak uçuklatacak fiyatlara satıyorlardı. Elleri her türden
illegal işe bulaşmıştı. Ekibi bir suç sendikası gibiydi.
Durum böyleyken, onlardan kurtulamıyordum. Suçlarını ortaya
çıkarmanın bir faydası olmuyordu. Soylularla derin bağlantıları vardı. Çoğu
soylu, onu korumak ve adaletin ışığından uzaklaştırmak için güçlerinin yettiği
her şeyi yapardı. Yaptığı gaddarlığı oturup izlemek dışında başka bir seçeneğim
yoktu.
Domuzun itlafı dışında başka bir zarar verilmemişti.
Neredeyse İblis Lordu’nun yaptıklarının zarardan çok yarar sağladığını
söyleyecek durumdaydım. Ama bunun öyle olmadığı çok belliydi.
Sorun geçmişte değil, daha çok gelecekteydi.
Fırtına yaklaşıyordu. Yüce Ejderha’nın gücü insanlar için,
bir zamanlar olduğu kadar korkutucu gelmiyordu. Bir sürü insan aç gözlülük
yüzünden, Uğursuz Orman’ı işgal edip zengin kaynaklarını ele geçirmenin peşine
düşmüştü. Ve şüphe yoktu ki bu düşüncenin destekçileri, ülkenin ordularını
buraya yollayıp karşılık vermek için, bu olayı bir fırsat bilip kullanacaktı.
Ve yüreğimin derinliklerinde biliyordum ki bu, kendi
mezarımızı kazmaktan başka bir şey olmazdı. Eğer kışkırtılırlarsa harekete
geçeceklerinden şüphe yoktu.
Bölgelerine yapılacak herhangi bir istilayı ne pahasına
olursa olsun engellemek zorundaydım, özellikle Yüce Ejderha’nın tek tehdit
olmadığı şu durumda. İblis Lordu yükseliyordu.