Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Zindan Tadilatı - 2. Kısım
Beni akıl savaşında yeneceğini düşünen Lefi, onu bir el
batak oynayıp darmadağın edince sinirle ayağını yere vurmuştu. Gittiği yer
belliydi--küsüp yatmak için doğrudan yatağa gitmişti. Bunun sonunda da zindanı
yenilemek için gereken zaman ve yeri kazanmış oldum.
Başlangıç olarak taht odasından çıkıp mağaraya girdim.
Zindanın girişini karşıma alacak şekilde dönerken bir yandan menüyü açıp
kurcalamaya başladım.
Yeni bir yer eklemenin zamanıydı. Özellikle, güzel, düz bir
çayırlık istiyordum; çimenden başka hiçbir şey olmayan bir yer. Mağaranın içine
dev bir çayırlık yapmak en geniş hayal gücü için bile mümkün değil gibi gelse de
mümkündü. Zindanın gizemli güçleri, yeterince DP’ye sahip olduğun sürece, bu
tarz şeyleri kolaylıkla yapabilmeni sağlıyordu.
Tabii ki, zindanın ortasına bir çayırlık yapıp öylece
bırakmayacaktım. Planım, çayırlıkla başlayıp daha da büyük bir şeye doğru
ilerlemekti. Yapacağım şey zindanın özelliklerinin bana sunduğu binlerce
seçenek ve özellikle oynayıp burayı değiştirmekti.
Aklımda bu düşüncelerle, göz ardı edilemeyecek kadar DP’yi
harcayıp çayırlığı hayata geçirdim.
“Vay be...” kapıdan bakarken gözlerimi birkaç kez
kırpıştırmıştım. “Gerçekten işe yaradı.”
Önümde, zindanın kataloğunda aynen gördüğüm, dümdüz bir
yeşillik göz alabildiğine uzanıyordu Bunu görünce aklıma Japon Alplerini ilk
gördüğüm zaman gelmişti. Bu iki sahne birbiriyle öyle zıt bir görüntü
oluşturmuştu ki, sanki iki zıt kutup gibilerdi.
Değişimin en gizemli kısmı kapının değişmeden kalmış
olmasıydı. Şu an bambaşka bir yere açılıyor olmasına rağmen birkaç saniye önce
nasılsa aynı öyleydi.
Kapıdan içeri adımımı atınca yeşil ve mavi renkler
tarafından karşılanmıştım. Gür bitkiler alanı öyle doldurmuştu ki sanki güneş
ışığıyla parıl parıl parıldıyorlardı. Hala teknik olarak mağaranın içindeydik.
Buna rağmen kafamı yukarı kaldırdığımda açık mavi gökyüzünü görüyordum--bu,
beni saran ve çimenleri titreştiren yumuşak esinti kadar imkansız gelen bir
şeydi.
Rahatsız olduğum, manzaradaki tek sıkıntı gökyüzü ya da
çimenler yerine doğal durmayan, bayağı alakasız kapıydı. Taht odasına giden
kapı. Çoktan onunla ilgili bir sürü şey yaptığım için biraz geç görmüştüm ama
lanet olsun, zindan bir sürü şey yapabiliyordu. Bu nasıl işliyordu ki?
Sorumun cevabını alamadığım için dikkatimi başka yere
odaklayıp gözüme takılan kapıya doğru ilerlemeye başladım. Ulaştığımda kolu
çevirdim ve içeri adım atıp taht odasının öteki tarafta olduğunu doğruladım.
Illuna ve iki hizmetçinin bana meraklı gözlerle batığını göz
ucuyla görmüştüm ama dışarı çıkıp diğer tarafta gerçekten hiçbir şey olmadığını
doğrulamak için kapının arkasına dolaşırken onları pek önemsemedim. Şüphemin
ifadesi öyle primitifti ki ilk defa ayna görmüş bir maymun gibi hissediyordum.
Bu çayırlık ne kadar uzağa gidiyordu ki? Sanki kendi başına ayrı bir dünya
gibiydi.
Meraklı bir şekilde bunu araştırmaya vakit ayırdım. Biraz
yürüyüp uçtuktan sonra sonunda yeni bölgemin büyüklüğünü algılayabilmiştim.
Taht odasının kapısını merkez noktası kabul edersek, kısaca bu noktadan her
yönde yaklaşık beşer kilometreydi. Yaklaşık bin metre yüksekliğindeydi. Video
oyunlarındakine benzer şekilde, bu yerin sınırları görünmez duvarlarla
çiziliydi. Hatta uçarken kafamı görünmez tavana çarpmıştım. Acımasa da beni
gerçekten şaşırtmıştı.
Sonuç olarak paramın her kuruşuna değdiğini söyleyebilirim.
Alan beklediğimden daha büyüktü ve çok sıkışık hissedersem tek tuşla
genişletebiliyordum. Aaa menü demişken...
Zindanın UI’ını kurcalamaya başladım. Özellikle yeni
eklediğim yeri özelleştirmeye yarayan menüyü bulmaya çalıştım. Bu şekilde çok
yavan duruyordu, bu yüzden daha az can sıkıcı olması için bir nehir ekledim.
Hazır başlamışken uzaklara birkaç tane dağ da koydum. Ah, nehir varsa bir de
köprü olması gerekir. Ve ayrıca, kiraz çiçeği istediğim için bir iki ağaç
ekledim. Kiraz ağaçlarını çok seviyorum. Hmmm... Bunlara bakınca güzel, Japon
stili bir bina koymak da istedim. Şu geleneksel hanlardan koysam ne olur?
Güzel, Japon ryokanlarından. Ryokan yapıyorsam, yanına bir kaplıca koymazsam
olmaz. Kaplıca işine girmişken, şöyle lüks açık hava banyosu yapmak da lazım.
Bahçe de olması lazım. Ve bir gölet. Ve gölette koi balıkları. Canavarların
olduğu menüde koi gördüm diye hatırlıyorum. Buraya ait olmadıklarını düşünsem
de neyse ne. Pekâlâ, sonra şuraya...
***
Ve böylece güzel bir nehir kenarı hanı yapmıştım. İçerisi
eski ve geleneksel Japon zevkini yansıtıyordu. Bir nezaket aurası yayıyordu ve
hatta sadece içeri girmek bile bende bir nostalji hissi uyandırıyordu.
Verandaya çıktığımda, yanındaki göletle birlikte yerleştirdiğim güzel kiraz
ağacını izleyebiliyordum.
Sakinleştirici, kalbime huzur veren bir görüntüydü. Ryokanın
dışında gözün görebildiğine uzanan geniş çimenliği görebiliyordunuz. Ve
uzaklarda da sağlam görünen dağlar uzanıyordu.
“Bana kalırsa çok da kötü gözükmüyor.”
Sakinleştikten sonra kendimi, bir kaplıcası da olan birinci
sınıf bir hanın önünde duruyorken buldum. Manzara öyle güzel inşa edilmişti ki
adeta bir sanat eseri gibiydi.
Hanın etrafında, normalde yapmak istediğim heybetli kalenin
aksine, samimi ve iç ısıtan bir atmosfer vardı. Buna rağmen şikayetçi değildim.
Çayırlığı yapar yapmaz kaleyi inşa etmeyi planlamıyordum. Ama tüm bu hoş
atmosfer? Evet, bu tamamen planlıydı. Aynen. Kesinlikle kendimi kaptırmadım ve
coşup, düşünmeden, rastgele bir şeyler almadım. DP’lerin bir kuruşu bile boşa
gitmemişti. Hiç. Biri. Bile. Yani, şuna bir bakın. Muhteşem. Mükemmel, sanatçı
kişiliğimin bir yansıması olduğu çok belli. Bu Yaratıcılığın İblis Lordu
olmanın getirdiği doğal bir şeydi. Evvvet. Aynen. Hepsi planlı. Bu, gerçek bir
iblis lordu olmak istiyen birisinin atması gereken bir adımdı. Muhahahaha!
…
Tamam tamam. Artık ben bile neyden bahsettiğimi bilmiyordum.
“Öğle yemeği hazır efendim!” Lyuuin dikkatimi çekmek için
kafasını kapıdan içeri uzatmıştı. “Bir dakika! Neredeyim ben!? Mağaraya ne oldu
ve bu ev de nereden geldi!?”
Eninde sonunda yemeğe çağrılacağımı biliyordum bu yüzden
hanı taht odasına açılan kapının hemen yanına inşa etmiştim. Bu yüzden, yarı
panik Lyuuin’in gördüğü ilk şey buydu.
Bir yanım, düzgün bir zemin yapmış olmanın mağara ve taht
odası arasında gidip gelmeyi gerektiğinden daha zorlaştırdığımı düşünüyordu ama
olay bu değildi. Kapı, Howl’un Yürüyen Şato’sundaki kapı gibiydi. Kapıyı
açarken, gidilecek yeri değiştirebiliyordum. Hatta bu özelliği zindanla
ilişkili herkes kullanabiliyordu, yani Illuna bunu yapabilirdi. Ne yazık ki,
Lefi, Lyuuin ve Leila hala istilacı gözüküyordu, bu yüzden sonuçlara katlanmak
zorundalardı. Ah peki. Yapacak bir şey yok.
“Oh, merhaba Lyuu. Bana bir iki dakika ver, hemen
geliyorum.”
Bana hizmet edenlerin olmasından dolayı bayağı mutluydum. Her
zaman yemek yapmaktan ben sorumluydum, ama şimdi Leila o işleri hallettiğinden
bununla kafamı yormama gerek kalmıyordu. Çok iyi bir aşçıydı; dünyadan gelen
yemekleri yapmayı göz açıp kapayana kadar öğrenmişti. Onu görünce, aşçılıkta
kızların erkeklerden daha iyi olduğunu hatırladım. Doğal olarak yatkınlıkları
vardı.
Leila neredeyse mükemmelken, aynısını Lyuu için
söyleyemezdim. Yani... elinden geleni yapıyor ama pek de iyi değil sanırım...
“Hı? Bir dakika, bütün bu şeylerin nasıl olduğunu
anlatmayacak mısın!?” Merakla çayırlığı incelerken bana doğru yürümeye
başlamıştı.
“Ahhhhh.... Kısaca iblis lortlarının gizemli güçleri
sayesinde oldu diyelim.”
“Üzgünüm efendim ama sizi pek anlayamadım.”
Evet, onu anladım.
Omzunu silkerek, “Açıkçası ben de bütün bunları tam olarak
anladığımı söyleyemem. Söyleyebileceğim tek şey bunun mümkün olduğu” dedim.
“Her neyse, burada yaşamaya alışabildin mi?”
Lyuu’ya karşı klasik komboyu yaptım; belirsiz bir yanıt
verip kendi sorumla karşılık verdim.
“Hmmm...” Bir anlığına
durdu. “Açık olmak gerekirse, burada olmak beni bayağı tuhaf hissettiriyor.
Köle olduktan sonra hayatımın sona erdiğini düşünmüştüm ama şimdi kendime bir
iş buldum ve hiçbir şey olmamış gibi çalışıyorum.”
“Oh, seni kesinlikle anlıyorum.” diye güldüm. “Hayat farklı
sürprizlerle dolu.”
Cuk oturdu. Kelimenin tam anlamıyla başka bir dünyadan
gelmiştim. Olabildiğince büyük bir sürpriz olduğunu söyleyebilirim.
“Ama burada olduğum için mutluyum.” dedi Lyuu. “Yemekler
güzel, yatağım çok rahat ve etrafımda bir sürü ilginç şey var. En iyisi de bu
yer Efendi Fluffnir’in de evi! Ah aklıma gelmişken, efendim, Efendi Fluffnir’in
bir sonraki ziyaretinin ne zaman olacağını biliyor musunuz?”
“Ahhh... bilmem. Adam bir hayalet gibi, bulması zor biri.
İstediği zaman gelir, gider.” dedim sıkıcı bir şekilde.
“Neden birden ölü gibi konuşmaya başladın?”
Benim aksime Lyuu, Rir’in onunla uğraşmanın zor bir şey
olarak gördüğünü fark etmemişti. Ona tapmaya başladığında nasıl davranması
gerektiğini pek bilmiyordu. Hatta, bu yerden vebalıymış gibi uzak duruyordu.
Onu çağırmadığım sürece geleceğinden emin değildim.
“Boş boş konuşmayı kesip bir an evvel masaya gelin! Eğer
uzatmaya devam ederseniz yemeğimiz soğu---” taht odasından dışarı çıkan Lefi
bir anlığına donakalmıştı. “Bir çayırlık mı? Ne tuhaf. Görüyorum ki yine tuhaf
işlerinden birinin daha peşindesin Yuki.”
“Tuhaf işler mi!? Ne kadar kaba... Bu zindanı daha da ileri
götürecek şeyler yapmaya çalıştığım açık.”
Omuz silkerek, “Niyetinin ne olduğu önemli değil.” dedi.
“Her iki durumda da senin hakkını da mideye indirmemizi istemiyorsan masaya
gelsen iyi olur.”
“Tamaaaaam...”
Yavaşça Lefi’yi takip etmeden önce ikimiz de senkronize bir
şekilde dediğini onaylamıştık.