Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Evcil Hayvancılıkta Gelişmeler - Kısım 1
“Hey millet, ava çıkmaya hazır mısınız?”
Zindanın yaşadığımız bölümüyle dış dünyayı bağlayan mağaradan
dışarı adım atarken evcil hayvanlarımı selamlamıştım. Tek sıraya girip
saldırıya kendilerini hazırlarken, her biri selamlamamı bir havlama, viyaklama
ya da diğer onaylama bağırışlarıyla karşıladı.
“Normalde hemen işe koyulmamız gerektiğini söylerdim, ama
hepinizin ilk evrimini geçirdiğinizi hesaba katarsak, bugün biraz farklı
olacak.” Envanterime uzandım ve içini, hazırladığım hediyeleri bulmak için
karıştırırken herkese şöyle bir baktım.
Yata koyu kargadan bir gecekanadına evirilmiş, Byakku iblis
kediden cennetten kovulmuş kediye dönüşmüş ve Wsprit su perisi kimliğinden
feragat ederek su ruhu haline gelmişti.
[1]
Yeni kazandıkları tür etiketleri ile gelen fiziksel
değişimler bayağı fark edilirdi. Yata sanki gizemli bir mantar yemiş gibi,
gözle görülür biçimde boyut olarak büyümüştü. En çok değişen kısmı, öncekine
göre daha sivri ve korkutucu olan pençeleriydi. Bunun aksine Byakku ne boyut
olarak büyümüş ne de ilk bakışta onu ölümcül gösterecek fiziksel bir özellik
kazanmıştı. Evrimi, taşıdığı kuyruk sayısında artışın yanı sıra daha ipeksi,
daha parlak bir kürk içeriyordu.
Yeni ve asıl formları arasında sürekli gidip geldiği ve daha
çok asıl formunda kaldığından Wsprit, fiziksel değişimleri en az fark
edilebilen evcil hayvanımdı. İkincil
formu, bir noktaya kadar, özünde feminen ve insan biçimli olarak tarif
edilebilirdi. Gerçi tam olarak insansı değildi; yüzünde hiçbir şey olmaması onu
bir ırkın üyesinden ziyade bir cansız manken gibi gösteriyordu. Ruh, kendini
gerçekten bir insansıya dönüşebilen Lefi’den çok, bir başka yaratığın formunu
taklit edebilen Shii’ye benziyordu. Wsprit, sıradan gözüme az çok aynı
görünüyor olsa da büyülü gözüm bambaşka şeyler söylüyordu. Mana depoları dikkat
çekecek seviyelerde artmıştı; dostlarının hepsinden çok daha fazlasına sahipti
ve artık kendini geri destek rolünü oynamaya adayabilecek seviyedeydi.
Hepsi de Uğursuz Orman’ın güneyini aşmıştı. Her biri tek
başlarına kalmış ve sayıca dezavantajlı durumlarda bile üstün gelebiliyordu.
Grup birlikte çalıştığında ise batı bölgesinin eteklerinde yaşayan bazı
canavarları bile indirebilecek seviyedeydi. Artık onları, tamamen ve
tartışmasız olarak çok etkili muhafızlar olarak ilan etmekten mutluydum--ve
dahası olarak da. Aslında her biri, eğer saçma seviyedeki Uğursuz Orman
dışındaki bir yerde yaşasalardı kendi bölgelerinin efendisi olacak, bir
bölgenin kontrolünü alıp o bölgenin en üst yırtıcısı olacak kadar güçlüydü.
Bizim küçük küremizin dışında var olan birçok canavara ve
orduya bir şekilde aşina olan Nell’e göre bir ülke bile dördünü aynı anda
yenmekte zorlanırdı. Bunu başarabilmek için toplayabildikleri bütün kaynakları
buna adamaları gerekirdi. Hatta onların sadece evcil hayvanlarımız olmadığını,
ayrıca yerel şirket hiyerarşimizin en alt basamaklarında bulunduklarını duyunca
buna inanamadığını bile söylemişti. Güzel. Sanırım bu, yürüttüğüm minibosslarla
dolu zindan planımda gayet iyi bir ilerleme kaydettiğim anlamına geliyordu ha?
En iyi kısmıysa onların sadece gittikçe güçleneceğiydi.
Onların bu zamana kadar kat ettikleri ilerlemekten memnun
olmalarını istemiyor olsam da, gelişmiş olmaları kesinlikle bir ödülü
gerektiriyordu. Hepsine ufak hediyeler hazırlamıştım ve başta onları buraya
toplamış olmamın tek sebebi, bunları onlara vermekti.
Aldğım aksesuarları sunarken, “İşte buradalar,” dedim. “Tam
istediğiniz gibi.”
Tasmaları, bir boyna sahip olan üçüne yerleştirmek ve boynu
olmayan sonuncununkine ayarlamakla biraz vakit harcamıştım. Evcil hayvan ağımın
tasmaları, Rir’inki gibi takılan hayvana göre boyutunu ayarlayabilen
tasmalardandı. Aslında orijinal eşyaları DP ile almış ve birkaç ayarlama ve
değişiklik yapmıştım.
Tasmaları gerçekten bir ödül olarak sayıldığını pek
düşünmüyor olsam da, onları özel olarak istedikleri için gayet mantıklı bir şekilde gayet memnunlardı
ve tasmalarını birbirlerine gururlu bir şekilde gösteriyorlardı. Yani, tek
tasma sahibi Rir olduğu için tasmanın biraz özel bir şey gibi göründüğünü
anlıyorum ama, bana göre pek de öyle gelmiyordu... Aman neyse, mutlu
göründükleri için o kadar da önemli değil sanırım.
Herkesin tasması biraz farklıydı, ama Orochi ve
Wsprit’inkiler, vücutlarıyla ilişkili özelliklere sahip olduklarından,
özellikle sıra dışılardı. Orochi’nin pulları sıradan bir tasma için fazla
kaygandı ve Wsprit tam manasıyla sudan yapılmaydı, ki anladığım kadarıyla,
genel olarak herhangi bir şey giyemiyordu.
Yılanın tasması büyü yoluyla ona bağlanacak şekilde
ayarlanmışken, Wsprit’in durumunda, tasmayı giyen kişi Wsprit olduğu için
tasması daha çok bir ters aksesuardı; aksesuar su ruhunun içinde süzülüyordu.
Dahası, Wsprit’in “tasması” aslında gerçekten bir tasma da değildi. Bir ruhun
içinde rastgele zincirlerin süzülmesini mantıklı bulmadığımdan, sadece merkezde
süzülen madalyonu içeriyordu. Yalan yok, bunları önceden de bitirebilirdim, ama
uzun süre Orochi ve Wsprit konusunda ne yapmam gerektiği hakkında hiçbir fikrim
olmadığından erteleyip durmaya başlamıştım.
“Onları sevdiğinize sevindim,” dedim. “İyi iş çıkarmaya devam
edin.”
Dördü birden birbirlerine gösterme işini yarıda kesti, birden
dikkat kesildi, sıraya geçti ve başlarını eğdiler.
“Pekala, bu da aradan çıktığına göre, haaaadi gidelim!” Gazlı
cümleyle birlikte gelen tüm heyecanı yarı yolda, gözümün köşesinden belirli
birisinin çıktığını fark ettiğimde kestim. “Bir dakika, Lyuu? Orada ne
yapıyorsun?”
Başını mağaranın girişinden dışarı çıkarmış savaş kurdu
yakalandığını anlayınca garip bir şekilde gülmüştü. Oraya ne ara geldi ki
zaten?
“Şu anda hiçbir şey,” dedi, utanmış bir şekilde. “Sana
katılmak istiyorum biraz. Katılabilir miyim?”
“Yani, benim için sorun değil, ama gerçekten katılmak
istediğinden emin misin? Tek yaptığımız avlanmak, ki bu pek güvenli ya da
eğlenceli değil.”
Kızarıp gergin gergin gülerek, “Ah şeyyy... Lefi ve Nell’in
aksine benim biraz güçsüz olduğumu düşündüğümden, çok fazla evin dışına çıkma
fırsatı bulamıyorum,” dedi. “Ve biraz seninle zaman geçirmek istemiştim.”
Evin dışına çıkmak derken, sanırım Uğursuz Orman’ın içine
gitmekten ziyade aslında farklı krallıklara gitmeyi falan kastediyordu.
Dostum.. ama yalan yok, bu sözüyle beni tamamen hazırlıksız yakaladı. Deli gibi
tatlıydı.
“Şey... Ne yapıyorsun efendim? Neden birden öyle garip garip
duruyorsun?”
“Önemli değil. Bunu olmamış farzet,” dedim.
Şirin cümleri beni öyle şaşırtmıştı ki bilinçsiz bir şekilde,
garip maceralara gitmeye eğilimi olan aşırı kaslı bir adama aitmiş gibi görünen
bir poz vermiştim. [2]
“Her neyse, cevabım evet. Katılabilirsin, ama tehlikeli
derken şaka yapmıyordum, o yüzden hemen yanımda kaldığından emin ol, tamam mı?”
Mutlu ve sersem bir şekilde, “Pekala!” dedi savaşkurdu.
Yanımda onunla birlikte Uğursuz Orman’a doğru ilerledim ve
son yaratımımı test etmeye hazırlandım.
***
Omzumda sarılı duran silahı fark edince, “Bugün Enne’i
kullanmayacak mısın?” diye sordu Lyuu. “Ve o şey de ne öyle? Daha önce gördüğüm
bir şeye benzemiyor.”
Yolculuk onu keyiflendirmişti. Rir hızlanacak olursa diye
düşmediğinden emin olmak için arkasına oturmak durumunda kaldığımdan yüzünü hep
göremiyordum, ama ara sıra yakaladığım bir iki anla, yolculuk boyunca yüzünde
sürekli büyük, mutlu bir gülümseme olduğu belli olmuştu.
“Hı-hı... bugün sıramı beklemem gerek,” dedi Lyuu’nun önünde
oturan Enne. Sesinde biraz mahzunluk vardı. Eyvah...
“E-evet. E-En yeni buluşumu test etmek istedim.” Suçluluğun
altında ezilerek, kekeleye kekeleye konuşmuştum. “Ama merak etme, kötü hissetmene
gerek yok. İşim bittiğinde kesinlikle seni kullanacağım.”
Cephaneliğime eklenen en yeni silah, büyü enerjisiyle çalışan
bir toptu. Ona Kahou, ya da ana dilime aşina olmayanlar için Top Çiçeği adını
vermiştim. Arkasındaki fikir, geminin ana silahlarından birini alıp onu
taşınabilir ağır bir tabancaya çevirip rambolayabilmekti. Hem bir tetiği hem de
kabzası vardı, ama belden ateşlenmesi için yapıldığından dürbünü yoktu.
Tasarımı çoğu kişi için pek de kullanışlı değildi; tamamen benim kullanmam için
yapılmıştı.
Tamamen dürüst olmak gerekirse, büyülü silah pek de orijinal
değildi. İlk başladığım zaman gachadan kazandığım bir silahtan bir dizi konsept
tasarımlar aldım ve onları daha büyük bir çapta uyguladım. Gerçi ateş gücü
açısından ikisi arasındaki fark gün gibi ortadaydı. Daha büyük bir namluya
sahip olması Kahou’ya büyük bir avantaj sağlıyordu. Her ne kadar acımasızca yok
etme şeklinde olsa da, yer yüzünün şeklini değiştirebilecek yetideydi. Tek bir
atışı bile yer şeklini değiştirebilirdi.
Silahı tamamen şarj etmek, Dev Deniz Canavarı’nın nefesi
kadar güçlü bir atış atabilmeyi sağlıyordu. Normal şartlar altında, silahı tam
olarak bunu yapacak şekilde ayarlardım. Lefi’nin yüzünden daha çok saf ateş
gücüne odaklanmaya meyilli olmuştum. Ama bu sefer öyle yapmadım. Bu “tabanca,”
her bir atışın gücünü sınırlayan bir mekanizmayla birlikte geliyordu; kafamda
daha uzun, bitkin düşüren savaşları düşünerek yapmıştım. Gerçi, tam otomatik
bir yaylım ateşine yakın bir şey yapamıyordu. Toplar ve tam otomatiklik pek birlikte
olabilecek şeyler değiller. Sadece söylüyorum.
Yapabildiğim en iyi şey, kurduğum mekanizma namluya
yüklediğim manayı iki kısma ayırmama izin verdiği için, arka arkaya iki atıştı.
Manamı ince bir şekilde ayarlayabilmek için yaptığım onca eğitim sayesinde
silahı tamamen şarj edebilmem için otuz saniyeye ihtiyacım vardı, ama bu
dünyanın sonu da değildi. Onu ateş ateşleyeceğim zaman dikkatli düşünmem
gerekecekti.
Ne yazık ki Kahou pek de verimli değildi. Manam tükenmeden
sadece on atış yapabiliyordum ve bu, baştan dolu olduğunu varsayaraktı--ve
sınırlayıcının açık olduğunu da. Yani, en azından kenarda tutup durduğum tüm
mana potlarının nihayet işe yarayacağı bir şey bulmuştum.
Daha fazla kullanmak ve uzun vadede daha kullanışlı olması
için bir tür büyü pili gibi birçok sayıda potansiyel geliştirme de düşünmüştüm.
İkinci serisi üzerinde kesinlikle çalışıyordum, ama gerçekten herhangi bir
ciddi plana koyulmadan önce birkaç test daha yapmam gerekiyordu.
En yeni silahımın merm tabanlı doğasından dolayı tahmin
edeceğiniz üzere, bugün ön cephede olmayı planlamıyordum. Aslında onları
desteklemeye ve büyük silahlardan biri olarak iş görmeye niyetliydim. Ama
Enne’in surat asmasını da istemiyordum. Bunun hakkında hiçbir şey söylememişti.
Hatta onu kullanmayacak oluşumun büyük bir sorun olmayacağı numarası yapmaya
kalkmıştı, ama moralinin bozuk olduğunu kolaylıkla görebildiğimden pek de başka
seçeneğim yoktu. Biliyor musunuz, düşündüm de Rir muhtemelen şu anda çok
yorulmuştur. Enne’in gerçek vücudu yan tarafına bağlanmıştı ve üç kişi de
sırtındaydı. Dostum... bu zor olmalı. Üzgünüm adamım, ama bununla başa çıkmak
zorundasın. Seni bilmiyorum ama, ben Enne’i üzgün görmeyi hiç istemem.
[1] Asıl metinde Fallen Cat: Fallen sıfatı genelde Fallen
Angel şeklinde kullanılır. Bu da cennetten kovulmuş melek anlamına gelir.
Türkçede düşmüş melek şeklinde kullanımı olsa da pek bilinmediği için doğrudan
cennetten kovulmuş diye çevirmek durumunda kaldım.
[2] Jojo’s Bizarre Adventure göndermesi.