Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Yan Hikaye: Sürükleniş
Hem güneşin göz kamaştırıcı ışınları hem de etrafımdaki
tuzlu denize çarptığında yarattıkları pırıltılı yansımaları gözlerime
giriyordu. Keskin, delici ışığı bir kenara bırakırsak, tek görebildiğim şey mavilikti.
Nereye bakarsam bakayım... İki sona ermeyen genişlik mevcuttu. Acımasız bir
bulutsuzlukta olan gökyüzü yukarıda uzanırken, şiddetli deniz aşağıdan beni bir
ileri bir geri sallıyordu.
Tek başımaydım. Mahsurdum.
Nereye bakarsam bakayım hiç kara yoktu, sadece mavi, mavi ve
daha da mavi...
Mavinin sakinliği ifade etmesi gerekirdi. Ama benim için bu
renk, gözlerimin önünde serili olan gaddar gerçeklik galine gelmişti.
Sürükleniyordum.
Ve zihnim bulanık olsa da öleceğimi biliyordum.
Yukarı ve aşağı.
Ve yukarı ve aşağı.
Dalgalar hareket kabiliyetime tamamen hükmediyordu.
Ve bunu etkileyebilecek hiçbir şeyim yoktu. Çok bitkindim.
Boğazım öyle kuruydu ki içindeki deri çatlamaya başlamıştı. Ve karnım o kadar
boştu ki, kendi kendini sindirmeye başlamıştı. Tüm vücudum, onu bunaltan ve
hareket etme yetisini ondan alan devamlı bir ağrıyla dalgalanıyordu. En kötüsü
bacağımdı. Kırıktı. Dalgalar küçük cankurtaran filikamı her sarstığında keskin
bir acıyla kıvranıyordum.
Sadece güneşin beni kurutmasını kesmesini istiyordum. Ve
tuzlu deniz esintisinin sayısız yaramın batmasını kesmesini de... Çünkü sahip
olduğum ufacık yaşam kırıntısını benden koparıyorlardı. Geçen her an hayata
tutunmamı daha da, daha da zorlaştırıyordu.
Şans benim yanımdaydı. Denize düştüğüm zaman ipinden
kurtulmuş bir cankurtaran filikası bulacak kadar şanslıydım. Ve öfkeli
dalgaların onu alabora edeceği kesin gibi görünse de beni içinde tutmayı ve
gemimin başına gelen kaderden beni kaçırmayı başarmıştı. Kader tüm dostlarımı
bulmuştu. Ama artık tükenmişti.
Şansım daha fazla dayanamayacaktı.
Fazla zamanımın kalmadığını biliyordum.
Ölüm beni çağırıyordu. Tatlı fısıltıları, gemide kazandığım
dostlarıma katılacağıma dair bana söz veriyorlardı.
Ve elini kabul etmeye hazırdım.
Onlar en yakın arkadaşlarımdı. Hepsi, nezaket kırıntısı bile
barındırmayan kaba saba aptallardı, ama yine de iyi adamlardı. Onlarla
sonsuzluğu paylaşmak kulağa çok da kötü gelmiyordu. Hatta yeniden bir araya
gelmemizi iple çekiyordum.
Tek pişmanlığım Camella’ydı.
Onu tekrar görebilmeyi diledim. Son bir kez. Ama bunun
gerçekleşmeyeceğini biliyordum. Ölüm nihayet bizi ayıracaktı.
Artık tek yapabileceğim beklemekti. Ta ki ona katılana
kadar. Ondan sonra özür dileyecekti ve kaybettikleri zamanı telafi etmek için
elinden gelen her şeyi yapacaktı.
“Evet... ben... yakında... size... katılacağım... beyler...”
son sözlerim bunlardı. Dileğim budur. “Ben... gelmeden... bütün... romları...
içmeyin...”
Tam ölüm elimi tuttuğunda filikanın bir şeye çarptığını
hissettim. Şaşırmıştım. Ne bekleyeceğimi bilmiyordum, o yüzden gözlerimi açmaya
zorlamak için tüm gücümü kullandım.
Bulanıklığın ardında gördüğüm şey bir gemiydi. Bir gemi
filosu. Benim gibi, her biri tamir edilebilmekten çok uzaktı. Garipti. Yüzmeyi
nasıl başarabildiklerini anlamamıştım. Denize düşmeden önce üzerinde olduğum
gemi kadar hasarlıydılar.
Kafamın içinde ölüme şapkamı çıkardım.
Mükemmel bir hazırlıktı bu.
Ölüler diyarına mükemmel bir eşlikti.
Acı içinde, kuru kuru güldüm.
Son gülüşüm.
Ya da ben öyle düşünüyordum.
“Pekala... bu kadar istila yeter. Görünüşe göre sadece bir
adam gemi kazası falan geçirmiş.”
Gemilerden birinin üzerinden bir ses duydum.
Bu, ölümün sesi değildi.
Bir başkasınındı. Genç bir adamın...
“Bu her şeyi açıklıyor. Ölümün kıyısında olan bir adamın
birden beni saldırmaya çalışacağını biraz garip bulmuştum. Bir bakalım... O bir
iblis, ortalama statları var ve aşağı yukarı sıradan birisi.”
Başını saran kara saçları seçebilmiştim.
Ama yüzünü seçemedim.
Gözlerim çok bulanıktı ve güneşin sebep olduğu gölge onu
görmemi engelliyordu.
“Pekala dostum, bugün senin şanslı günün. Eğer tesadüf eseri
yenileme, tadilat için burada olmasaydım muhtemelen ölmüş olurdum. Ve dürüst
olmak gerekirse, eğer süper güçlü falan olsaydın, muhtemelen sağlama almak için
seni burada çürümeye bırakırdım.
Filikama inmek için bir bağlama halatı kullandı.
“Al bakalım, iç şunu, bendensin. Bunu, inanılmaz şansına
karşılık bir saygı ifadesi olarak düşün.”
Yanıma çömeldi, bir şey, ufak bir şişe almak için bir tür büyü
kullandı, ve içindekileri ağzıma döktü.
Muhtemelen bir tür ilaç falandı.
Acı tatla birlikte çaresizce arzuladığı nemle boğazımı
doldurmuştu.
Susuzluk hissim dinince vücudumun enerjiyle dolduğunu
hissettim.
Sanki yeniden hayat buluyormuş gibiydim.
Ben.. canlılık hissediyordum.
Vücudum neşeyle titredi.
Beni kurtarıyordu.
Benim hakkımda tek bir şey bilmemesine rağmen.
Zihnim gittikçe bulanıklaşmaya başladı.
Güçlükle düşünebiliyordum.
Ama ona teşekkür etmek zorunda olduğumu biliyordum.
Çocukluğumdan beri yanımda taşıdığım hançeri çantadan
alabilmek için kendimi zorladım.
Bu birisine öylece verebileceğim türden bir şey değildi.
Değerli bir aile yadigarıydı.
Ama şu anda sunabileceğim tek şey buydu.
“Teşekkür... ederim... Bunu... nezaketine... karşılık...
bir... ödeme... olarak... düşün...”
“Ha? Şeyy, yok dostum, böyle iyiyim. Sana sadece böyle
hissettiğim için yardım ediyorum. Bir dakika, dostum? Dostum!?”
Gücümün son damlasını hançeri eline bastırmak için
kullandım.
Ve bunu yaparken bir rahatlama hissiyle doldum. Son birkaç
gündür hissettiğim tüm gerginlikler silindi. Bilincimle birlikte...
***
“Neredeyim ben...?”
Yavaşça oturur hale geçerken etrafımı inceledim ve zihnimi
sersemlikten kurtarmaya çalıştım.
Bir sahildeydim, büyük bir palmiye ağacının gölgesinin
altında.
Ayağımın dibinde bilmediğim bir çanta vardı. İçine
baktığımda, çantanın yiyecek ve içecekle dolu olduğunu gördüm.
İç güdülerim beni teşvik etti. Ellerim çantanın içine hücum
etti. Bir elim çantadan suyla dolu bir kapla çıkarken, diğer olgunlaşmış bir
meyveyle çıkmıştı. Doyana kadar içtikten sonra aç bir kurt hırçınlığıyla
meyveyi ısırmaya başladım. Kendimi tutamıyordum. Vücudum yiyecek için, kendimi
tutamayacağım kadar çok özlem çekiyordu.
“Çok... lezzetli.”
Biraz mayhoş bir tadı vardı ama aldığım tad daha çok şekerli
bir tatlılıktı.
Bu sıradan bir meyveydi. Neredeyse her yerde bulabilirdiniz.
Ama aynı zamanda, bir şekilde, bir yemeğin tadını ilk defa
bu kadar çok çıkardığımı hissetmiştim.
“Bu çok, çok lezzetli...”
Bir ikinci, üçüncü ve dördüncü ısırıktan sonra zihnim
nihayet vücuduma yetişti.
Yanağımdan tek bir damla süzülürken ölümün pençesinden
kurtarıldığımı fark etmiştim.
Ve sonra baraj kapakları açıldı.
Türlü duygularla doldum.
Hayatta kalmanın getirdiği neşeyi, tek kurtulan olmanın
getirdiği suçluluğu ve en sevdiğim dostlarımın hepsini kaybetmenin getirdiği
hüzüntüyü hissettim. Hepsi gözyaşları şeklinde dışarıya taştı.
Ölmeye hazırdım.
Zihnim ve kalbim kararlıydı.
Ama ellerimdeki meyvenin tadı hepsini geri çevirmişti.
Başardığımı bana söylüyordu.
Sadece benim başardığımı...
Bir süre ağladım. Ve ağladım. Ve ağladım.
Ağlama krizimin sona ermesinin ne kadar sürdüğü hakkında bir
fikrim yoktu. Ama sona erdiğinde, sakinliğimi geri kazandığımda vücudumu
incelemeye başladım.
Vücudum... garipti. Mükemmel bir şekilde sağlıklıydım. Tüm
kesikler ve morluklar, hepsi gitmişti ve el ve ayak parmaklarım tam olarak
onlara söylediğim şekilde hareket ediyorlardı.
Geminin güvertesinin yanından yuvarlanan varillerden biri
yüzünden kırılan bacağım en iyi durumundaydı. Sanki başından beri hiç
kırılmamış gibiydi.
“Yoksa o... bir tür büyülü iksir miydi?”
Boğazıma döktüğü acı ilacın boğazımdan geçerken verdiği
hissi hatırladım. O anda sıvının beni canlandırdığını hissetmiştim. Şu anda,
tam olarak ne işe yaradığından kesinlikle emindim.
Ve tamamen yabancı olan o kişinin, birçok yiyecek içecekle
birlikte bunu bana verdiğini...
Karşılığında ona klanımın yadigarını verebilmiştim. Ama bu
değiş tokuştan daha karlı olanın ben olduğumu hissetmiştim. Bir haçerin ona
verebileceği şeylerden çok daha fazlasını benim için yapmıştı. Ona teşekkür
etmek ve karşılığını vermek istiyordum. İyiliğin karşılığını iyilikle ödeyerek.
Ama kim olduğunu bilmiyordum. Yüzü bir gizem olarak kalmıştı. Ve ismini
öğrenmek için hiç fırsatım dahi olmamıştı.
Sonsuza kadar hayatımı kurtaran adamın adı olarak
hatırlayabilmek için onu duymayı çok isterdim.
Ama başka seçeneğim yoktu.
Yine de onu unutmayacaktım. Bir yabancı tarafından
kurtarıldığımı, yaşadığım süre boyunca zihnime kazıyacaktım. Bu, zaman zaman
bahsini açabileceğim, çocuklarıma aktaracağımdan emin olduğum bir bilgi
kırıntısıydı.
“Camella...”
Düşünceler zihnimden geçerken, eşimin yüzünü gördüm.
Bir kez daha birbirimizi görebilecektik. Öteki tarafta onu
beklemek zorunda değildim.
Gözümde tütüyordu. Tenini, kokusunu, sesini özlüyordum. Onu
kollarımın arasına almak, ona içimi dökmek ve olan biten her şeyi ona anlatmak
istiyordum. Onunla olmak istiyordum.
Şükürler olsun ki bilmem gereken her şey yakındaki bir ağaca
kazınmıştı. Kurtarıcım iblis lordunun bulunduğu yönü ve uçarak yaklaşık üç gün
süreceğini bildiren bir not bırakmıştı. Bana bu detayı verecek kadar
düşünceliydi.
“Bu borcu asla unutmayacağım isimsiz yabancı.”
Rüzgara kurtarıcım için bir mesaj bıraktıktan sonra bana
bıraktığı çantayı aldım ve hüzünlü bir kalple göğe yükseldi.
***
“Bu mutfak bıçağı harika efendim. Güzelce süslenmiş ve güzel
bir bıçağı var. Bunu nereden buldunuz?”
“Ben dışarıdayken bir iblis bana verdi,” dedi Yuki. “Ve
evet, kesinlikle katılıyorum. Sebze falan doğramak için çok uygun.”
“Bu geçen hafta yaptığınız adamantit şef bıçağından
kesinlikle çok daha pratik. O mutfak için fazla keskindi. Kesme tahtasını ikiye
ayırdığına inanamadım.”
İblis, kurtarıcısına verdiği tören hançerinin gerçekten de
çok işe yarar olduğunu hiç bilmiyordu. Hem o hem de hizmetçisi bu bıçağı,
mükemmel iş gören bir mutfak bıçağı olarak sonsuza dek saklayacaklardı.