Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Drakenstead’e - Kısım 2
“Peki, köyün ne kadar uzakta?” Ayrılışımızdan üzerinden çok
zaman geçtiği için cevabını bildiğim bir soruyu sorarken kanatlarımı çırparak
kendimi ileriye doğru ittirdim.
“Çok mesafe var,” dedi. “Yolculuğumuz bu yönde ilerlediğimiz
sürece dört gün sürecek.”
“Dört gün mü? Oha, bayağı uzakmış...”
Yanıma yolda bize bir ay yetecek kadar yiyecek içecek
aldığım için yemeğimizin ya da temiz kıyafetlerimizin bitmesinin imkanı yoktu
ama dört gün boyunca durmadan uçmaya da meraklı değildim. Kulağa yorucu
geliyor.
“Köy, kıtanın en dış kısımlarında yer alıyor. Uçma yetimizi
göz önünde bulundurursak yolumuzu bulmak bizim için zor olmayacaktır ama
Drakenstead, Uğursuz Orman gibi ırklar tarafından el değmemiş bir bölge
içerisinde bulunduğundan, aynısı uçamayanlar için söylenemez.”
“Dur tahmin edeyim, bütün bölge aşırı güçlü canavarlarla
dolu.”
“Kesinlikle isabetli bir tahmin,” dedi. “Yüksek büyü
parçacığı konsantrasyonuna ev sahipliği yapan bir bölge olduğu için orada
yaşayanlar nispeten güçlü oluyorlar.”
“Anladım... Sanırım bu, etrafındaki bölgenin bir miktar
Uğursuz Orman gibi olduğu anlamına geliyor ama ne beklemem gerektiği hakkında
bir fikir vermiyor. Kimse oraya köy demediğinden ejder köyünün insan köylerine
benzediğini pek sanmıyorum,” dedim. “Orası nasıl bir yer?”
“Orayı tasvir etmek için aklıma fazla kelime gelmiyor,” dedi
sinirle. “Aklıma ilk gelen ikisi monoton ve sıkıcı.”
“Orayı sevmediğini biliyorum, ama neden sevmiyorsun? Bütün
diğer ejderhalardan sadece sinir bozucu oldukları için mi nefret ediyorsun?” Ne
demek istediğinden hala pek emin olmadığımdan daha fazla detay vermesi için
biraz daha kurcaladım.
“Bunun sebebi... Drakenstead’in hiç değişmemesi.” Tepkisi
biraz düşündükten sonra gelmişti.
“Bu da ne demek?”
“Ejder ırkı sonsuza kadar durgun olan bir ırktır. Hiçbir şey
yapmadan çağlar boyu yaşayabiliriz. Ne dünyayı ne de kendimizi değiştirmeye
kalkıyoruz. Durumları kumların akışı ya da mevsimlerin geçişiyle büyük
değişiklik geçiren ırklar gibi değiliz. Gün doğumundan gün batımına öylece
durarak ve ölene kadar düşünerek aynı şekilde kalıyoruz...” gözlerini yukarı
kaldırdı ve uzaklara baktı. “Beklenen tek değişim, ejderha lordu olarak taca
yükselmemdi. Ne değişimin olmamasına ne de tanıdıklarımın sürekli dırdırlarına
dayanamadım. İşte ayrılmamın iki sebebi buydu.” Derin bir iç çekti. “Ama
nihayetinde ejderha kanımdan kaçamadım. Yerimi değiştirmiş olmama rağmen durgun
kalmaya ve can sıkıntısı çekmeye devam ettim. Tanıştığımız güne dek.”
“...Yani bu, sizlerin hiç kültürel gelişmeler geçirmediğiniz
anlamına mı geliyor?”
“Kesinlikle. Bu tanım, koşullarımızı gayet iyi açıklar.
Bizim kültürümüz adapte olmaz. Büyük, kudretli vücutlarımız yaratıma uygun
olmadığından, kültürel gelişmeleri başlatacak yöntemlere sahip değiliz.” Bir
dizi nefret ve tiksinti dolu şikayetleri dile getirirken bir yumruğunu sıktı ve
açtı. “Bizler bu zamana kadar sadece yok ettik. Bu yüzden bütün dünya
tarafından bir tehdit olarak görülüyoruz.”
Bununla birlikte onu nihayet anladım. Ama ağzımı açıp
konuşmaya kalksam da doğru kelimeleri bulamadığım için geri kapadım. Döngü arka
arkaya tekrarlandı ve nihayetinde dudaklarımı bir salak gibi hareket ettirmiş
oldum. Ancak bu hislerimi iletmeye yetmişti. Başını bana doğru çevirdikten
sonra ifadesi neredeyse hemen yumuşamıştı.
“Söyleyecek sadece tek bir şeyim kaldı. Binlerce yıldır
orada yaşamış olan kadimler hiçbir şey başarmamak için ellerinden geleni
yapıyorlar. Onlardan doğanların da bir heykelden farkları yok,” diyerek
sonlandırdı. “Günlerimi kaygısız, boş geçirmekten keyif almadığımı
söylemiyorum. Ama onlardan farklıyım. Asırlar boyunca öylece yatma fikrine
katlanamıyorum.”
>Asırlar.
Vay anasını. Birkaçı bırak tek bir asır boyunca bile aynı
yerde yatsam kesin kafayı yerdim.
“Evet ahh... benim için bu biraz fazla uzun,” dedim.
“Özellikle sadece biraz rahatlamak istiyorsan.”
Baldrgaen ejderhaların rahat olduğundan bahsettiği zaman
onları sakin, nazik, yani normal bir ırk olarak tekrar hayal etmiştim. Ama
şimdi, anlayışımda bayağı hata olduğunu fark etmiştim. Önceki izlenimim, yaşam
sürelerinin uzunluğunu hesaba katmadığımdan tamamen yanlıştı.
“Uzun yaşamlarımız, boşa geçirecek binlerce yılımız
olduğundan, yılları ırkların günleri gördüğü gibi görmemize sebep oldu.” “Ama
artık böyle hissetmiyorum. Senin yanında geçirdiğim yaşantı, her günün tecrübe
edilecek yeni şeylerle dolu olduğunu bana öğretti.”
“Evet, bana da. Seninle ya da diğerleriyle tanışmadan önce
her şeyin sıkıcı bir bulanıklık olduğunu hissetmiştim. Sanki dizginlerin
kontrolünü hayata bırakmıştım ve karşıma dilediği şeyi çıkartmasına izin
veriyordum.”
“Kökenlerinin başka dünyaya dayanıyor oluşu kesinlikle ilgi
çekici. Ne böyle bir şeyin mümkün olduğunu ne de bu dünyanın henüz
aydınlatılmamış birçok gizem barındırdığını bilmiyordum.”
“Değil mi? Miden bu dünyanın en büyük gizemlerinden biri
olmalı. Kapasitesi neredeyse sonsuz.”
“Karşı cinsten çocukları nasıl kendine çektiğinden de
bahsetmemiz gerek.”
Birbirimize göz ucuyla baktıktan sonra gülmeye başladık. Ardından bir sessizlik oldu. Ama
rahatsız eden bir sessizlik değildi. Sadece baş başa kaldığımız bu anın
rahatlığının tadını bir süre çıkardık.
“Peki şey... önceden konuştuğumuz şeyi hatırlıyor musun?”
Bir süredir düşündüğüm şeyi söyleyerek nihayet sessizliği bozmuştum.
“Çok uzun konuştuk Yuki. Biraz daha açık olman gerek.”
“Bir ejderha olmayı falan sevmiyor olabilmeni anlıyorum ama
biliyor musun... o kadar da kötü değil.”
Düşüncelerimi toparlamak için bir anlığına durakladım.
Doğuştan sahip olduğu ezici gücü hiç sevmediğini biliyordum. Beni korumak için
her zaman yanımda olacağını söylediği her seferde hiç mutlu değildi. Çünkü
sunabileceği tek şeyin gücü olduğunu hissetmişti. Değerinin sadece bu kadar
olduğunu hissetmişti.
“Senin yüce ejderha olman her şeyin şu anki halde olmasının
tek sebebi. Eğer bu şekilde doğmamış olsaydın ve eğer seni Drakenstead’i terk
ettirecek kadar sinir etmeselerdi Uğursuz Orman’a hiç gelmezdin.” Gözlerine
bakmak için döndüm. “Tek bir değişken bile farklı olsaydı hiç tanışmamış
olurduk. Bu yüzden, tüm kalbimle söylüyorum ki iyi ki tam olarak bu şekildesin.
Ve bu ejderha olma durumunu da kapsıyor.”
Biraz beceriksiz bir konuşmaydı, pek istediğim gibi
çıkmamıştı. Ama ana fikri iletmeye ve bakış açısını tekrar gözden geçirmeye
yeterdi. Bir süre şaşırmış bir şekilde bana baktı, sonra şaşkınlığının yavaşça
neşeye dönüşmesine izin verdi.
“Sanırım haklısın.” Diyerek kıkırdadı. “Öyleyse daha fazla
şikayet etmeyeceğim. Ben de karşılaştığımız için minnettarım ve bunu
damarlarımda akan ejder kanına borçlu olduğumu inkar edemem.” Kendine baktı,
nazikçe gülümsedi ve sonra öncekinden daha neşeli bir şekilde devam etti. “Hadi
uçmaya odaklanalım. Önümüzdeki yol hala uzun. Yolun sadece onda birini uçtuk.”
“Öff, çok uzak...” dedim. “Ama doğrusu pek de önemli değil.
Beklemek beni daha da gaza getiriyor.”
***
“Kanatları olan iki kişi gördüm. Birinin boynuzları ve kuyruğu
bile var. İblis olmalılar!” Uzaklara bakan bir asker gözlemlerini ekibindeki
dostlarına aktardıktan sonra sesini yükseltti. “Durun! Daha ileri giderseniz
hava sahamıza gireceksiniz! Eğer tam orda durmazsanız ateş açacak ve sizi
vuracağız!”
“Oha, şunlar ejder şövalyeler mi?”
Büyük kertenkelemsi bineklerinin üzerinde kanatlarını
çırparak gelen askerleri izlerken şaşırmıştım. Temelde bir tür süvarilerdi ve
silah detayını atlarsak, az çok bu dünyanın dragoonları oluyorlardı. Her ne
kadar binekleri ejderha gibi gelse de neresinden bakarsanız bakın gerçek
ejderha değillerdi. Gerçek ejderhaların aksine konuşamayan, tamamen yarı
ejderler, ejderhaya benzeyen kertenkelelerden oluşuyorlardı. Ama açıkçası kim
gerçek ejderhaya binmelerini umursardı ki. Her neyse, bir ejder şövalyesi olmak
sizi kesinlikle havalı yapıyor. [1]
Allysia’lı gibi görünmüyorlardı. Üzerlerindeki zırhlar
tamamen farklı bir tasarıma sahipti ve üzerlerindeki armayı pek tanıyamamıştım.
Uzaktan yakından tanıdık gelmiyordu. Muhtemelen uzakta gördüğüm kaleden
geliyorlardı. Görünüşe göre yaklaşık... üç kilometre mi?
Her ne kadar algısız biniciler korkmamış olsa da binekleri
olarak işlev gören yarı ejderler Lefi’den korkmuştu. Her ne kadar emirleri
yerine getiriyor ve ona yaklaşıyor olsalar da metaforik donlarına ha bıraktı ha
bırakacalardı. İki yaratık da olabildiğince küçük ve önemsiz görünmek için
ellerinden gelenin en iyisini yapıyorlardı. Kendilerini küçük, uçan toplar
haline gelene kadar büzüştürmüşlerdi. Görünüşe göre biniciler, partnerlerinin
iyi durumda olmadıklarını fark edince onları sakinleştirmeye çalıştıklarından,
tamamen yetersiz değiller. Hmm... geçmemize izin vermeyi düşünmüyorlar. Ne
yapsak... Ne yapsak...
“Hey Lefi, Drakenstead ne tarafta?”
“Tam olarak karşıda bulunuyor.”
Haaaaaarika. Yani ya yolumuzu değiştireceği ya da dümdüz
ilerleyeceğiz. Sadece görevlerini yaptıklarından, askerleri hırpalamayı hiç
istemiyordum. İblis olduğumuzu düşünmelerine rağmen doğrudan bize
saldırmadıklarından anlaşılacağı üzere, düzgün birilerine benziyorlardı. Gayet
makul uyarılar falan bile yaptılar. Aynen, bilemedim. Sebepsiz yere onları
pataklamayı hiç istemiyorum.
Ben bir fikir uydurmaya çalışırken Lefi fikirlerini
uygulamaya çoktan başlamıştı. Gözlerini sinirli bir şekilde kısarak kalın,
sabırsız bir şekilde kükredi.
“Yolumdasınız.”
“Sert davranmayı kes seni küçü---ohaaa! Dawn? Dawn!? Ne
yapıyorsun!?”
Sözler binicilere söylenmemişti.
Bineklerine söylenmişti.
Avcı karşısındaki bir av gibi, yarı ejderhalar donakalmıştı.
Binicilerine itaat etmeyi kesmiş ve ilerlemeyi durdurmuşlardı. Her bir kertenkele
itaatkar bir şekilde gözlerini ortamdaki tek ejderhaya dikmişti ve tam
karşısında olanlar ise kızıl deniz gibi ikiye ayrılmıştı. Muhtemelen ne
dediğini anlayacak kadar akıllı değillerdi, ama bulaşılmaması gereken ulvi bir
varlığı sinirlendirdiklerinin gayet farkındalardı. Onlar için kötü hissettim.
Yarı ejderler öyle korkmuşlardı ki, az kalsın ağlayacak gibiydiler. Her şey
yoluna girecek çocuklar. Bu sadece bir kabus. Asla gerçekleşmedi. İyi
olacaksınız.
Lefi sert bir şekilde, “Bizi bırakın gidelim,” dedi.
“Eeh.. evet... aynen,” dedim. “Dostum, senin yanında olmak
her şeyi çok kolaylaştırıyor...”
Kanatlarımı çırptım ve öylece süzüldüm. Ben hiçbir uğraş
vermemenin tadını çıkarırken askerler tam tersiyle meşguldü.
“Dawn!? Dawn!! Hadi kızım, rahatla, sorun yok! Korkmana
gerek yok!” Bize uyarıyı yapan adam çaresizce bineğinin kontrolünü tekrar ele
almaya çalışırken geriye dönüp bize baktı. “Bir dakika! Nereye gidiyorsunuz!?
Buraya dönün! Hey!”
İtirazlarına rağmen, hiçbir şeyi umursamadan uçmaya devam
ettik. Yarı ejderhalar için üzülmek dışında tabii.
[1] Dragoon: 15.-16. yüzyıllarda hareket için ata binen,
savaşırken attan inip savaşan piyadeler için kullanılıyordu. 17. yy ve
sonrasında klasik süvari birlikleri olarak da kullanılmaya başlandılar. İsmin
kökeni, Fransız ordusundaki dragoonlar tarafından kullanılan tabancaya benzeyen
dragon ismindeki silahtan gelmektedir.