Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Drakenstead’e - Kısım 7
“Buna inanamıyorum...! Bizim için bütün o canavarlardan
gerçekten de kurtuldunuz!” Lefi’yle ben bütün böceklerden kurtulduktan kısa
süre sonra zeplinin kapaklarından birinden bir tür mühendise benzeyen bir adam
tırmandı. Sırtına bağladığı ekipman parçaları üzerine ağırlık yapıyor gibiydi.
“Bunca zaman bütün iblislerin bizi öldürmek istediğini düşünmüştüm. Teşekkürler
dostum. Sana borçluyuz!”
“Oh, hey! Sorun değil!” Selamını aynı gürlükte bir sesle
karşıladım. Birbirimize bağırmak istediğimizden değildi bu tabii ki. Eğer
uğuldayan rüzgardan birbirimizi duymak istiyorsak bağırmaktan başka şansımız
yoktu. “Sanırım burada işimiz bitti gibi! İçeri giren böcek oldu mu!?”
Sormak sadece bir formaliteydi. Düşman saptama yeteneğim
zaten bana geminin içine giren olduğunu söylüyordu.
“Evet! Bazılarımız şu anda onları tutmakla meşgul ama daha
ne kadar dayanabileceklerinden emin değilim! Oraya gidip onlara yardımcı
olabilir misin?!”
“Tamam, birazdan orada olurum!”
Lefi’den yardım istemek istemiştim ama hassas makine
parçalarının yanında çalışamayacak kadar sakardı. En iyi ihtimalle eli ayağı
kayar, yanlışlıkla önemli bir şeyi kırar ve araca kritik hasar verirdi. Enne’i
yanıma almak da muhtemelen aynı şekilde aracın nihai sonuna ulaşmasına sebep
olurdu. Dar koridorlar için fazla uzun ve keskin olduğundan onu istediğim gibi
savuramayacaktım. Evet, geminin çakılma sebebi olmak istemediğimden onların
beklemesi gerekecek.
“Ben içeri giriyorum. İkiniz başka böceklerin yaklaşmaması
için burada kalabilir misiniz?"
Enne’i elimden alırken, “Sorun olmaz,” dedi Lefi. “Bir
süredir kılıcın Enne’i kullanmaya çalışmamıştım. Gayet güzel bir ağırlığı var.”
“Mmrrrphh…” Enne telepatik olarak somurtmuştu. “Ben ağır
değilim.”
Hafifçe gülerek, “Hayır, kesinlikle değilsin. Özür dilerim,”
dedi Lefi.
Yalan söyleyemeyeceğim Enne, bence de bayağı ağırsın...
Konuşmaları bana önemli bir ders vermişti. Beklentilerimin aksine, Enne
kilosundan endişeli gibiydi. O da bir kız sonuçta. Ne söylediğime daha çok
dikkat etsem iyi olur.
Kadın kalbinin anlaşılmazlıkları üzerine düşünürken
tamircinin kullandığı kapaktan girdim ve zeplinin içinde ilerlemeye başladım.
***
Balon olmayan iç kısımlarda her türden farklı borular
diziliydi. Ne işe yaradığını asla anlayamadığım vanalar ve sayaçlar her
yerdeydi. İlk izlenimim, bunun hiç de dünya dışı olmadığıydı ama içimdeki tarih
ineği kısa süre sonra, insan tasarımlarının birbirlerine yakınsama eğiliminde
olduğunu hatırladım. Eski dünyamdaki birçok antik medeniyetler de hiç başka bir
medeniyetle temas kurmamış olsalar da birbirlerine benzer yapılar
yaratmışlardı. Sanırım bütün bunlar eğilimlerin dünyaların ötesine geçebildiği
anlamına geliyor.
Gemide gezinince, bunun bir savaş aracı olduğu ihtimali
doğrulanmış oldu. Ticari kullanım olamayacak kadar az eşya bulunuyordu; yolcu
taşıyan araçların boruları ortada olmazdı.
“Görünüşe göre onları buldum.”
Düşman saptama yeteneğimi takip etmek beni sonunda gemiye
binen on küsur canavarın olduğu yere ulaştırdı. Aşırı gelişmiş uğurböcekleri
ederlerinden fazla soruna sebep oluyorlardı. İlerledikçe her şeyi yıkıp
geçiyorlardı. Dar koridorlarda kümeler halinde ilerlerken tonlarca farklı araç
ve gereci bozmuşlardı.
Her ne kadar mürettebat direnmek için ellerinden geleni
yapıyor olsa da hiç ilerleme kaydedemiyorlardı. Hatta böcekler, neredeyse hiç
ciddi hasar almadan, yavaş yavaş yıpratarak savaşı kazanıyorlar ve diğerlerinin
sayılarını azaltıyorlardı. Bu, bu duruma nasıl oldu da girdiler sorusunu
beraberinde getiriyor. Böceklerin kovanlarını falan mı bombaladılar? ...Yoksa
gerçekten onları kontrol eden bir kötü büyücü falan mı var? Kendime not: Her
şey öldükten sonra kaptana sor.
“Üçüncü birimin işi bitti! Daha fazla dayanamayız, çok kayıp
verdik!”
“Hassiktir! Hala hareket edebilen yaralılar hareket
edemeyenleri alıp geri çekilsin! Diğer herkes, benimle kalıyorsunuz! Onların
daha fazla ilerlemesine izin veremeyiz, canımıza mal olsa bile!”
Aralarından geçtim ve bir çift muştayı ellerime geçirdikten
sonra böceklerin suratlarını yumruklamaya başladım. Yumruk tabanlı silahları
bir süre önce yapmıştım ve onları analiz ettiğimde şu sonuçları aldım:
***
Ezici’nin Pençeleri
Kalite: S-
Tanım: Yuki adındaki İblis Lordu tarafından yapılmış bir
çift pirinç muşta. Bu ölümcül yumruk silahı saf, katkısız güç uygulayarak
kullanıcısına zaferi getirir.
***
Yumruk silahlarım güvenilir adamantit kullanılarak
yapılmıştı. Bunun tek sebebi, son parmak kısmından uzanan uzun, ince bıçağın
gerçek bir dövüşte kullanılacak kadar dayanıklı olmasıydı. Eğer daha kırılgan
bir malzemeden yapılmış olsaydı, onunla herhangi bir şeyi kesmeye kalktığım
anda kırılmış olurdu. Ve en iyi kısmı ne biliyor musunuz? Enne, onunla aşık
atamayacak kadar küçük oldukları için bıçak ve benzeri şeyleri kullandığımda
somurtmuyordu. Ve tek önemli kısım da buydu.
Nell’in aksine ben, dövüş sanatlarında o kadar iyi değildim,
o yüzden kesme saldırılarıyla geleneksel yumrukları birleştiremiyordum. Tam
tersine, bıçak daha çok bir süs parçası gibiydi. O yüzden merak ediyor
olabilirsiniz: Yuki, napıyorsun lan? Kullanmayacaksın madem, neden lanet şeye
bir bıçak koymakla uğraşıyorsun? Pekala evlat, bunun cevabı bıçağın onu daha
havalı yapması. Tabiisi.
“Boktan zırhınızla beni durduramazsınız!”
Yumruk tabanlı silahı eline geçirdikten sonra ilk yapılacak
şey doğal olarak bir düşmana vurmak olduğu için doğrudan kabuğunu gökyüzü
gemicilerinin kılıçlarından korunmak için kabuklarını kullanan böceklerden
birine doğru koştum ve tam yüzüne bir tane geçirdim. Poezahr’ın yakınındaki
zindanı temizlerken kullandığım gürz Yıkımın Yankısı gibi, Ezici’nin Pençeleri
de isabet anında bir patlama yaratabilen büyülü bir halkaya sahipti--ki onu da
çalıştırmıştım. Sonuç mu? Böcek sakatatı. Her yerdi. Öğk... İğrenç.
Kalıntıların her yerime bulaşmasını hiç sevmemiştim ama yine
de devam ettim ve arka arkaya böcek patlatmaya devam ettim. Aşırı güçlü silahım
ve insanlık dışı güç statımın birleşimi, onları ortadan kaldırmayı tamamen
sıradan bir işe çevirmişti. Hehe. Bana Yumrukların Kralı demeye başlasanız iyi
olur. Ellerimin yok edemeyeceği hiçbir şey yok.
Böceklerden biri yakınlardaki bir odadan birden çıktı ve
beni yere indirmek için pusuya düşürdü, ama boşa çabaydı. Onu çoktan görmüş ve
elimin tersini savurarak yüzünü delip geçtim.
Bir saniye... bıçak çıkmıyor! Aptal böcek elime sıkıştı!
Böceği tutup çektim ama boşaydı. Lanet olsun! Neden bu şeyi bu çentikli ve
dişli dişli yaptım ki!? Öööööf.... Pişmanlık.
“Mola! Biraz zamana ihtiyacım var!”
Ne yazık ki benimle ringde olan böceklerin kurallara hiç
saygısı yoktu. Teknik arızalarımla uğraşmak için gerçekten zamana ihtiyacım
olmasına rağmen bana saldırmaya devam etmişlerdi.
“Hey! Hoop! Kesin şunu! Dostunuzun yüzünü elimden sökmeye
çalışıyor olduğum için kendinizi bi şey sanmayın!”
Bir yandan silahıma takılmış olandan kurtulmaya çalışırken,
diğer yandan fazla yaklaşan böceklere bağırdım--ve onları yumrukladım--ama
sonunda bu fikri kenara bıraktım ve durumu olduğu şekliyle kabul ettim. Siktir
et. Bu onları yumruklamamı engellemez.
Bu fikri uygulamaya koymak gemiye hasar vermişti. Koluma
yapışmış olan canavar, kolumu dostlarına savurup onların içlerinden geçirdikçe
bir sürü farklı boru ve vanaya çarpmıştı. Pardoon... ama en azından çok önemli
görünen şeylere hasar vermekten kaçındım, o yüzden bu olabilecek en kötü
senaryo değildi. Değil mi?
Mürettebattan birisi, “Şu da kim ulan!? O herif hangi
birimden!?” diye bağırdı.
Nispeten daha önemli biri gibi gözük bir diğeri, “Galiba
hiçbirinden!” diye cevapladı. “Kaptan, yardıma geldiği için gemideki iblise
saldırmamamızı söyleyen bir emir gönderdi.”
“Ne!? Bir iblis mi!? Emin misin?”
“Öyle olduğunu düşünüyorum. Hatta tekrar kontrol ettim ve
tam olarak duyduğum şeyi kastettiğini söyledi...”
Geminin dar koridorlarında hareket etmemi kolaylaştırmak
için kanatlarımı içime çekmiştim o yüzden mürettebatın insan olmadığımı bir
bakışta anlamaları imkansız olmasa da zordu.
Gelişim onları öylesine şaşırtmıştı ki, donup kalmışlardı.
Hatta bazısı silahlarını dahi indirmişti. Pekala, benim için fark etmez.
Böylece dost ateşine maruz kalmamış olurum, ki bu onları öylece
bağışlayabileceğim bir şey değildi. Kazara olsa bile.
***
“Pekala, görebildiğim her şey bu kadar.” Odaklanmak için bir
anlığına gözlerimi kapadım. “Ve düşman saptama yeteneğim de hiçbir şey tespit
etmiyor. Sanırım işim bitti.”
Rahat bir nefes aldım. Tüm süreç beklediğimden daha uzun
sürmüştü. Tüm başıboşları temizlemek, her ne kadar bunaltsa da, dev geminin her
köşesini, bucağını ve deliğini kontrol etmeyi gerektiriyordu.
“Ben.. Şeyyy... Teşekkürler. Sana borçluyuz.”
İşimi bitirmemin hemen ardından geminin kaptanı böcek
istilasına uğramış son odaya girmişti. Şapkasını çıkardı, göğsüne bastırdı ve
garip ama görev bilinciyle eğildi ama onu ellerimi sağa sola sallayarak
durdurdum.
“Önemli değil. Gelmiş olmamın tek sebebi, kızımın size
yardım etmemi istemesi.”
“Kızın mı?”
“Evet, kafanı yormana gerek yok.”
Güçlerimizi birleştirerek bir şekilde geminin gökyüzünden
düşmesini engellemeye yetecek şeyleri yapabilmiştik. Artık hiçbir şey
yanmıyordu ve her şey stabildi. Gerçi olay henüz sonlanmış değildi. Mürettebat
hala oraya buraya koşuyor ve hasar tespiti üzerine çalışıyordu.
“Peki nasıl oldu da böyle bir duruma düştünüz?” Kollarımı
birleştirdim. “Çünkü o canavarların sayısı bayağı fazlaydı.”
Tüm durumla ilgili en garip kısım Lefi’nin varlığında bile
saldırmaya devam etmeleriydi. Onun ezici varlığının korkusuna rağmen gemiyi
düşürmeyi önceliğe almış gibilerdi. Ve bu tarz şeyler sebepsiz olmaz...
Alnını buruşturarak, “Her zamanki şeyler dışında özel bir
şey yapmıyorduk, sadece her zamanki rotamızda uçuyorduk,” dedi kaptan.
“Muhtemelen başka bir ülke tarafından düzenlenmiş bir saldırıydı.”
İlginç...
“Canavarlara emir verebilen ülkeler mi var?”
“Sadece bir tanesi. Bildiğimiz kadarıyla, bunu yapabilenler
buranın güneyinde bir yerde bulunan Rogarde İmparatorluğu. Düşmanlarına canavar
dalgası göndermek en sevdiği taktiklerden biri.” Kaptan iç çekti. “Gerçekten
onlar olup olmadığı hiç kanıtımız yok, ya da nasıl yaptıklarına dair hiç gerçek
bir ipucumuz da, ama muhtemelen bir tür yetenek, büyü ya da teknoloji ile
olabilir...”
Rastgele suçluyor gibi görünmüyor, yani muhtemelen onu böyle
düşünmeye iten bir bilgisi var. Hmm...
“Bu gemiyi hedef almış olmalarının hiçbir özel sebebi var
mı?” Diye sordum. “Ah ve baskı yok. Eğer gizli bilgiyse bana hiçbir şey
söylemene gerek yok.”
“Sana söyleyebileceği bir iki tahminim var.” dedi.
“Muhtemelen geminin kendisinin peşindelerdi. Bu şey yepyeni, son teknoloji
cihazlarla dolu. Eğer bunu indirebilirlerse, benzer bir şeyi sıfırdan yapmaya
gerek duymamak için kaza alanını inceleyip ve hatta belki yeterince parça
kurtarıp nasıl çalıştığını öğrenebilirler.”
Anladım, hmm.. Yani kargodan ziyade geminin kendisi. Dostum,
bu dünya çok sert. Sanki önüne gelen herkes savaşıyor. Gerçi bir düşündüm de,
sanırım benim eski dünyam da geçmişte böyleydi.
“Peki seni buraya getiren şey nedir?” diye sordu kaptan.
“Ah bilirsin işte, eve dönüş falan. Özel bir şey değil,”
dedim. “Aslında ne başkalarına sıkıntı vermekle ne de başkasının sıkıntısını
çekmekle uğraşmamak için mümkün olduğunca uzak durmayı planlıyorduk ama
geminizin yandığını fark edince yardım etmek iyi olur diye düşündük. Sizi ölüme
terk etmek muhtemelen vicdanıma yük olurdu.”
Her ne kadar iyi bir hayır sever olsam da, eğer Enne
olmasaydı onların açmazlarını muhtemelen gözardı ederdim. Rastgele birilerinin
işine karışmak iyi bir seçim olmaz sonuçta.
“Bu.. ne büyük şans. Eğer siz olmasaydınız bu gemi ve
içindeki herkes büyük yanan bir halkanın ortasında olacaktı.” Kaptan yüzünü
buruşturdu. “Ülkemiz iblisler hakkında iyi düşünen ülkelerden biri değil, ama
bugün bizim için yaptığımızı unutmayacağım derken bana güven.”
“Merak etme dostum. Bunu bir çeşit talih kuşu gibi düşün.”
Gülerek devam ettim. “Ama bir sonraki sefer canavarlar size çok yaklaşmadan
onlardan kurtulmanın bir yolunu bulmanız gerek.”
“Katılıyorum. Bir askeri teknolojinin hiç savunması olmadan
etrafta uçması aklıma gelen en kötü fikir. Ya ejder şövalyelerini çağırmak ya
da geminin kendisine bir şeyler kurmak zorundayız...” Olasılıklar üzerine
düşünürken sakalını sıvazlıyordu.
“Hahaha, pekala, iyi fikir. Her neyse, gemide dolaşmaktan
falan gerçekten çok eğlendim ama artık yavaştan gitme ve sizi de işinizle baş
başa bırakma zamanım geldi.”
“Hemen gidiyor musun? Gitmeden sana biraz daha
misafirperverlik göstermeyi umuyordum.”
“Düşüncenizi takdir ediyorum ve çok aceleci olmadığımız da
doğru ama yine de gitmemiz gereken yerler var,” dedim. “Bu misafirperverlik
fikrinizi genel halka bir şeyler yapmaya başladığınız zaman kullanmama ne
dersin? Ve tercihen bindiğim şey yanmayan bir şey olsun.”
“Tabii,” diyerek güldü. “Öyleyse, bunu almanızı isterim.”
Güzel bir şekilde süslenmiş, ortasında saf gümüşe benzeyen
bir şey bulunan bir madalya verdi. Bayağı değerli görünüyor.
“Bu nedir?”
“Sonraki ziyaretinde bunu bir kimlik olarak
kullanabilirsin.”
“Ama bu şey askeri hizmet için falan aldığın bir şey değil
mi? Bunu adamın birine öylece vermen senin için sorun olmaz mı?”
“Değerli bir eşya olduğu doğru, ama bugün yaptığın şey ülke
adına verilmesi gereken bir hediyeye bedel. Daha iyi bir şey veremediğim için
pişmanım.”
“Benim için gayet yeterli. Siyasilerden falan uzak durmayı
tercih ederim. Eğer tatil için buraya gelirsem bunu kesinlikle kullanacağım,”
dedim.
“Kullan lütfen. Birbirimizi bir sonraki görüşümüzde içelim.”
“Evet. Görüşürüz dostum.”
“Hoşçakal. Ve tekrar teşekkürler.”
İyice eğilerek minnettarlığını gösteren kaptana son bir kez
baktıktan sonra madalyayı envanterime koydum ve gemiden atladım.
***
Döndüğümde telepatiyle, “Bir prenses var mıydı?” diye sordu
Enne.
“Ne yazık ki hayır. Gemi tamamen büyük kaslı adamlarla
doluydu.”
“Çok yazık. Peki ya kötü büyücü?”
“Hmmmm... belki. Kaptan canavarların bir tür kötü büyücünün
kontrolü altında olduğu ihtimalinden bahsetti.”
“O zaman onlardan kurtulacağım. Adaletin İblis Lordu’nun
kızı olarak.”
“İyi bir plana benziyor. Bir gün bütün kötüler yenilmek
zorunda,” dedim.
Lefi bana doğru süzüldü ve fısıldayarak konuşmaya başladı.
“Belki de çocuklara ortalama bir iblis lordunun kötü birisi
olduğunu söyleme vakti gelmiştir.”
Ben de fısıldayarak, “Güven bana, denedim,” dedim. “Ama ben
kötü olmadığım için iblis lordlarının da kötü olmasının imkanı olmadığını
söyleyip durdular. Bana bu kadar güvenmelerinden mutluyum ama ben de
endişelenmeye başlıyorum...”
“Bu doğru. Baş kötü değilsin. Senin kötülüğün daha çok
önemsiz alçaklarınkine benziyor.”
Sesini yükseltmeye başlayınca ben de yükseltmiştim.
“Peki bu seni ne yapıyor o zaman? ‘Önemsiz bir alçakla’
evlenmeyi seçen kişinin sen olduğunu belirtmem gerek.”
“...Sanırım bu sözümü geri almam gerek. Sen önemsiz bir
alçak değilsin, daha çok diyar diyar tanınan bir alçaksın.”
“Heh. Haklısın! Ben, bu zamana kadar doğmuş en büyük
serseri, kaderinde bu dünyayı yok etmek olan Kötülüğün İblis Lordu Yuki’yim!”
“Ben, Leficious, zamanın bilebileceği en şeytani şirret
kadın olarak eşin olduğumdan, benim de bu çağın sonunu getirmem gerekiyor.
Herkes ayaklarımızın dibine kapanacak!”
“Hm? Ama bir hata var. Siz ikiniz kötü değilsiniz.”
Enne’in şaşkın itirazı ikimizi de kahkahaya boğdu.