Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Drakenstead’e - Kısım 8
Gece saatleriydi. Güneş çoktan ufkun altına batmış ve gündüz
dışarıda olan bütün hayvanlar yuvalarına ve deliklerine dönmüştü. Zeplinle
karşılaştığımız günün erken saatlerinden bu yana pek bir şey olmadığı için çok
yol katedebilmiştik. El değmemiş bir bölgenin derinlerindeydik ve Drakenstead
bir günden kısa mesafedeydi. Varış noktamıza çok az bir mesafede kalmış ama
henüz ulaşamamış olmamızın tek kötü yanı yakınlarda hiçbir yerleşim yerinin
olmamasıydı ve bu yüzden geceyi bir kereliğine açık havada geçirmek zorunda
kalmıştık. Tabii, “açık hava.”
“Pekala, bu yeterli olmalı.” Çadır yerine kullanacağımız
büyüyle yapılmış geçici evi bitirdiğimde kendi kendime başımı salladım.
Çok karmaşık bir şey değildi. Dört duvar ve bir çatıdan olan
bir yapıydı ve aslında Minecraft’ta gece çökmeden yapılan geçici yapıya bayağı
benziyordu. Bilirsiniz işte, creeperları uzak tutmak için falan.
Gerçi oyunda göreceğiniz geçicimsi şeyden biraz daha dayalı
döşeliydi, sonuçta herkesin dostu Steve’in aksine biz gerçek ihtiyaçları olan
gerçek insanlardık. Ve ardından içini gerekli olan, bir oturma odası, bir yatak
odası, bir alaturka tuvalet, bir şömine ve masa ve sandalyeleriyle bir yemek
odası gibi şeylerle doldurdum. [1]
Tamamını tek seferde, büyüyle yapmanın tonlarca faydası vardı,
ki en belirgin olanı hiçbir deliğin, açıklığın olmamasıydı. Duvarlar hava
geçirmezdi, yani cereyandan ve içerideki sıcaklığı istenmeyen değişimlerden
uzak tutabilecektik. Açıkçası, hava gerçekten soğusa bile burası gayet iyi
dayanırdı.
Tavanda lamba yerleştirilebilecek birkaç yer bile vardı, ki
ben de tam olarak öyle yaptım. Daha önceden DP ile hoş, rahat ve taşınabilir
yatakla birlikte birkaç tane de fener almıştım. Öff, şu fenerler gerçekten iyi
seçimdi. Yumuşak ışığı atmosfere gerçekten iyi uyuyordu. Aferin ben. Sırtının
sıvazlanmasını hak ediyorsun. Yani cidden. Ortalama bir yatak ve kahvaltı kadar
olmasa bile, burası bu şekilde bile iyiydi. Hehe. Çocuklar oynasın diye
yaptığım o tüm minyatür evleri boşuna yapmadım herhalde. Böyle şeyler benim
için o kadar kolaydı ki gözlerim kapalı ve ellerim arkadan bağlı bir şekilde
bile yapabilirdim.
Henüz bahsetmediğim tek temel şey olan banyo binanın içinde
bulunmuyordu. Bunun yerine onu, suyun tadını çıkarırken manzaraya bakabilelim
diye dışarı, açık hava stilinde yapmıştım. Bu tercihi normal olarak riskli
bulanlar olabilir ama bunun hakkında endişelenecek hiç bir şey yoktu. Kimse
gözetleyemeyecekti çünkü hiçliğin ortasındaydık. Aynı şekilde canavarlar da
Lefi’den kendi kendilerine koydukları uzak durma kararlarını ezemeyecek kadar
korktuklarından, bizi hazırlıksız yakalamaya çalışmayacaklardı bile.
Bütün süreci izleyen Lefi, “Büyü yeteneklerin gayet iyice
hassaslaşmış,” diye yorumladı. “Çok detaylı yapılar yaratmada ben bile seninle
aşık atamam.”
“Muhahahaha! İyi bakın, çünkü bu sadece iblis lordları
tarafından bilinen çoktan unutulmuş bir sanattır!”
“Bir süredir sana şunu sormak istiyordum Yuki. Çocuklar için
bir şeyler yarattığın zamanlarda yeteneğinin iblis lordu kimliğinden
kaynaklandığını sık sık dile getiriyorsun. Bu ilişkilendirmeyi biraz... tuhaf
bulmuyor musun?”
“Ne demek istiyorsun? Kızların oyun zamanlarını iyileştirmek
bir iblis lordu olmanın kesinlikle bir parçası.”
“...Senin için sorun değil madem, ben de başka bir şey
demeyeceğim.”
Lefi’nin hala söyleyecekleri var gibiydi, ama tartışmanın bi
anlamı olmadığı sonucuna varmıştı.
“Ama aynısını sen de yapıyorsun,” dedi Enne.
“Ö-öyle mi yapıyorum?” Lefi gerçekten şaşırmıştı.
“Hı-hı. Her zaman.” Diyerek başını salladı. “Her zaman bir
şey yapıyorsun. Sonra yapabileceğini söylüyorsun. Yüce Ejderha olduğun için.
Aynı Sahip gibi. Ve onun İblis Lordu unvanı gibi.”
Enne son zamanlarda daha kendini ifade eder olmaya
başlamıştı; daha fazla duygusu yüzeye çıkıyordu. Ki bana sorarsanız bu iyi bir
şeydi. Yakında kendini istediği gibi ifade edebilir hale gelirdi.
“Hadi bunu daha sonra konuşalım. Daha fazla geç olmadan bir
şeyler yemeye ne dersiniz kızlar?” Diye sordum. “İkinizin özel olarak istediği
bir şey var mı?”
Siparişlerini alırken onları ışıkları çoktan açılmış olan
evin içindeki masaya doğru götürdüm.
Lefi, “Ben mantı istiyorum,” dedi.
Enne ise, “Ramen,” dedi.
“Üç kase ramen ile yanında mantı, tamamdır. Siz zarif
hanımlar hangi tür yemek suyu ister acaba?”
“Ben... Tonkotsu alacağım.”
“Miso.” [2]
İkisi de soruma geleneksel Japon tatlarından biriyle cevap
vermişti. Hmmm... tonkotsu kulağa gayet iyi geliyor aslında. Domuzdan yapılan
yemek suları harika...
“Pekala, tamamdır. Ben de tonkotsu seçiyorum.”
Envanterimden, içinde dumanı tüten leziz noodle yemeği
bulunan üç kase aldım ve masaya yerleştirdim. Yapıldığı anda envantere
konulduğu için noodlelar hala güzel, taze ve aşağı yukarı mükemmel
koşullardaydı. Üzerlerinden süzülen koku öyle ağız sulandırıcıydı ki karnımın
guruldamaya başladığını hissedebiliyordum.
Sonrasında, Lefi’nin isteği üzerine bir mantı tabağı ile
birlikte üç çift yemek çubuğu ve çeşitli baharatlar çıkardım. Kızların ikisi de
masayı kurmada bana yardımcı oldu. İşleri bittikten ve oturduktan sonra yemeye
hazırdık.
Herkes iki elini birleştirdi ve bendeniz tarafından günlük
hayatımıza sokulmuş geleneksel Japon şükür sözcüğünü söyledikten sonra
yemekleri yemeye koyulduk.
Çorbadan ilk yudumu aldıktan sonra, “Dostum, çok leziz...
Leila’nın yemek pişirme yeteneği üst düzey,” dedim. “Profesyonel bir usta şefi
kesinlikle geçer.”
Bu akşamki yemeğin her bir kısmı aşırı becerikli hizmetçi
tarafından, sıfırdan yapılmıştı. Birkaç kez denedikten sonra sadece içeriğini
anlamamış, bir şekilde ramenin bütün kısmlarını geliştirmişti de. Bunu bile
nasıl yapabiliyor lan!? Demek istediğim... Katalog bütün malzemelere erişim
izni verdiğinden teknik olarak imkansız olmadığını biliyorum ama bu, herhangi
birisinin yapabilir olarak görebileceği bir şey de değildi... Sanırım keskin
bir dilin yanında keskin bir zekaya da sahip olunca böyle oluyor. Şikayetçi
olduğumdan değil. Bu deli gibi leziz.
Leila’nın anormal seviyede gelişmiş hisleri, onun Lyuu’nun
en büyük başarısızlıklarını bile büyüyle leziz, yenilebilir yemekler haline
getirebilmesini sağlıyor. Ve her seferinde de sorunu nokta atışı biliyordu. En
ufak bir lokmasında bile “aman, bu yemekte asitlik biraz az,” ya da “bir çay kaşığı
tuz daha olsa bu yemek daha iyi olur,” falan diyor ve tek bir basit adımla
çözüyordu. 10 üzerinden usta şef. Yarışamazsınız. Eğer bir restorant açmış olsa
sağlam para kazanırdı.
Lefi, “Evimizin işlemesini sağlayan temel o,” dedi.
Enne, “Hı-hı. Leila.. harika,” dedi.
“Kesinlikle inanılmaz, hatta bir açıdan güçlü bile
denebilir,” dedi ejderha.
“Kesinlikle öyle.” dedim.
Her ne kadar teknik olarak evin sahibi ben olsam da, hiç
kuşkusuz en büyük otoriteye sahip kişi Leila’ydı; yerek sosyal ekosistemimizin
en tepesinde bulunuyordu. Biliyor musunuz, bir süredir bu teori üzerine kafa
yoruyordum. Şöyle ki, JRPG’lerde nasıl olduğunu bilirsiniz, her zaman herkesi
yendikten sonra açılan bir takım gizli saklı bosslar olur. Ve, aslında bütün
her şeyin arkasındaki kişi olduklarından, mükemmel bir stratejiniz yoksa ya da
karakterinizi geliştirmeye kasmadıysanız ağzınıza sıçıp bırakacak, saçmalık
seviyesinde güçlülerdir. Evet, bizim için o kişi kesinlikle Leila.
“Domuz eti sıcacık. Ve lezzetli.”
“Etini sevdiğini görebildiğimden Enne, sana bir mantı
vereceğim. Onlar da domuz eti kadar etli ve lezzetli.”
“Hı-hı... Süper lezzetli.”
Yiyebilecek kadar soğutabilmek için hemen mantıyı üflemeye
başladı. Halinden memnun olduğunu tek bakışta söyleyebilirsiniz. Onu izlemek
benim de yüzümü gülümsetmişti.
“İşte, benim etimden de bir dilim alabilirsin.”
“O zaman aynısını yapmak dışında bir seçeneğim yok,” dedi
Lefi. “Yutmak için acele etme. Benim yerime iyice tadını al ve keyfini çıkar.”
“Vay canına... çok fazla et. Teşekkür ederim Sahip. Ve
Lefi.”
Enne, nadir görülen heyecan göstergelerinden birini yaptı ve
iki kolunu neşeyle havaya kaldırdı--ki bu Lefi’nin onu yemek masasında
terbiyeli olması için uyarmasına sebep olmuştu. Hahaha... ne iç açıcı bir
manzara.
İşte geceyi ormanda bu şekilde, herhangi bir üç kişilik
gezgin grubundan çok daha rahat bir şekilde geçirdik.
***
Kanatlarımı her çırpışımda güçlü, dondurucu rüzgarın bana
çarpmasıyla aşırı abartılı bir şekilde “Brrr...” diyerek titredim. “Bana mı
öyle geliyor, yoksa etraf birden çok mu soğudu?”
Bugün hava konusunda ilk defa şikayetçi hissetmeye
başlamıştım. Uğursuz Orman’dan uzaklaştıkça yavaş yavaş soğumaya başlamıştı ama
pek rahatsız edici olmamıştı. Ama şimdi... dostum, hava buz gibi.
Çok uzak olduğu için söylemesi biraz zor ama uzakta karın
yağdığını bile görebiliyordum. Bunu bir tek benim görmediğimden ve gerçekten
soğuk olduğundan gayet eminim.
Ne yazık ki Uğursuz Orman’ın sürekli ılıman olan iklimine
fazla alışmıştım. Önceki yaşamımda olduğu kadar soğuk havalara alışkın değildim
ama en azından sıcağa daha toleranslı olarak bunu telafi edebiliyordum.
Lefi, “Öyle,” diye onayladı. “Drakenstead sık sık kar yağan
nispeten soğuk bir yer ve şu anda oraya çok da uzak değiliz.”
“Hmm. Bu kadar soğuk bir yerden geldiğini bilmiyordum.”
“Eğer katlanamayacağın kadar soğuksa, tek yapman gereken
kendini büyüyle ısıtmak. Saçımızı kurutmak için kullandığın büyüyü kullan ama
bir yöne doğru yapma. Vücudunun etrafına sar,” diye öğretti. “Ben çoktan
aynısını yaptım.”
“Ah, iyi fikir. Bunu o şekilde kullanmayı düşünmemiştim.”
Bir dakika, bunca zamandır büyü kullanarak hile mi yapıyor?
Ben de oturmuş soğuğa ne kadar dayanıklı falan diye düşünüyorum... Dediği gibi
yaptım ve büyü kullanmayı öğrendikten sonra bulduğum ilk şeylerden biri olan
Saç Kurutmanın modifiye edilmiş versiyonunu kullandım. İşte. Hoş ve sıcacık.
Gece ile gündüz kadar farklı. Sanki kenardan bir yerden bir
kaplıca kaynağı fışkırmaya başlamış gibiydi. Nasıl bir şey biliyor musunuz? Bu
sanki bir oda ısıtıcısı gibiydi. Ve bir şey diyeyim mi? Bu hafif modifiye
edilmiş büyüye kesinlikle Oda Isıtıcısı diyeceğim. Bir şey kurutmadığım ya da
bir şeyi bir yere doğru üfletmediğim için, Saç Kurutma artık tam olarak
uymuyordu. Kendimi bununla bıktırmamaya dikkat etmeliyim.
“Bu formda uzun süre kalmak bana, ırkların vücutlarının
türlü zahmetlerle dolu olduğunu öğretti.”
“Yani ejderha formujndayken üşümüyor musun?”
“Kesinlikle. Sıcaklıktaki değişimi hissedebiliyorum ama
donmuş ya da yanmış hissetmiyorum,” diye açıkladı. “Ancak rahatsız edici bir
tecrübe yaşamışlığım var. Bir volkan patlaymış ve lavlarına bulanmıştım.”
“Ah... gücenme ama, çoğu insan lava bulandığında ölür.”
“Büyük ihtimalle ortalama bir ejderha için de aynı şekilde
ölümcül. Volkan patlamasını görünce panikleyen, çığlık atmayan ve kaçmayan tek
ejderler kadimlerdi.”
İyi bari. Sanırım bu, bütün ejderhaların garip olmadığı
anlamına geliyor. Sadece kadimler garip.
“Hay anasını satayım... Öyle güçlü ve güvenilirsin ki
sanırım ağlayacağım.”
“Herhangi bir sevinç gözyaşını gereğince dikkate alacak ve
takdir edeceğim,” diyerek güldü. “Ama bu kadar laklak yeter Yuki. Geldik.”
Parmağını takip ederek uzaklara baktım. Orada, her birinde
gökyüzüne uzanacak kadar sayısız kule bulunan bir çift sıradağ gördüm.
Aralarında, neredeyse yana dönmüş bir çift çeneyi andıran, cehennem gibi derin
bir vadi, bir kanyon gördüm.
“Orası mı?”
“Orası. Orası doğduğum, ejderhaların çağlardır yaşadığı ve
bir zamanlar evim dediğim köy. Orası... Drakenstead.”
[1] Steve: Minecraft’taki ana karakterin ismi.
[2] Tonkotsu ve Miso: Tonkotsu’yu açıkladı aslında, bizdeki
kemik suyu gibi. Sadece domuz kemikleriyle yapılan versiyonu. Miso ise, soya
fasulyelerinin tuz ve bir tür mantarla ve bazı zamanlar pirinç, arpa, deniz
yosunu ya da başka malzemelerle fermente edilmesiyle elde edilen bir Japon baharatıdır.