Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
İlahi Mızrak
“Hemen gidiyor musunuz? Dışarıdan gelenler hep çok aceleci
oluyorlar...”
“Neden biraz daha kalmıyorsunuz? Üç yıl falan fena olmazdı.”
“Kalmamızı istemeniz beni mutlu ediyor millet ama biz zamanı
biraz farklı görüyoruz.” Ejderhaların bir sonraki gün ayrılmamız hakkındaki
yorumları beni güldürmüştü. Söyledikleri, uzun yaşamlı olan ırkların
üyelerinden duymayı beklediğiniz türden şeylerdi. “Gerçi, benim de bayağı uzun
bir yaşam sürem olduğundan eninde sonunda takılmaya geleceğimden eminim.”
“Evet, evet. Bunu yaparsanız çok mutlu oluruz,” dedi
Rhodunus. “Artık bu köyün efendisisiniz. Her zaman başımızın üstünde yeriniz
var.”
Lefi acımasızca, “Sen ve diğer tüm kadimler toza dönüştükten
sonra döneceğiz,” dedi.
“Bunu... dert etmezdim. Kalanların hem Yüce Ejderha’nın hem
de Ejderha Lordu’nun ziyaretinden... hoşnut olacağından eminim.”
Lefi’nin memnuniyetsizliğinin onun için bir anlamı yoktu.
Onun tüm garezi karşısında bile gülmeye devam etmişti. Bir düşündüm de, Ruh Efendisi
de tam olarak böyle değil miydi ya? Lefi’ye ağzı bozuk bir çocukmuş gibi
davranacak bu kadar kişinin olduğunu fark etmemiştim. Bu dünyanın gerçekten de
kocaman olduğuna bir kanıt, değil mi?
Kanatlarımı çıkarırken, “Tüm misafirperverlik için teşekkür
ederiz,” dedim. “Sizinle tanışmak güzeldi. Görüşürüz!”
“Elveda. Size bırakacağım son görüşüm, köyün sahip olmadığı birçok
şeyi sunabilecek dış dünyaya bakışlarınızı çevirmenizin iyi olacağı,” diye
ekledi Lefi.
“Hoşça kalın,” dedi Enne.
“Güle güle. Bekleyeceğiz... dönmeyi seçtiğin güne dek.”
Rhodunus konuşmasını bitirince barajın kapakları açılmıştı.
Biz uçarak köyü ardımızda bırakırken, bir sürü ejderha bağırarak iyi
dileklerini bize iletmeye çalışmıştı.
***
Ormana inerken, “Biliyor musun, bu Ejderha Lordu unvanı
düşündüğüm gibi çıkmadı,” dedim. “Irklar için kral neyse ejderhalar için de
Ejderha Lordu öyle bir şeydir diye düşünmüştüm ama bu pek doğru değil. Daha çok
bir tür sembol gibi bir şeye benziyor.”
“Irklar arasında kralın işlevinin ne olduğunu bilmiyorum,
ama Ejderha Lordu’nun rolü hakkındaki çıkarımların yanlış değil,” dedi yanıma
inerken. “Ejderha Lordu’nun türümüze hükmetme görevi yoktur.”
Mevkiinin her zaman doldurulmuş olması gerekliydi ama bu
Ejderha Lordu’nun karar almakla yükümlü olmak zorunda olduğu anlamına
gelmiyordu. Tacım tamamen sembolikti. Geleneksel bir güç sahibi konumunda
değildim. Ne İblis Kralı’nın etrafındakilere emirler yağdırdığı ne de
Allysia’nın kralı gibi kraliyet hanedanının parçası değildim.
Gerçi tamamen güçsüz de sayılmazdım. Beni kolaylıkla
ayaklarıyla ezebilecek olsalar dahi, çoğu ejderhayı bana kulak kabartmaya
istekli yaptığı için, unvanla ilişkili hala birkaç özel şey vardı. Bu şekilde
bakacak olursak Ejderha Lordu sadece bir sembol değildi. Pek anlayamamış olsam da
onda kesinlikle başka unsurlar olsa da vardı.
Bir geceyi Drakenstead’de geçirmek, bana ejderha toplumunun
bu dünyada gördüğüm diğer tüm topluluklardan daha olgun olduğunu öğretmişti.
Türlerinin yüz binlerce yıldır var olması, şüphesiz her bir bireyin sürdüğü
uzun yaşamın da etkisiyle, ilerlemelerinin yavaş olmasına sebep oluyordu. Uzun
yaşamaları onların çok daha gelişmiş bir uygarlık olduğu anlamına gelmiyor
tabii. Neredeyse hiç teknolojiye sahip değillerdi. Attıkları adımların çoğu
doğası gereği sosyal adımlardı.
Güçlü bir ırk oldukları için, bireylerin yaşamlarını sürekli
tehlikeye atma konusunda endişe etmelerine gerek yoktu. Bu, çok daha fazla boş
vakitlerinin olması ve savaşçı olmalarının ya da şiddetle zorlanan öğretilere
inanmalarının çok daha düşük bir ihtimal olması anlamına geliyordu. Bu etki
zamanla kendini yoğunlaştırmış ve her bir jenerasyonu bir öncekinden daha
barışçıl kılmıştı. Barbarlıktan kaçınmanın sürekli olarak yoğunlaşması
kültürlerinin şiddetli çatışmalar yerine barış ve istikrarı kabullenmesine
sebep olmuştu. Lefi’nin söyleyeceği gibi, çok daha durgun bir yaşam şekliydi ve
genç ejderhaların neden ayrılmaya eğilimli olduğunu açıklıyordu. Ama öyle olsa
dahi, toplumlarının diğerlerinden çok daha geliştiği bir gerçekti.
“Peki Ejderha Lordu olmanı istemelerinin ardından sağa sola
saldırma olayı da ne?”
“Bu basit bir şey. Sadece, onların bu rolün sorumluluğunu
bana zorla kabul ettirmeye çalışmalarına izin vermeye hiç niyetim yoktu.”
Haklıydı. Benim Ejderha Lordu olmam tamamen bir tesadüf
eseriydi. Kendi rızamla kabul edeceğim türden bir mevki değildi.
Bir süre kaşlarını çatarak durduktan sonra, “Bu ziyareti
senin kadar eğlenceli bulmadım,” diyerek devam etti. “Kendimi hala
Drakenstead’den ya da kadim olanların Gyogarr’ın üstesinden geldiğini öğrendikten
sonra kendi sorumluluklarını sana yüklemeyi planlama şekillerinden hoşnut
görmüyorum.”
“Ne demek istediğini anlıyorum ama benim için sorun değil.
İyice düşündükten sonra ellerindeki en iyi sonucun bu olduğuna karar verdikten
sonra bana sormaya karar vermişler gibi görünüyor.”
Harekete geçmek istemediklerinden değildi.
Yapamıyorlardı.
Çünkü yıkım ejderha türünün ötesine uzanırdı. Şu an bilinen
dünya bütünüyle yok olurdu. Rastgele bir geç ejderhanın bir dizi anlamsız
yıkıma başlaması, yaşlı bir ejderhanın onu getirmeye çalışmasından daha az
yıkıcıydı sonuçta, ki genç ejderhanın saldırılarından zarar gören yabancılar
için bile. Çünkü iki tane kendi gücünü pek de kontrol altında tutamayan
ejderhanın topyekün bir kavgaya tutuşması çok fazla şeyi yerle bir ederdi, bir
şehirden çok çok daha fazlasını.
Tabii ki sebep sadece bu değildi. Yaşlı ejderhalar bir
yandan da bunu, genç olanların biraz hayat tecrübesi kazanıp büyümeleri için
bir fırsat olarak görüyordu. Dış dünyanın kapalı, birbirine sıkı bağlı bir toplum
olan Drakenstead’e göre olgunlaşmaları için onlara daha fazla fırsat sunacağı
kesindi. Irklar için biraz dert olabilir ama sanırım bu pek ejderhaların sorunu
değil, değil mi?
Öyle olsa dahi genç ejderhaları kontrolsüz ve tamamen kendi
haline bırakmak da iyi bir fikir değil ki Rhodunus’un öne çıkıp barışı korumada
rol oynamamı istemesinin sebebi de buydu.
“Hıh. Rhodunus’un tarafını tutmaya o kadar meraklıysan bizi
bırakıp Drakenstead’i yeni evin olarak kabul edebilirsin,” diye küstü Lefi.
Belli ki konu hakkındaki düşüncelerimden memnun değildi.
Enne telepatiyle, “Sahip hayır. Kötü sahip,” diye azarladı.
“Pekala ilk olarak, merak etme Enne, bir yere gitmiyorum.
İkinci olarak Lefi, neden bana şımarık bir çocukmuşum ve sen de annemmişsin
gibi davranıyorsun be?”
Çünkü bunun tam olarak lunaparktan çıkmak istemediğinde
annelerin çocuklarına söylediği şey olduğuna gayet eminim.
“Hıh...” diyerek suratını çevirdikten hemen sonra konuyu
değiştirdi. “Mızrağın marifetlerini test etmeyecek misin? İnmemizin sebebi bu
değil miydi?” Ejderha kollarını birleştirdi. “Tehlike altında olmadığından emin
olmak için seni izleyeceğim. Bir an evvel şu işi bitir de eve dönebilelim.”
“Hay hay kaptan.”
Doğrudan eve ışınlanmamış olmamızın tek sebebi mızrağı test
etmem gerektiğiydi. Silahın ne kadar yıkıcı olduğu konusunda hiçbir fikrimizin
olmaması nedeniyle güvenlik önlemi olarak Uğursuz Orman yerine Drakenstead’in
biraz uzağında bir ormanı seçmiştik. Ve Lefi buradayken işler kötü gitse dahi
her şeyin yoluna gireceğinden gayet emindim.
“Mmmmnnnn… Güçlü.” Tahmin ettiğim gibi, sadece silahı almak
bile beni azarladıktan sonra kişileşen Enne’i homurdatmaya yetmişti. “Ama emin
olmam gerek. Silahlarından biri olmaya değer olması için bu gerekli.”
Asıl bedenini Lefi’ye uzatırken, “Teşekkür ederim Enne,”
dedim. “Onu Lefi’den muhtemelen daha fazla anlayabileceğinden senin vereceğin
karara güveneceğim,”
Daha önce hiç mızrak kullanmışlığım olmadığı için temel
hareketlerle başlamaya karar verdim. Sanırım mızrak için bu saplama saldırısı
olur, değil mi?
“Hadi bakalım!” Dövüş sanatlarıyla alakalı filmlerde falan
görebileceğiniz türden bir duruşa geçtikten sonra kemiksi silahı hareket
ettirdim.
“...”
“...”
Ve her ne kadar iyice beklemiş olsak da cennetler ikiye
bölmedi, yer sarsılmadı ve denizler de yarılmadı.
“...Hiçbir şey olmadı.” Sessizliği gayet “zekice” bir
gözlemle Enne bozmuştu.
“Herhangi bir büyü etkisi hissetmedim,” diye ekledi Lefi.
“Silahın etkinlik göstermemesinin sebebi belki de hedefinin olmamasıdır...”
“Hmmm... Sanırım bir şeye vurmaya çalışacağım öyleyse.”
Tam olarak aynı hareketleri tekrarladım ama bu sefer mızrağı
havada savurmak yerine yakındaki bir ağaca sapladım.
“...Hiçbir şey olmadı,” diye tekrarladı Enne.
“Gerçekten de...” dedi Lefi.
Ve dikkate değer hiçbir bir şey yoktu. Ucu ağacın gövdesine
saplanmıştı ama hepsi buydu. Herhangi bir dükkandan alacağım bir mutfak
bıçağıyla daha fazla hasar verebilirdim. Demek istediğim, tabii, mızrak
tecrübem yok ama bu benim hatam değil. Silah pek de bir işe yaramıyordu...
Silahın hiçbir şey yapmaması gerektiğinden şüpheliydim.
Ondan yayılan yoğun baskı, silahta göze çarpandan daha fazla şey olduğunun ve
onun asıl potansiyelinin yüzde birini çıkarmayı bile başaramadığımın kanıtıydı.
“Sahip. Mana kullanmayı dene.”
Yoldaşlarımdan birisi başını şaşkın şaşkın yana yatırmış boş
boş bakarken diğerinin aklında bir fikir vardı.
“Ne demek istiyorsun? Manamı mızrağın içinden geçirmeyi mi
denemeliyim?”
“Hı-hı. Sanırım etkinleşecek. Eğer mana verirsen.”
Sanırım ona efsunluymuş gibi davranmak mantıklı olacak ha?
Pekala, işte başlıyoruz...
“Hoop! N’oluyor!?”
Manamın sadece çok ufak bir parçasını verme niyetindeydim
ama mızrağa bu yetmemişti. Kontrolsüz bir şekilde manamı emmeye başlamıştı.
Aldığı her bir damlada daha uzun, kalın ve hatta süslü hale gelmişti. Ancak
toplam manamın yarısını emince durmuştu.
Kaba, koyu malzeme, harika bir altın tonuna dönüşmüş,
namlusunun uzunluğu birkaç kat uzamış, silahı mızraktan çok bir baltalı kargıya
ya da naginataya benzeyen bir şeye dönüştürmüştü. Bir zamanlar küt olan ölümcül
derecede keskin kenarı yarı saydam bir hale dönüşmüş ve gizemli bir enerjiyle
sarmalanmış gibiydi. Sanırım bu, onun asıl formu. [1]
“H-hey Lefi, bu şey güvenli mi? Beni biraz korkutuyor.
Aurası öyle korkutucu ki altıma yapacağım.”
Silahı tutmak gibi basit bir şey bile beni soğuk terlere
boğmuştu. Uyku halindekinden çok daha fazla enerji yayıyordu.
“Endişelenmene gerek yok. Savur bakalım,” dedi. “Ne koşulda
olursa olsun güvende olduğundan emin olacağım.”
“Ö-öyle diyorsan...”
Bir kez daha aynı hareketleri tekrarladım. Duruşa geçtim ve
silahı yakındaki bir ağaca sapladım. En azından saplamaya çalıştım.
Başarısızlığım yetersizliğimden ziyade silahı saplamaya
çalıştığım ağacın birden kaybolması nedeniyleydi. Arkasında bulunan ince,
mızrak ucu şeklinde ve boyutlarındaki her şey arkasında iz bırakmadan
kaybolmuştu.
Delinmemişti. Parçalanmamıştı da. Ama yok olmuştu.
Sanki hepsi tamamen yerinden edilmiş, bu varlık düzleminden
silinmişti.
“B-bunun hafif bir saplama olmas...”
İlk saldırım yaklaşık on beş metreyi kapsıyordu ama
hissettiğim geribildirime göre daha kuvvetli saplayarak etki alanını kolaylıkla
genişletebilirim. Süpürme saldırısının çevremdeki her şeyi yok edeceğini bilmek
için silahı savurmama bile gerek yoktu.
Kısa bir şaşkın duraklamanın ardından Lefi, “...Gerçekten
çok korkutucu bir silah,” dedi. “Görünüşe göre pullarımı bile kolaylıkla
kesebilecek yetide.”
“Cidden mi...?”
Bu, bu şeyi savunabilecek hiçbir şey olmadığı anlamına
gelmiyor mu? Bunun en korkutucu kısmı ise ilahi silahın az önce sergilediğimden
daha fazlasına sahip olduğuydu. İçinde bir tür irade barındırıyor gibiydi.
Ancak bu irade, bilinçli bir varlık formunu alacak gibi görünmediğinden Enne
gibi değildi. Ne olduğunu tam olarak söyleyemiyordum ama inorganik hatta
tiksindirici gibi geliyordu. Kılıç olmadan önceki Enne’in aksine, bu silah
benim kontrolümü eline almaya çalışmıyordu. Beni bütün olarak yutmaya
çalışıyordu.
Karşılaştırma tam kafamdan geçerken kılıç kız homurdanmıştı,
“Mmmrphh…” “Benden güçlü.”
“Enne... İlahi Mızrak’ın neye sahip olduğuna bakma. O şey...
güç değil, bambaşka bir şey,” diye uyardı Lefi, sert bakışlarla. “Ve Yuki,
başka seçeneğin kalmadığı sürece onu kullanmanı tavsiye etmem.”
“Katılıyorum. Bu şey beni korkutuyor, o yüzden yumurta
kapıya dayanmadığı sürece onu kapalı bir yerde tutacağım.”
Bu şey, tuttuğum, gördüğüm duyduğum en saçma seviyede güçlü
silahtı şüphesiz ama onu kullanmaya niyetim yoktu. Öylece etrafta
savurabileceğiniz türden bir şey değil gibi hissettiriyordu, hatta aksine, onu
kullanmak için insanüstü bir irade ve kararlılığa gereksinim olan bir silahtı.
İnternet ergenlerinin en sevdiği sözlerden birini biliyor musunuz? “Dipsiz kuyuya
bakarsan, o da sana geri bakar?” Evet, bana verdiği his tam olarak bu. Bu şeyin
içinde hiç görmesem benim için iyi olacak, gizli duran kötücül bir şey var.
“Bu gerçekten en iyisi olur...” diyerek kaşlarını çattı.
“Rhodunus bize gerçekten de saçma bir şey vermiş...”
“Değil mi? Bu şey öyle saçma seviyede ki, muhtemelen
ejderhalarla kafa kafaya çarpışmama izin verir.”
Ejderha Lordu olmuş insanın, bu silahı sonuçlarına
katlanmadan savurabilmek için gerekli iradeye tam olarak sahip olduğundan
dolayı o başarımları kazandığını düşünüyordum. Ancak ben o değildim ve gerekli
niteliklere sahip değildim. Ona gereksinim duyacak kadar köşeye sıkışacağımdan
bile şüpheliydim.
İhtiyacım olan tek silah Enne’di. Edindiğim diğer silahlar
en iyi ihtimalle ikincil silahım rolünü oynamakla görevli olacaktı.
Her ne kadar silahın tüm fonksiyonlarını doğrulamasam da onu
test etmenin fazla tehlikeli olduğu kararına vararak onu saklamak için
envanterime attım.
“Vuf...” diyerek alnımdaki terleri sildim. “Önceden kontrol
etmenin iyi bir fikir olduğunu biliyordum. Bir savaşın ortasında rastgele
çıkarıp denemek kesinlikle kötü olurdu...”
“Eğer saldırı menzilinin farkına varmamış olsaydın hedefinle
birlikte evcil hayvanlardan birini de yanlışlıkla ikiye bölebilirdin.”
“Evet... Her neyse, bu da aradan çıktığına göre hadi eve
gidelim. Biraz yoruldum ve küvete girip biraz rahatlamak istiyorum.”
“Hı-hı... ben de. Kaplıca güzel. Şelaleyi seviyorum.”
“Kesinlikle önemli bir eklenti. Bundan Nell’in mi sorumlu
olduğunu söylemiştin?”
“Evet, gachadan kazanan kişi o,” dedim. “Çok büyük olmasını
seviyorum, beni daha da heyecanlandırıyor.”
“...Banyolar harika. Illuna ile girmek eğlenceli,” dedi
Enne. “Bugün ikinizi de yıkayacağım. Eve gittiğimizde.”
“Bu benim söylemek istediğim bir şeydi,” dedi Lefi. “Ve
karşılık olarka ben de senin iyice yıkandığından emin olacağım.”
Niyetlerimizi ifade ettikten sonra, üçümüz enerjilerimizi
[1] Kargılar çok uzun mızraklar için kullanılan bir
terimdir. Baltalı kargı denilen silahta ise mızrakların ucunda bulunan küçük
keskin parça yerine baltaya benzeyen bir uç bulunmaktadır. Naginata ise
Japonlara özgü bir mızraktır. Katanaların kıvrımlı namlularına benzeyen mızrak
uçlarına benzer uçları bulunur.