Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Allysia Krallığı
Allysia Krallığı çok meşhur bir krallıktı. Ülkenin kuzey
batı ucunda olmasına rağmen, ülkenin her yerinden gelen tüccarlar ve
bilginlerin toplandığı bir merkez olarak kabul edilir. Krallığın zenginliği,
çok fazla insan bulunmasından geliyordu. Etrafındaki ülkelerden daha fazla
insana sahipti ve bu yüzden her işe uygun yetenekte insan bulmak kolaydı.
Ülkenin ekonomisi etrafındaki ülkelerden daha gelişmişti ve tabii ki halkı da
bunun faydalarından yararlanıyordu.
Ve bu, buz dağının sadece görünen yüzüydü. Allysialılar,
sağlam ekonomileriyle gerçekten gurur duyuyorlardı, ama teknolojilerinin
gelişmişlik seviyeleriyle daha da gurur duyuyorlardı. Allysia’da üretilen
büyüyle güçlendirilmiş eşyalar ve araçlar başka yerlerde bulunan muadillerine
göre birkaç jenerasyon ileride oluyordu. Gelişmişliklerinin sadece halka ait
şeylerde olmadığını söylememe gerek yoktur herhalde. Askeri araçları da son
teknoloji ürünleriydi.
Allysialıların güçlü olduğu bir sır değildi. Allysia bayrağı
ve askerleri, yarı insan kuvvetlerine hücum ederken sık sık görülürdü.
Bu kudretli ülkenin başında olan, şu anki hükümdar, Kral
Reiyd Glorio Allysia’ydı. Kral Reiyd henüz devrimsel bir yenilik yapamamıştı.
Onun meşhur olduğu alan savaş değildi; Reiyd, düşman ordularını dağıtıp,
elleriyle bir generali alaşağı edecek türde bir kral değildi.
Ama, buna rağmen harika bir yönetici olarak bilinirdi.
Yürüttüğü politikalar, ülkeye istikrar getirmiş ve böylece insanlar onun
güvenilir olduğunu düşünüyordu.
“Yeniden değerlendirmeniz için size yalvarırım majesteleri!
Harekete geçmemiz gerek! Zamanı geldi!”
Kral, huzurundaki bir ziyaretçi tarafından oyalanıyordu. Onu
ikna etmeye çalışan adam, oğlundan başkası değildi, Riutt Glorio Allysia.
Reiyd, oğlunun büyüyüp, iyi bir genç adam olduğunu
düşünüyordu. Prens ülkesini seviyor ve ona hizmet etmek için sıkı çalışıyordu.
Ne yazık ki Riutt henüz çok gençti. Tutkularının bazen yanlış yönlenebileceğini
anlamakta zorlanıyordu---
“Oğlum, endişelerini anlıyorum, ama harekete geçmene izin
vermiyorum.”
---Ve bu, tam olarak öyle zamanlardan biriydi.
“Yani, benden yanınızda boş boş oturup izlememi mi
istiyorsunuz!? Ülkemiz bir istilaya maruz kalıyor!” diye çıkıştı Riutt. Avazı
çıktığı kadar bağırıyordu.
Kral, oğlunun neden bu kadar sinirli olduğunu biliyordu.
Birkaç gün önce gelen bir haberci, ülkenin sınırında bulunan Alfyro’nun, bir
canavar ordusu tarafından bir süre geçici olarak işgal altında kaldığını haber
vermişti.
“Saldırı ya da istila, ne demek istersen, önemli değil.
Sorun zaten kendi kendine çözüldü. Zarar görenler sadece suçlulardı.
Askerlerimizi harekete geçirmek için bir sebep göremiyorum.” dedi kral. Oğlunun
aksine, kararını açıklarken sakin kalmayı başarabilmişti.
Kral, aslında misilleme yapmayı düşünmüştü. Ama oğlunu
reddetmesinin sebebi de zaten bunu önceden düşünmüş olmasıydı. Krala göre,
amaçları göz önünde bulundurulduğunda, istilacılarla kavga çıkarmanın bir
anlamı yoktu. Ama oğlunun, kararına katılmaması, kralın canını sıkmıştı.
“Verdikleri zarar önemli değil. Önemli olan, ülkemizin
sınırlarının yabancı bir güç tarafından ihlal edilmesi!”
Babasının kararını dinleyen Riutt daha da tutkulu bir hale
gelmişti.
Riutt, misilleme yapmayı ve düşmana bir saldırı düzenlemeyi
yapılması gereken en mantıklı şey olarak görüyordu. Eğer ne kadar güçlü
olduklarını göstermezlerse canavarların geri gelip şehre tekrar
saldıracaklarından endişeliydi.
Saldırmalarını istemesinin diğer sebebi ise sadece sinirli
olmasıydı. Çok sevdiği ülkesinin bir şehri, akılsız canavarlar, mantık nedir
bilmeyen hayvanlar tarafından zarar görmüştü.
Ama aslında, bu iki sebep daha çok bahane gibiydi.
Aslında prens ülkesinin sınırlarını genişletmek istiyordu.
Alfyro’yu istila eden canavarlar Uğursuz Orman’dan geliyordu. Uğursuz Orman’a
sınırı olan ülkeler bu yeri fethedemeyecek kadar tehlikeli olarak görüyordu.
Bir başka deyişle, el değmemiş, fethedilmemiş bakir
topraklardı---kelimenin tam anlamıyla bir hazine dağıydı.
Ve Prens Riutt burayı deli gibi istiyordu. Uğursuz Orman’ı
fethetmek, şüphesiz, ülkesini çok güçlendirecekti. Ama babası, kral, Yüce
Ejderha yüzünden orayı fethetmekten çekiniyordu Riutt’a göre babasının
korkuları temelsizdi. Yüce Ejderha, Uğursuz Orman’a yüzlerce yıl önce yerleşmiş
olmalıydı. Prens efsaneleri biliyordu, ama ejderhanın hala hayatta olduğundan
şüpheliydi. Sonuçta onu son zamanlarda gören olmamıştı.
Ormanı mesken tutan canavarların güçlü olduğunu biliyordu
ama elinin altındaki güçlü silahlar da öyleydi. Ordusunun onlarla başa
çıkabileceğini ve Uğursuz Orman’ı ele geçirebileceklerini biliyordu
Yani Prens’e göre, Allysia’nın Uğursuz Orman’ı ele
geçirmenin önündeki tek engel babasının korkaklığıydı.
İç çekerek, “Bunu söylemenin nedeni, Uğursuz Orman’ın
doğasını bilmiyor olman.” dedi kral.
“Biliyorum, hem de çok iyi biliyorum. Ama burası da canavar
kaynayan, el değmemiş bir başka toprak.”
“Eğer gerçekten biliyor olsan oraya saldırmak istemezdin.”
Aptal, inatçı oğluna bakarken yüzü burulan kralın gözleri
hayal kırıklığı doluydu.
Riutt’un tahammül edebileceği bir ifade değildi.
“Ne dersen de umurumda değil Riutt. Orduları ormana
yollamana izin vermiyorum. Bu benim fermanımdır.”
“...Peki.” Riutt dişlerini sıktı. “Şimdilik bu isteğimi geri
çekiyorum.”
Prens arkasını döndü ve taht odasından bir hışımla çıkıp
sarayın karmaşık koridorlarında ağır ağır ilerledi.
Kızgınlığını gizlemeye gerek duymamıştı. Karşısına gelecek
herhangi birine öfkesini tattıracağı çok belliydi. Buna rağmen, bir süre sonra
bir adam yanına hızla koşarak geldi.
“Peki şimdi ne olacak, ekselansları? Majestelerinin fermanı,
hamle yapmamızı bayağı zorlaştırdı.”
“Majestelerinin planımızdan haberi yok ve bilmemeye de devam
edecek.” dedi Riutt sert bir şekilde.
“Yani planladığımız şekilde ilerleyecek miyiz?”
“Evet. Askerleri hazırla.”
“Nasıl isterseniz efendim.”
Adam görevini yerine getirmek için prensin yanından ayrıldı.
Tek başına, kafasında bir yer olmadan ilerleyen prens birden
durdu ve kalenin şatafatlı süslemelerine şöyle bir baktı.
Doğrudan onlara bakmasına rağmen, bakışları, tutku ateşiyle,
kontrolsüz bir hırsla dolduğu için, süslemeleri görmüyordu.
***
Bir grup zırhlı ve disiplinli adam Uğursuz Orman’ın içinde
hareket ederken etrafa ayak sesleri ve kuşandıkları kılıç ve zırhların
tangırtıları her yerde yankılanıyordu.
Bir düzen içinde hareket ediyorlardı ama bütün olarak
bakıldığında biraz tuhaf ve alışılmadık gözüküyorlardı. Bir açıdan bakıldığında
bu normal sayılırdı. Sonuçta burada, prensin sancağı altında toplananlar,
gerçek anlamda bir birlik değildi. Sadece işi halletmek için birbiriyle iş
birliği yapan bir grup insandı.
Çoğu asker, Allysia’lı soylular tarafından işe alınmış
askerlerdi. Teknik olarak hepsi aynı organizasyonun bir parçası sayılırlardı
ama bu sefere çıkmadan önce hiçbiri birbiriyle daha önce tanışmamıştı. Hepsi
farklı efendilere hizmet ediyorlardı; her grup biraz farklı hızlarda hareket
ediyordu. Doğal olarak, işverenlerinin çıkarlarını gözetmek için buradalardı.
Onları prensin yardımına yollayan soylular, kazanacağı bölgeden birer parça da
kendilerine düşeceğini ümit ediyordu.
“Off. Bu işi sevmedim. Neden buralara kadar geldik ki?” diye
homurdandı askerlerden biri.
“Cesur ol dostum. Nasıl hissettiğini biliyorum. Bu bölge çok
tehlikeli, ama bu iş için bize iyi para ödüyorlar değil mi? Ayrıca, bizimle
birlikte gelen bir sürü tecrübeli askerler de var, e son model ekipmanları da
sayarsak, pek de kötü durumda sayılmayız.”
“Doğru, voliyi vurduk.”
Askerin şikayetlerine cevap verenler paralı askerlerdi.
Diğerleri gibi onlar da, prense hoş görünmek için birileri tarafından seçilmiş
askerlerdi. Barış zamanlarında paralı askerler, haydutlar gibi davranırlardı,
bu yüzden gerçek askerler onları hiç sevmezdi, ama en azından güçlü olduklarını
düşünürlerdi.
“Ayrıca, bir iblis ya da yarı insan falan neyse, bir sürü
yarı insan kızı kaçırmış diyorlar. Her şey yolunda giderse, o kızların tadına
da bakabiliriz belki.”
“Hehehe, yarı insan mı? Bu hoşuma gitti. Sanırım daha sıkı
çalışmam gerek.”
“Şimdiden heyecanlanırsan sonuna kadar dayanamayacaksın.”
“Heh, sıkıntı yok kanka. Benim ufaklık, uzun süre bir taş
kuşundan daha sert kalabilir.”
Adamlar ilerlerken rezil rezil konuşmaya devam
ediyorlardı--cehennemin kapılarına ilerlediklerinin farkında olmadıkları için
böyle konuşabiliyorlardı.