Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Karanlığın Ardındaki Uyarı
Gecenin yarısıydı. Ordunun kampında ölüm sessizliği hakimdi.
Askerlerin çoğu, ormanın yüzeyine kurulan çadırlara çekilmiş, uyuyorlardı. Ama
tabii ki geceyi uyuyarak geçirecek özgürlüğe sahip olmayanlar da vardı. Bazı
askerler, olası tehditlere karşı ordunun hazırlıksız yakalanmaması için uyanık
kalmak zorundaydı. Bu askerlerin yaklaşık yarısı ayakta ve kampın etrafında
bekçilik yaparken, diğer yarısı bir ateşin etrafında toplanmış ve gecenin
bitmesini bekliyordu.
Haritayı kontrol edince kampın hemen yakınlarında hiç
canavar olmadığını gördüm. Birkaç tanesi uzaklarda takılıyor, izliyor ama
yaklaşmaya korkuyorlardı. İnsanlar onları korkutmak için muhtemelen büyülü bir
alet kullanıyor olmalıydı. Böyle bir teknolojinin var olduğundan şüphem yoktu.
Illuna’yı elinden kurtardığımız köle taciri de Rir’in üzerine benzer bir cihaz
kullanmıştı.
Kampın savunulduğunu bilmeme rağmen gizlice girmeye hiç
uğraşmadım. Umursamadan, doğrudan kampın içine daldım. En yüksek seviyedeki
yeteneklerimden olan Gizlilik, artık beni görünmez yapabiliyordu, bu yüzden
dikkat etmemi gerektirecek bir şey yoktu. Ne yazık ki bu görünmezlik mükemmel
değildi. Etkisi, beni görmeye çalışana karşı benim ne kadar güçlü olduğuma göre
değişiyordu. Ama bekçiler acınacak seviyede zayıftı. Bana ışıklarını çevirip
bakamadıkları için diplerinden geçiyor olsam bile hiçbir şey fark etmemişlerdi.
Bir iki dakika dolandıktan sonra kendimi en büyük ve süslü
çadırın önünde bulmuştum.
Görünüşe göre komutanın çadırı bu olmalıydı.
İyice inceleyip doğru yerde olduğumu doğruladıktan sonra
soğukkanlı bir şekilde içeri adımımı attım.
“Kim var orada...!?”
İçerideki adam, ben içeri girer girmez yatağından kalkıp baş
ucundaki kılıcı aldı. Sesi boğuktu ve alçak ve dikkatli bir tonda konuşmuştu.
“Ooo? Galiba beni görebiliyorsun.”
Önümde duran adam güçlüydü. Seviyesi, diğer askerlerden
yüksekti. Ama sonuçta hala bir insandı. Özellikleri, ormandaki canavarlardan
bile düşüktü. Eminim, taş kuşları ya da o seviyede canavarlar onu kolayca
ezebilirdi.
Yetenek listesi, askerlerini organize etme ve emir vermeyle
ilgili bir sürü şey içeriyordu. Lojistik ve ordu yönetimiyle ilgili gayet
yetenekli duruyordu.
Eğer onunla konuşmak istiyorsam kendimi göstermem
gerekiyordu, bu yüzden görünmezliği kaldırdım. Aşırı tepki verip gerginlikten
saldırmaması için bunu yavaşça yapmaya çalıştım.
“Nolu--”
“Canını şuracıkta almamı istemiyorsan sessiz ol.”
Köle tüccarıyla savaşırken öğrendiğim bir tekniği
kullanarak, kana susamışlık hissiyle dolu bir büyü enerjisi dalgası yayarak onu
korkutmaya çalıştım. Yapmam gereken şey, öldürme isteğime odaklanıp büyümü
toplayarak, bu enerjiyi etrafıma yaymaktı.
Bu dünyadaki neredeyse tüm yaratıklar büyüyü
hissedebiliyordu, bu yüzden bulduğum bu teknik öldürme isteğimi yansıtmak için
gayet işe yarıyordu. Kana susamışlık hissimi yönlendirmek de gizlilik gibi
işliyordu; karşımdakiyle aramdaki seviye ne kadar yüksekse o kadar etkili
oluyordu. Benden güçlü olanlar bundan rahatça kurtulabilirken benimle eşit ya
da benden düşük seviyedekiler de güçlü bir baskı altında kalıyorlardı.
Genellikle onları paniğe sokar ve hatta saldırmaya çalışırlarken düşmelerine
neden olurdu. Buna maruz kalan benden çok zayıf yaratıklar da hemen
bayılıyorlardı.
Adamın kana susamışlığıma gösterdiği tepki, onun sıradan
biri olmadığını gösteriyordu; bilincini korumayı başarmıştı. Ama bu, etkisini
hissetmediği anlamına gelmiyordu. Vücudundan aniden soğuk terler boşalmaya
başlamıştı. Sadece bu kadar da değildi. Yaşadığı korkunun büyüklüğü emrime
uymasına ve aniden çenesini kapamasına neden olmuştu.
“Bu ordunun başındaki ezik köpek sen misin?”
Küçümseyen bir tonla konuşmuştum. Rakibimin beni hafife
almasını engellemek için İblis Lordu unvanına yakışır bir ses tonuyla konuşmam
gerektiğine karar vermiştim.
“H-hayır ben değilim!” Kekelemişti. Sanki kelimeler ağzından
zorla çıkıyor gibiydi.
Bir dakika, bir dakika?
“Doğruyu mu söylüyorsun?”
“Yemin ederim.”
Asker hala tetikteydi ama yalan söylediğini sanmıyordum.
Yalan söyleyecek kadar soğuk kanlı gözükmüyordu.
Nasıl yani!? Gerçekten mi? Ordunun başı bu adam değil mi
cidden? Tanrım, bu utanç verici... Doğrudan üzerine yürüyüp kendime güvenir bir
şekilde bu adamın buranın başı olduğunu düşünmüştüm. Off... Moron gibi
hissediyorum. Nasıl bir salak en güçlü savaşçının ordunun başına olduğunu
düşünür? İşleri idare etmenin berbat bir yolu bu. Tanrım. Öyle aptaldım ki
kendime bir delik bulup içine kıvrılıp ölmek istiyordum.
Kendimi bir köşede saklanmamak için zor tuttum.
Tamam Yuki, bu kadar yeter. Kendine gel. Yapman gereken
işler var.
Biraz daha düşününce, aslında tamamen yanılmadığımı fark
ettim. Çadırı ve yetenekleri böyle bir yetkiye sahip olabileceğini düşündürmüştü.
Yüksek rütbeli biri olmamasının imkanı yoktu.
“Ah. Ama bu “ordu”daki en güçlü kişi sen değil misin?”
"...Başka birini başa getirdiler.” Konuşurken yüzünü
ekşitmişti.
Mutlu olmadığı belliydi. Bana kalırsa, bu ordunun başındaki
kişi, bu yeri hiç hak etmediği halde ona altın tepsiyle sunulmuş bir tür soylu
falan olmalıydı. Gerçi bu beni ilgilendirmezdi.
“Eğer durum buysa, üstüne mesajımı kelimesi kelimesine
ilet.”
“...Pekâlâ.”
Tereddüt etse de başıyla onaylamıştı. İyi bir askerdi.
Analiz yeteneği olmasa da benden daha güçsüz olduğunu anlayabiliyordu, bu
yüzden aptalca bir şey denemek yerine sözlerime itaat ediyordu. Dahası, benle
konuşurken sürekli etrafına bakıp işleri onun lehine çevirebilecek bir şeyler
bulmak umuduyla çevresini inceliyordu.
“O zaman iyi dinle. Çoktan bölgeme girdiniz. Daha ileri
gitmeye cüret ederseniz, her birinizi tek tek merhamet etmeden ya da ayırmadan
öldüreceğim. Amacınızın ne olduğu umurumda değil. Yaşamak istiyorsanız,
arkanızı dönün ve bu yeri hemen terk edin.”
Adamın gözleri odayı dolaşmayı bırakıp bana odaklanmıştı.
Bana bir şey sormak istiyor gibiydi ama bunun sinirimi attıracağından emin
değildi.
“Konuşabilirsin.”
Konuşmadan önce yutkundu.
“Size sadece bir sorum var.”
“İzin veriyorum.”
“Sizin kadar güçlü biri neden bizi uyarmakla uğraşıyor?
Neden hepimizi yok etmiyorsun?”
Cevap vermeden önce psikopat bir kötü adam gibi sırıttım.
“Bariz olan bir şeyi anlayacak algın da mı yok? Çünkü sizin
sözde ordunuzu yok etmek sıkıntıdan başka bir şey değil.”
“Sı...sıkıntı mı?”
“Sen ve arkadaşların umurumda değil. Ne istediğinizle zerre ilgilenmiyorum...
Sadece, sözlerimi dinleyip, gitmenize izin vereceğime, eğer aksini düşünürseniz
de sizi yok edeceğime karar verdim. Sanırım bu kadarını anlamışsındır en
azından?”
Adam başını sallayınca devam ettim.
“O zaman sana şunu sorayım. Bahçende gezen her bir karıncayı
tek tek öldürmeyi sen de zahmetli bulmaz mıydın? Öldürmeleri çok kolay olsa da
hak ettiklerinden daha çok zamanı çalıyorlar değil mi? Sizinle ilgili
hissettiğim şey tam olarak bu. Canınızı almak kolay, ama zamanımı sizinle uğraşarak
boşa harcamak istemiyorum.”
“Y-yani, insanları karıncalardan farksız mı görüyorsun!?”
“Kesinlikle. Aranızdaki fark o kadar ufak ki, ikinizi aynı
kategoride düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum.”
Söylediklerimin aksine, insanlarla karıncaların aynı
olduğunu düşünmüyordum. Karıncalar daha korkutucuydu. Uğursuz Orman’ın
karıncaları, şu ana kadar karşılaştığım en zorlu rakiplerdi. İnatçılıkları,
korkudan altıma yapmama sebep olmuştu. Şimdi bile onları düşününce için
ürperiyor.
“Söyleyeceklerim bu kadar. Size düşünmeniz için kısa bir
süre veriyorum. Gidin ve yaşamaya devam edin, ya da kalın ve yok olun. Seçim
sizin.”
Çadırdan ayrılırken Gizliliği tekrar aktifleştirdim. Benim
için basit bir şeydi, ama ona göre geceye karışmış gibiydim.