Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Zindan Özellikleri Gösterisi
"... Tabii ki istediğim gibi gitmeyecekti.”
Az önce tehdit ettiğim adamı zindan ara yüzünden takip ederken
sessizce homurdanmıştım. Uyarıma boyun eğmiş ve tam olarak istediğim şeyi
yapmıştı. Yani, ben çıktıktan hemen sonra çadırdan fırlamış ve ordunun
komutanıyla görüşmek istemişti. Durumu anlatıp komutanını tehlikede olduklarına
ikna etmeye çalışmıştı ama komutan ona inanmamıştı.
Konuştuğum adam beni gören tek kişiydi, bu yüzden diğer herkes ya
kabus gördüğün, ya da aklını kaçırdığını düşünmüştü. Etrafındakiler tarafından
bu kadar küçük düşürülmesine rağmen ne sesi titremiş ne de söylediklerinden
şüphe etmişti. Hemen adamlarını kaldırıp ormanın dışına doğru uzaklaştılar.
Zekice bir karardı.
Diğerlerinin aksine hem kendi hem de adamlarının canlarını
kurtarmak adına doğru bir karar vermişti.
“Ummm...”
“Evet, Lefi?”
“Bana şunu söyle Yuki. Neden bu kadar çabuk döndün ve neden bu
kadar sakin oturuyorsun...?”
Yüce Ejderha’nın sesinden, tereddütle karışık bir şaşkınlık
seziliyordu.
“Yaptığım şey tehdit etmekti, bu yüzden...”
“Bir dahakine, gitmeden önce bana böyle şeyleri söyle...”
Hoşnutsuz bir halde yanaklarını şişirmişti ve kızarmaya başlamıştı.
“Gidişini izlerken sadece moralini düzeltmeye çalışmadım, ayrıca
sen gelene kadar kendimi uyumamaya ikna ettim. Kendimi bir salak gibi
hissediyorum ve hepsi senin suçun.”
Tepkisinin ne kadar tatlı olduğunu düşünmeden duramadım.
“Evet, benim hatam. Peki, sana muhtemelen ilginç gelecek bir şey
gösterirsem beni affedebilir misin?”
Zindanın ara yüzünü kurcalarken bir yandan onunla konuşurken bir
yandan onun da görebilmesi için haritanın görüntü ayarlarını değiştiriyordum.
Zindan Lefi’ye hala istilacı olarak muamele ediyordu. Ama buna karşın, ona
zindanın ara yüzünü gösterebilme yeteneği kazanmıştım. Doğruyu söylemek
gerekirse, hala, zindanın, ekranını neye göre başkalarına gösterip
göstermediğini anlamıyordum, ama tahmin etmem gerekirse büyük ihtimalle güvenle
alakalı bir şey olmalıydı.
Haritayı başka bir pencerede açıp dikkatini ona yönelttim.
“Demek istilacılar şunlar?”
“Evet, işte bizim bölgemizi istila etmenin iyi bir fikir olduğunu
düşünen salaklar onlar.”
Ekrandaki şey az önce ziyaret ettiğim kamp alanının gerçek zamanlı
görüntüsüydü. Konuştuğum adam ve emri altında olanlar gitmişti ama sayıları ilk
gittiğim zamankinden çok farklı gözükmüyordu. Hala, nöbetlerinin bitmesini
uykuya dalıp dalıp uyarak bekleyen askerler ekrana yayılmıştı.
Kamp alanını görebiliyor olmamızın sebebi, dönmeden önce zindan
menüsünden yarattığım, havalı küçük kem göz adındaki canavarlardı. Kem gözler,
basketbol topu büyüklüğünde ve kanatları olan bir canavardı. Teknik olarak
canavar olmalarına rağmen savaş için kullanılmıyorlardı; yapabildikleri tek şey
gördükleri şeyleri zindanın ekranlarına yansıtmaktı. Bir başka deyişle, bu
canavarlar kablosuz kamera gibi bir şeydi.
İnorganik olmaları ve aslında bir tür golem olmalarından dolayı
herhangi bir gıdaya ihtiyaç duymuyorlardı. Zindan onlara büyü enerjisi
sağladığı sürece hayatta kalabiliyorlardı, ki bu da zindan bölgesinin dışına
çıkarılırlarsa çalışmayacakları anlamına geliyordu. Ama bence, bu zayıflık
önemli değildi. Zindandan ayrılmayı düşünmüyordum, bu yüzden kendi bölgemin
dışındaki şeyleri görmenin pek bir manası yoktu.
Kabul etmeliyim ki, bir noktada dünyayı gezmek istemiştim. Ama bunu
gerçekten yapmak yaşamım için uygun olmayan bir seçenekti, çünkü bir yerde
kalbim sayılan zindanın çekirdeğinden ayrılmak zorunda kalacaktım.
Hala bölgemde olan orduyu zaten uyarmıştım ve mesajım kesinlikle
liderlerine iletilmişti. Yani, şu an bölgede bulunanlar, onlara nazik bir
şekilde gidip bölgeyi terk etmelerini istememe rağmen gitmedikleri için bana
karşı olmayı seçmiş oldular. Amaçları bize saldırmak olmayabilirdi de ama
umurumda değildi. Neresinden bakarsanız bakın, izin almadan bölgeme
girmişlerdi. Ve bir de silahlılardı. Onlara saldırma hakkım olduğu gayet
ortadaydı.
Vuu, beleş laboratuvar fareleri! Yani, şey, öhm, nefsi müdafaa
zamanı!
***
“Ha? N’ oluyor lan? Neden birden her yer bembeyaz oldu?”
Nöbetçilerden biri gözüne gelen güneşi eliyle siper yaparak
engellemeye çalışırken homurdanmıştı.
“Ha!” Yanındaki nöbetçi pis pis gülmüştü. “Görünüşe göre
uykusuzluktan kafayı yemişsin. Hala gecenin bir yarı---”
Asker sözünü bitirememişti. Sırtından kalbine kılıç saplayan üçüncü
bir nöbetçi tarafından susturulmuştu.
“S-saldırı altındayız! Etrafımızı sardılar!”
Kılıcı kandan kıpkırmızı olmuş asker, arkadaşının cesedinden kılıcı
çıkarırken olabildiğince yüksek sesle bağırmıştı. Sonra arkasını döndü ve
panikle kılıcını savurmaya başladı. Sanki biriyle savaşıyormuş gibi kılıcını
savurmaya ve saldırıları savuşturmaya devam etti.
Ve yalnız değildi.
O ve diğer gece nöbetine kalmış askerler, müttefikleriyle aynı
şeyleri görmediğini ve duymadığını anlayamamıştı.
Akıllarını tamamen kaçırmışlardı.
Ses, kampın içinde ilerledikçe, çıldıran nöbetçilerin sayısı da
artıyordu.
Çadırlarında uyuyanlar da kısa süre sonra harekete geçti. Uyandılar
ve kargaşanın kaynağını anlayabilmek için meşalelerini yaktılar.
“Ne haltlar dönüyor lan burada!?”
Ordunun komutanı çadırından çıkıp kafası karışmış bir halde
bağırmıştı. Bir bakışta bulunduğu mevkiiyi politik yollarla elde ettiğini
söyleyebilirdiniz. Hastalık derecesinde obezdi ve askeriyede görmüş geçirmiş
kişilerde olan hal ve hareketten tamamen uzaktı.
“Emin değilim efendim! Herkes farklı bir şeyler söylü---”
Adam, raporunu bitiremeden yere kapaklanmıştı. Kafası boynundan
temiz bir şekilde kesilmiş, cesedinden ayrılmış ve komutanın ayağının dibine
yuvarlanmıştı.
“N-ne oluyor lan!?”
“DÜDÜDÜŞMAAANLAAAAR!”
Şimdi başsız askerin arkasında başka bir müttefik asker
dikiliyordu. Ağzı yarı açık, salyası kenarından dışarı akmıştı. Kılıcı insan
kanı ve yağıyla kaplıydı.
Delirdiği çok belliydi.
“H-hey! Dur! Daha fazla yaklaşma!” Komutan adama bir emir vermeye
çalıştı ama adam umursamadan ilerlemeye devam etti. “Durdurun şunu! B-biri şu
adamı hemen durdursun!”
Neyse ki komutanın şansına, tüm askerler kafayı yememişti. Aklı
hala başında birkaç asker, aklını kaybetmiş adamı yakalayıp yere bağlamışlardı.
“Neler oluyor lan burada!?”
Komutan, şaşkınlık içinde bağırırken gözleriyle kamp alanını
tarıyordu.
Ya da şu anki haliyle yozlaşmış karışıklığı tarıyordu.
***
“Ah...? Demek hülya ağacının kullandın?”
Lefi, kamp alanını izlerken boş bir yorum yaptı. Ses tonundan,
yaptığım şeyin sonuçlarının ilgisini çektiğini anlamıştım.
“Evet. Onları biliyor olmana şaşırdım.”
“Tabii ki biliyorum.”
Askerlerin durumuna bakıp, çıldırmalarına neden olan şeyi anlayan
Lefi beni gerçekten şaşırtmıştı.
Hülya ağacı olarak da bilinen, rauschgift kokusu kullandığımı hemen
anlamıştı. Rauschgift kokusu, yakınlarında bulunan yaratıkların akıllarını
kaçırmasına neden oluyordu.
Bunu, içindeki büyü gücünü serbest bırakarak sağlıyorlardı.
Yakınlarında bulunanlar bu enerjiyi vücutlarına otomatik olarak emiyor ve
belirli bir dozun üzerinde birikme olduğunda ise akıllarını kaçırıyorlardı.
Görülen hayaller kişiden kişiye değişiyordu. Canavarlar, büyü enerjisine karşı
daha hassas olduklarından ağaçların dibinde durmamaları gerektiğini hemen
anlıyorlardı. Ama insanlar, bu tarz kararları alabilecek duyulara sahip
değillerdi.
İşte bu yüzden, bu ağaçları yaratmak için zindan sistemlerini
kullanmıştım. Bölgenin yerel bitki örüsünden olmamalarına rağmen, zindan
onların bir şekilde çoğalabilmesini sağlamıştı. Zindan tarafından
yaratıldıkları için, tamamen onun kontrolü altındalardı, yani büyü yayma
özelliklerini her zaman her yerden kapatabiliyordum.
Şu anda, ordunun kumandanı uyarıma kulak asmadığını doğruladıktan
sonra ağaçları taht odasından aktifleştirmiştim.
Lefi ve ben rauschgift kokusunun etkilerine karşı dayanıklıydık.
İkimiz de çok fazla büyü enerjisine sahiptik. Dışarıdan gelen küçük etkiler,
büyük ve yoğun manamızın içine karışıp etkisizleşiyordu. Her zaman bunun tersi
olduğunu düşünmüştüm. Vücudum, büyünün de temeli olan büyü parçacıklarından
yapıldığı için büyü enerjimin dağılmaya çok fazla meyilli olacağını düşünmüştüm
ama yanılmıştım.
Bir elimde yüksek seviye bir iksir tutarken ağaçlardan birinin
dibinde gergin bir şekilde durmuştum ama üzerimde hiç etkisi olmamıştı. Manam
çok yoğundu.
“Sadece ağaçların etkileriyle yok olacaklarmış gibi durmuyorlar.”
dedi Lefi.
“E tabii ki. Onlar için daha çok planım var. Hadi ama, hala ne
kadar zeki biri olduğumu anlayamadın mı?”
“Umuyorum ki, kendine zeki diyenlerin genellikle tam tersi
olduklarının farkındasındır.”
“Peki, tamam. O zaman şöyle diyeyim.” Sinsice gülümsedim. “En
azından her kutu oyunu oynadığımızda sana gerekli dersi verecek kadar zekiyim.
Beni bir kere bile yenemedin.”
“B-bunun sebebi, senin daha yetenekli olduğun oyunları oynuyor
olmamız! Ve daha da önemlisi, son oynadığımız oyunu henüz bitirmedik. Henüz
sonucu belli değil ve zaferle ayrılacağımı biliyorum. İyi dinle Yuki, işler
yakında değişecek! Seni akıl oyunlarında yere sereceğim! Hemen oynayalım da
sonuçları görelim!”
Yüzü kızarmış ve kışkırtmalarıma karşılık olarak hemen beni
karşılaşmaya davet etmişti.
“Tabii tabii, nasıl istersen. Önce şunlarla işimi bitireyim tamam
mı?”
Avcumu başına koyup gülümseyerek saçlarını okşadım ve bir sonraki
tuzağı aktifleştirdim.