Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Lyuu, Rir ve Rahatlama
Taht odasının kapısını açtım ve etrafını saran bölgeye
adımımı attım. Orada, Lyuu’yu kafasını mağaranın girişinden kafasını uzatırken
buldum. Yavaş bir şekilde tekrar tekrar bir sağa bir sola bakıyor, sanki
etrafını gözetliyormuş gibiydi.
“Mağaranın girişinde ne yapıyorsun Lyuu?”
“Oh, merhaba patron. Rir’le duşarı çıkma olayını duyunca
buralarda takılayım dedim.”
“Aynen, bir süredir onu kendi haline bıraktığım için gidip
onu kontrol etmenin iyi bir fikir olduğunu düşündüm.”
Gerçi, bu sadece bahnemdi. Açıkçası, sadece evden dışarı
çıkmak istiyordum. Son zamanlarda toprak büyüsü çalışmak dışında hiçbir şey
yapmıyordum ve artık bundan yılmıştım. Gidip biraz canavar öldürerek biraz
stre---Öhm, yani “yeni birkaç büyüyü sahada denemem” gerekiyordu.
“Ben de o yüzden buradaydım. Buralarda takılırsam belki onu
görebilirim diye düşündüm, ama henüz burada değil gibi gözüküyor.”
Onu dinledikten sonra haritayı tekrar kontrol ettim ve
tanıdık birinin mağaranın hemen dışında oturduğunu gördüm.
“Buradaymış.”
“Hani!?”
“Evet, sadece saklanıyor.”
“Ne!? Neden!?”
Lyuu’nun yüzü şaşkınlıkla buruşmuştu.
“Çünkü senin garip biri olduğunu düşünüyor. Ya ne olacaktı?”
“B-bu biraz sert olmadı mı patron?! Hiç yumuşatmadın bile!”
“Demek istediğim şu, bir düşün. Birisi seni her yerde
sürekli takip ediyor olsa nasıl hissederdin?”
“Off...” diye homurdandı Lyuu.
“Onu tapınacak biri olarak gördüğünü biliyorum, ama ona
böyle davranmandan hoşlanmıyor. Aynısını bana yapsan, ben de senden kesinlikle
kaçardım. Bu sadece... tuhaf.”
“A-anladım, ama elimde değil. O bir fenrir, biliyorsun,
lanet bir fenrir! Onların ne kadar inanılmaz olduğunu biliyor musun!?”
Lyuu, kendi halkının nesilden nesile aktarılmış efsanelerini
bana anlatmaya başladı. Efsanelere göre, bir zamanlar bir fenrir, koca bir
insan ordusuyla tek başına savaşmış ve konuşlandıkları şehri yok etmiş. Aynı
canavar on binlerce canavarla da savaşmış. Zafere erişene kadar durmadan birkaç
yıl savaşmaya devam etmiş. Ve yıllar sonra, son nefesini verdiği topraklara
canlılık geri getirmişti. Son istirahatgahının bulunduğu yer ve çevresinde
çiçekler açmış, ormanlar yeşermiş ve sonsuza kadar bereket saçmış. Savaş kurdu
klanı fenririn soyundan gelmekteydi. Ve bu yüzden Lyuu’nun klanı, onlara tür
olarak tamamen tapınmaları gerektiğini düşünüyordu; yaptığı şeylerin bir gram
bile tuhaf ya da garip olduğunu düşünmüyordu. Hatta konuşurken gözleri
parlıyordu.
Aslında anlattığı şeylerin çoğu saçmalıktı ama teknik olarak
doğru gibiydi. Fenrirler efsanevi yaratıklardı ve Lefi’nin fenrirlerden biriyle
savaşıp, onu yenmekte zorlandığını da hesaba katarsak, manyak gibi güçlü
olduğunu düşünmemiz normal. Ama dur, fenrirler bir tür kurttu. Neden çocukları
hayvansı olsun ki?
Bir an durup, insan olmayanların insanlara dönüşebilmesini sağlayan
bir büyü olup olmadığını düşündüm. Örneğin: Lefi.
Biri dakika, bu demek oluyor ki Lefi ve ben çocuk yapa---
Düşüncelerimin gittiği yönü fark edince gözlerim fal taşı
gibi açılmıştı.
Lanet olsun beyin! Ne düşünüyorsun lan!?
“Vay canına patron, yüzün birden kızardı falan. Efsaneler
sizi bu kadar etkiledi mi gerçekten?”
”Sus sus. Ondan etkilenmedim. Başka bir şey düşünüyordum.
Sakın sorma.”
Bu fikri birkaç kez daha panikle engellemeye çalışıp
düşüncelerimi başka bir şeye yönlendirmeye çalıştım. Klanın efsanelerini
duyunca Lyuu’nun Rir’e neden ona tapındığını daha iyi anlamıştım. Ona göre Rir,
bir tür ünlüydü. Onun hakkında çok şey duyduğu için, onu gözleriyle görünce,
içindeki fangirl dışarı fırlamıştı. Aslında neden böyle davrandığını
görebilmiştim. En sevdiğim oyunculardan biriyle karşılaşsam ben de benzer bir
tepki verebilirdim.
“Bize katılmak ister misin?”
“Gerçekten mi!?”
“Eğer talimatlarımı dinlersen. Eğer kaybolursan, muhtemelen
ölürsün.”
“Öff... B- bu biraz korkunçmuş ama tabii ki! D-dinleyeceğime
söz veriyorum, lütfen beni de yanınıza alın!”
***
“Uvvvaaaaaaaaa!?”
“Lanet olsun Lyuu. Çeneni kapar mısın artık?”
Arkamda oturan Lyuu kulak zarımı patlatacak kadar yüksek
sesle bağırırken kaşlarımı çatmıştım.
“Y-yapamam patron! Ç-çok hızlı gidiyoruz!”
Canını kaybetmemek için Rir’in sırtına yapışmıştı. O kadar
da hızlı gitmiyorduk aslında, ama ellerini bıraktığı an uçacağından emindi.
“Rir aslında biraz ağırdan alıyor ve yavaş gidiyor. Aslında
isterse daha da hızlı gidebilir.” diye omuz silktim. “Dur Rir. Burası gayet
iyi.”
Koca kurt tüm vücudunu kullanarak yavaşladı ve bir süre
sonra da tamamen durdu.
“Nraargagghgh!?”
Lyuu, Rir’in sırtından fırlayıp yüzünü yere vurana kadar
havada saçma sapan sesler çıkarmıştı. Duruş, onun için çok ani olmuştu.
Fırlamasına engel olamamıştı.
“Tuhaf sesler çıkarmayı kes ve sakinleş artık.”
“S-sanki bunu isteyerek yapıyormuşum gibi konuşuyorsun!”
Yavaşça ayağa kalkarken karşılık vermişti. Yüzü çamura
batmış biri için fazla enerjik görünüyordu.
“Öff... Biliyor olmam gerekirdi, ama Rir gerçekten çok
hızlı.”
“Evet, öyledir.”
“V-ve beni neden eleştiriyorsun patron!? Burada tuhaf
davranan biri varsa o da sensin. Benim gibi bir kızın, o kadar hızlı giden bir
şeyin üzerinde kalabilmesini nasıl bekliyorsun!?”
“Aslında, o kadar da hızlı gitmiyorduk...”
“Bunu söylüyorsun çünkü bir ucubesin! Normal bir insan, bu
kadar hızlı giden bir şeyin üzerinde sakin ve hiçbir şey olmuyormuş gibi
oturamaz!”
Vay be. Konuşma şekline bak. Heyecanlı şeyleri seviyor olmak
benim suçum değil. Ve ayrıca son zamanlarda daha da hoşlanmam da benim suçum
değil.
“Oh, bu arada, hemen buraya gelmek isteyebilirsin. Neredeyse
bir canavarla burun burunasın.”
“Ne!? Bir dakika, ciddi misin!? Hay sıçayım!”
Kafasını çevirir çevirmez birkaç adım ötesinde dikilien şeyi
gördüğünde hemen bize doğru koşmaya başladı.
“Gelgwa! Gya gya!”
İçinde tavuk olan yemeklerde tavuk yerine kullanılan
yaratıktı bu. Bir “taş kuşu” Bizi fark edince tedbirli bir şekilde bize gaklamıştı.
Death metal vokalistlerine benzeyen çığlıkları dikkatle doluydu.
“Off, bu çok gürültülü. Kapa çeneni ve yemeğe dönüş lanet
olası.”
Kısa bir süre büyü enerjimi odaklayıp iki elimi bir araya
getirdim ve bir büyü yaptım. Rir’in sırtından daha inmemiştim.
Büyü aktifleşince küçük bir gürültü duyuldu. Taş kuşunun
başının altındaki toprak sallanıp kabararak, içinde sivri demirler bulunan bir
çift demire benzeyen plakalara dönüştü. Yükselen iki parça, kuşun kafasıyla
hizaya geldi ve zavallı hayvanın yüzünde sayısız delik bırakacak şekilde
birbirlerine yaklaşıp kapandı. Başsız taş kuşu cansız bir şekilde yere
yığılırken her yer kanla bulanmıştı.
Az önce yaptığım büyüye “Çivili Tabut” diyordum. [1] Biraz
yavaştı; tez canlı, hızlı düşmanlar kolayca kaçabilirdi. Ama düşük hızından
oluşan dezavantajını inanılmaz gücüyle kapatıyordu. Buna tepki veremeyecek
kadar ağırkanlı olanlara ağır hasar vereceğinden şüphem yoktu.
“V-vay canına...” Lyuu’nun gözleri sonuna kadar açılmıştı.
“Yok artık. Bir taş kuşunu gerçekten tek bir darbeyle indirdin.”
Yüzünde bir gülümseme olsa da kramp girmiş gibiydi; ağzının
bir kenarı şaşkınlıktan seğiriyordu.
“Evet, onlar zayıf. Her neyse. Hadi gidelim. Kendimize daha
çok av bulmalıyız.”
Taş kuşunun cesedini eşya kutusuna koyarken Lyuu’yu sırtıma
binmesi için uyardım.
“Ne!? D-devam mı edeceğiz!?”
“E herhalde. Daha yeni başladık.”
“B-ben, şey... Rir’e binmeme izin verdiğin için minnettarım
ama... biraz daha yavaş ilerlesek olmaz mı?”
“Çekinmene gerek yok. Heyecanlı şeyleri sevdiğini biliyorum.”
“Grr!”
“Gördün mü? Rir bile biraz rahatlayıp gezintinin tadını
çıkarmanı söylüyor. Şimdi bin bakalım.”
“N-neden siz ikinizden iyilik gelmeyeceğini hissediyorum
acaba!?”
Korkudan titreyen Lyuu’yu Rir’in sırtına çekerken
sırıtıyordum.
“Pekâlâ Rir, hadi gidelim!”
“Aaaaaaaaarghhh!!!”
Lyuu’nun çığlıkları, Uğursuz Orman’ın derinliklerinde bir
süre daha yankılanmaya devam edecekti.