Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Kahramanın Saldırısı
“Şu şey... de ne?”
Nell, büyük, ağzı açık bir mağaraya ulaşana kadar Uğursuz Orman’da
ilerlemeye devam etti. Mağara her ne kadar sarp bir kayalığın gölgesinde
duruyor olsa da dikkatini çekmişti. Çevresindeki ışığı emip dipsiz bir kuyuya
gönderiyormuş gibi, etrafında bulunan her şeyden daha koyuydu.
“Bir dakika!” Mağaranın kime ait olduğunu fark edince kahramanın
gözleri şaşkınlıkla açıldı. “Bu bir zindan!” Hemen kutsal kılıcı Durandal’ı
belindeki pahalı gözüken deri kılıfından çekti. Elindeki kılıca bir bakışta
hünerli bir ustanın ellerinden çıktığını anlayabilirdiniz--bir kın olarak işe
yaraması bir yana, çok güzel bir sanat eseriydi.
Durandal’ın solgun ve tanıdık parıltısı rahatlatıcıydı. Bu, onun
gerginliğini azaltmıştı; onu görünce kendini sakinleştirebiliyordu.
Nell çoktan hedefinin bir iblis lordu, bir zindan efendisi
olduğunun farkına varmıştı. Kilisenin şövalyelerinden biri görev kağıdını
teslim ederken detaylar hakkında onu bilgilendirmişti. Öldürmekle
görevlendirildiği iblisin çok güçlü olduğu söylenmişti. Uğursuz Orman’da
yaşıyordu; hala yaşıyor oluşu, ormanda yaşayan güçlü canlıları en azından kendinden
uzak tutabildiğini gösteriyordu. Şövalye, onun Yüce Ejderha’nın bölgesinde
olmasa da yakınlarında yaşadığını ve eğer baş edemeyeceği bir düşmanla
karşılaşırsa geri çekilmesi gerektiğini de söylemişti. Hatta sırf bu durum için
özel hazırlanmış büyü bağlı bir araç bile hazırlanmıştı.
Ne yazık ki, Nell durumun pek iyi kavrayamamıştı. Bu bilgiler hem
eksik hem de yanlıştı. Alfyro’nun başkanı Raylow iblisi ilk elden görmüş ve bir
iblis lordu olduğunu doğrulamıştı ama sefere karşı olduğundan tüm sefer kuvvetlerine
yanlış bilgiler vermişti. Gönderdiği tüm raporlar yarım yamalak ve gerçek
bilgiden yoksundu.
Nell’in tek güvenilir bilgi kaynağı, görevinden alınmış, Allysia
şövalye birliklerinin eski komutanıydı. O ve yanındaki adamları dışındaki
herkesin, muhtemelen tek bir erkek iblis tarafından yok edildiğini ifade
etmişti. Eski şövalye komutanın raporu gayet detaylıydı ama geri çekilmişti,
katliama ilk elden tanık olmamıştı. İblisin düşünüldüğü kadar güçlü olduğu
hakkında doğrulanmış bir bilgi yoktu. Dahası, Raylow’un aksine, eski şövalye,
iblisin Yüce Ejderha ile bağlantılı olup olmadığını bilmiyordu.
Komuta zincirinin başındaki prensin dışında, altında çalışanların
çoğu Yüce Ejderha’nın bir mit olmadığını biliyordu. Askeri kademelerde görevli
rütbelilerin çoğu, aynı efsanelerde tasvir edildiği gibi olduğunu biliyordu.
Bölgesine izinsiz giren her şeye saldırıyordu. Bu bilgi ve iblisin hala canlı
olması gerçeği, iblisin muhtemelen en iç bölgeden uzak bir yerde yaşadığı ile
ilgili Allysia subaylarına yeterli bir kanıttı. İblisin, efsanelerde adı geçen
ejderha ile herhangi bir karşılaşmadan ne kadar güçlü olursa olsun sağ
çıkamayacağına eminlerdi.
“P-pekala, sanırım başlıyoruz!” Nell, gergin bir şekilde yutkundu.
Mağaraya adımını attığı anda soğuk bir hava vücudunu sardı. Attığı
her adımda çıkan ses kulağına tekinsiz bir çınlama olarak geri yansıdı.
Mağara sessizdi, çok sessiz. Zindanlarda canavarlar olmalıydı, ama
Nell henüz bir tanesiyle bile karşılaşmamıştı. Etrafı yaşamdan öyle yoksundu ki
tuhaf ve tekinsiz hissetmişti; ağır bir gerginlik üzerine çöktü.
Huzursuz hissediyor olsa da kendini zorladı ve mağaranın sonuna
kadar ilerleyip bir tür kapı buldu. Bunu tarif etmek için kullanacağı tabir
doğal olmayan olurdu. Etrafındaki her şeyden farklı bir şekilde duruyordu;
neredeyse suni gibiydi.
Nell hemen kendini hazırladı. Tuzaklı olduğunu düşündüğü için
kapıyı inceledi ama ne kadar ararsa arasın bir şey bulamadığı için elini kapı
koluna koyup onu çevirdi. Sonra yavaşça itip arkasına baktım.
“Vay be...”
Girişin bile ötesine uzanan yeşil düzlüğü görünce, hayranlık
belirten sözler ağzından döküldü. Hem yeşillik hem de üzerindeki gök göz
alabildiğine uzanıyordu.
Sanki az önce girdiği kapı bir başka dünyaya açılan bir geçit
gibiydi. Ardındaki şey beklentilerinin öyle üzerindeydi ki üzerine bir
keyifsizlik hissi çökmüştü. En çok göze çarpan şey, üzerinde en büyük etkiyi
bırakan tek şey, alanın merkezinde duran devasa kara kaleydi.
Ona baktığı anda zihnine kazınmıştı. Sadece boyutu bile ezici bir
hisle dolduruyordu; bu iri, kapkara yapı, Allysia kraliyet kalesinden en az iki
kat büyüktü. Nasıl olduğunu anlayamasa da ona baktığı zaman hem tiksinti hem de
saygı hissine sebep olmuştu. Yapıldığı maddenin karanlığı yüzünden rahatsız
olsa bile güzelliği yüzünden de kendinden geçmişti. Bakmaya devam ettikçe göğsü
de daha fazla yanıyordu.
“Muhteşem...”
Gerçekliğe dönene kadar kaleyi gözlemlemeye bir süre daha devam
etmişti. Kafasını sağa sola sallayıp gereksiz düşüncelerden kendini
uzaklaştırmaya ve görevine odaklanmaya kendini zorladı.
Nell, sonunda hipotezinin doğru olduğunu anlamaya başlamıştı.
Mağara gerçekten de zindanın girişiydi. Henüz saldırılmamasının sebebi sadece
giriş kısmı olmasıydı. Kapıdan geçtikten sonra, sonunda zindan efendisinin
ciddileşeceği yere gelmişti.
Kutsal kılıcını daha sıkı kavradı, gözlerini kısıp etrafını taradı
ve kalenin devasa kara geçitlerine doğru ilerledi.
***
Kahramanın kaleye uzun uzun bakışını görünce kendimi gülmekten
alıkoyamamıştım.
“Bu şapşal yüz ifadenin sebebi nedir?”
“Neden bahsettiğini anlamadım.”
Lefi’nin keskin bakışları beni kendime getirdiği için boğazımı
temizleyerek ifademi gizlemeye çalıştım. Ejder kız, kaleye Luan Fionell Kalesi
adını koymuştu. Söylediğine göre bu sözler ejderha dilinde “Her Şeye Hükmeden
Kişi” anlamına geliyordu.
İyi bir isimdi; kaleyi olduğundan daha etkileyici ve muhteşem
yapmıştı.
“Yuki...” her ne kadar Lefi’nin sözlerini inkar etsem de bakışları
hala keskindi. “Bana öyle geliyor ki kızın hayatını sonlandırmaya niyetin yok
gibi.”
“Ah... neden böyle düşündün ki?”
“Niyetinin olmadığını anlamam için sana bir bakışım yetiyor. Senin
kana susamış haline tanık olduğum için farkı hemen anlayabiliyorum.”
“Yani, soruyu zaten cevaplamış oldun.”
“Ne? Anlayamadım.”
“O bir kız.”
Her ne kadar tüm düşmanlarımı yok edeceğimi söylemiş olsam da,
kahramanı öldürmek istemiyordum. Bir kadını öldürmenin vicdanımda büyük bir yük
olacağını biliyordum. Erkekleri soğuk kanlı bir şekilde öldürmekte rahattım ama
kendimi, aynısını genç bir kıza yaparken düşünemiyordum. Bu dünyaya geldiğim
andan beri insanlarla ilgili böyle düşünmeye başlamıştım. Daha doğrusu bu kural
sadece insanlara işlemiyordu. Öncesinde herhangi bir duygusal bir bağımın
olmadığı diğer herkes için benzer hissediyordum.
Çoktan öldürmek istediğimi öldüreceğimi ve öldürmek istemediğimden
de kaçınacağıma dair kararımı vermiştim. Kahraman bu iki gruptan ikinci
kategoriye dahil olduğundan ölümcül tuzaklarımı aktive etmemeye karar vermiştim...
Bunun yerine, savaşma isteğine yavaş ama kesin bir şekilde bitirecek, ölümcül
olmayanları seçmeye odaklanmıştım.
Lefi kolumu cimciklerken, “Pis sapık...” dedi.
“Off! D-demek istediğim şey bu değil! S-senden bir iki yaş büyük
gibi değil mi? Bu kadar genç bir kızı öldürmekte tereddüt etmek doğal bir şey
değil mi?”
Aceleyle bahane uydurmuştum.
“Hmph...” Lefi şimdi de yanaklarını şişirmişti. “Pekala, nasıl
istersen öyle yap. Ama şunu bil ki, bu kararından dolayı kendini tehlikeye
sokarsan seni affetmeyeceğim.”
“B-bir şey olmaz. Kurduğum tuzaklara bayağı güveniyorum. Sadece
arkana yaslan, rahatla ve izle. Ne demek istediğimi anlayacaksın.”
Lefi’yi neşelendirip elimle ekranı gösterdim ama çabalarım bir işe
yaramamıştı. Bana daha da sert bakmaya başlamıştı.