Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Öteki Dünyada İkinci Bir Şehri Ziyaret
“Vuu! Başardık!” Nell, Lefi ve ben şehrin kapılarına
yaklaşırken iki kollarımı kaldırarak bağırmıştım. “Sonunda be, biraz şehir
hayatı zamanı! Sabırsızlanıyorum!”
Tuhaf hallerimi gören etraftakiler bakıp kıkırdamıştı.
Hiçliğin ortasındaki bir köyden gelmiş kafayı sıyırmış herhangi bir hanzo
olduğumu düşünmüşlerdi.
“Ş-şey... Biraz daha sessiz olabilir misin? Utanç verici
oluyorsun.” Kahraman da onlar gibi, davranışlarımı uygun bulmamıştı. Utangaç
bir şekilde fısıldayarak şikayetini dile getirmiş ve beni sakinleştirmeye
çalışmıştı ama omzumu silkerek karşılık verdim.
“Utangaçlık mı? Peh! Kalbimin derinliklerinden taşan coşkun
duyguların yanında biraz utangaçlığın lafı bile olmaz!”
“Öyle ama ya biz..._” Kahraman, bıkmış ve şaşırmış bir halde
homurdanıp omuzlarını düşürmüştü.
“Vazgeçmekten başka bir şansın yok, kah-Nell.” Lefi, diğer
kıza konuşarak acısını paylaşmıştı. Ona neredeyse kahraman diye seslenecekti
ama kahramandan önce kendini tutup düzeltmişti. “Onu şu anki halinden hiçbir
dış güç kurtaramaz. Geçmesini beklemek tek seçeneğimiz.”
Kahramanın aksine, ejder kızın sesinde utangaçlıktan eser
yoktu. İçerdiği tek duygu bıkkınlıktı. Gördün mü, Lefi beni anlıyor. Yani,
nasıl sakin kalabilirim ki? Başka bir dünyada bir şehri ziyarete gidiyorum. Vay
arkadaş! Birini görmek bile benim için heyecan sebebi.
Teknik olarak bir şehri ikinci kez ziyaret ediyordum ama ilk
seferinde aşırı derecede sinirli olduğum için etrafı inceleyip şehrin
güzelliklerini tecrübe edebilme şansım olmamıştı. O zaman aklıma not ettiğim
şeylerden biri, çok yüksekten görmüş olsam bile şehrin duvarları gayet
etkileyiciydi. Onları tekrardan, yerde görünce daha da etkilenmiştim.
Gerçi, benim kalemin yanında pek bir şey değil, ama yine de
hakkını yiyemem. Gayet etkileyiciydi.
“Pekala, yeterince konuştuk. Hadi gidelim!”
“Ne? D-dur, bekle!” Kahraman bir anlığına afallamış ve tepki
verememişti. Ama hemen sonra beni durdurmaya çalışsa da onu dinlememiştim. Konuşmamdan
hemen sonra dümdüz ilerlemeye başlamıştım, ta ki bir muzrak tarafından
durdurulana kadar. Kapıda duran asker silahını indirip benim geçmeme izin
vermedi.
“N’ oluyor?” Diye homurdandım. “Dostum, silahını kenara
çeker misin? Gidecek bir sürü yerim var ve bana engel oluyor.”
“Belgelerin?” Adam huysuz ve sert bir şekilde cevap
vermişti. Benden bayağı büyükçe, otuzlarının sonlarında ya da kırklarının
başında gibiydi.
“Neylerim?” Onu gayet net duymuş olsam da neyi kastettiğini
tam olarak anlamamıştım.
“Geçmek istiyorsan bana belgelerini göster. Eğer geçerli bir
kimliğin yoksa seni içeri alamam.”
…
Gerçekten mi? Bana gerçekten kimlik mi soruyor? Bu dünyanın
gelişmemiş, fantastik bir dünya olması gerekmiyor mu? Neden kimlik
kullanıyorlar ki? Bu, daha gelişmiş toplumların dert ettiği bir şey değil mi?
“Ne diyorsun be yaşlı adam? Az önce bir grubu içeri öylece
almadın mı?”
“Aldım, çünkü suratlarını tanıdım. Bu kapıyı sık
kullanırlar. Diğer yandan, seni tanımıyorum. Bayağı şüpheli duruyorsun.”
Miğferindeki dar kesitten bana doğru sert bir şekilde baktı. “Ve ben o kadar
yaşlı değilim! Hala en verimli çağımdayım!”
Adam sözlerini bağırarak söylemişti ama ona dikkat etmeyi
çoktan kesmiştim. Şehre kabul edilemeyeceğimi söyledikten sonra beni çoktan
kaybetmişti.
Ne oldu şimdi? Tam bir can sıkıntısı. Neden burada sürekli
durdurulmak zorundayım?
“Yazık... Heveslerime ulaşmamın böyle zorla engellenmiş
olması...” sanki tarihi bir dramada topal kalmış bir karakter gibi homurdanmıştım.
“Öfff, bu yüzden sana beklemeni söylemiştim.” Kahraman bana
doğru koşup çantasından mühüre benzeyen bir şey çıkardı. Kaldırıp askere
göstererek, “Ben kilisedenim.” dedi. “Bu ikisi benim yoldaşım. Onlarla
yolculuğumda tanıştım. Onlara geçici kimlikler hazırlayıp geçmelerine izin
verir misiniz?”
“Bu mühür... Kutsal şövalyelerden biri misin yani?” Mührü
gören askerin gözleri fal taşı gibi açılmıştı. “Anlaşıldı efendim. Kimliklerini
derhal hazırlayacağım.”
Aceleyle gidip görev yerine koşturdu. Davranışları 180
derece değişmişti. Kutsal şövalye mi? Oh, bir dakika. Kahraman demeye
çalışıyor. Eğitildiği güruhun bir parçası olması mantıklı gayet mantıklı tabii
ki.
“Ona az önce ne gösterdin kah-Nell?” Kahramana seslenirken,
az önce Lefi’nin düştüğü duruma düşmüştüm.
“Kilisenin seyahat izinlerinden biri. Kahraman olarak bir
yerlere girip çıkmam gerekebileceği için...”
“Hmm. Dünyanın işleyişinden bihaber biri için çok fazla güce
sahipsin.”
“Az önce yaptığın şeyden sonra ağzından tek kelime bile
duymak istemiyorum!” diye bağırdı kahraman, gücenmiş bir şekilde. “Ah ve bir
de, şu kahraman mevzusu hakkında biraz daha dikkatli olabilir misiniz?”
“Tabii, tabii, biliyoruz.” Gözlerimi devirmiştim.
“Kesinlikle. Sana seslenme biçimimizi değiştirmek gayet
kolay bir mesele.” diye ekledi Lefi.
Kahraman, ya da Nell, ona ünvanı yerine ismiyle hitap
etmemizi istemişti. Hatta bu konuda öyle sertti ki, durumu kabul edene kadar
bizi yanında götürmeyi kabul etmemişti. Bu biraz can sıkıcı bir şeydi ama her
neyse. Kendi sebepleri olduğuna eminim, ve buna değer sonuçta.
Asker birkaç dakika sonra geri döndü. Ellerinde iki tane
kredi kartı büyüklüğünde tahta plakayla gelmişti.
“Beklettiğim için özür dilerim efendim.” Adam, Lefi’ye ve
bana dönüp kartları vermeden Nell’e başını eğip selam vermişti. “Ve siz ikiniz,
sorun çıkarmasanız iyi edersiniz. Geçmenize bu seferlik izin vermemin sebebi
kutsal şövalye ile birlikte olmanız. O olmasa, en iyi durumda burada takılı
kalırdınız. Kimlikleriniz geçici, bu demek oluyor ki, eğer bir şeyler karıştıracak
olursanız sizi kapı dışarı edebiliriz.”
Bizle konuşmaya başladığı an ses tonu değişmişti.
Kabalaştığı çok belliydi.
“Tabii, tabii, biliyoruz.” Sağ ol yaşlı adam.”
“Sayın orta yaşlı insan, size minnet borçluyuz.” dedi Lefi.
“Sonraki gelişinizde siz piçleri kesinlikle içeri
almayacağım...” homurdanan askerin alnında damarlardan biri iyice belirmişti.
Hmm. Bu garip. Neden bu kadar sinirli?
Kapıyı ve askeri geride bırakarak şehre girdim. Gördüklerim
karşısında dilim tutulmuştu. Manzara büyüleyiciydi. Bir JRPG sahnesi gibi
gözüken bu yer, fantastik bir dünyada hissettirecek her şeye sahipti. Binaların
hepsi benzer malzemelerden ve aşırı olmasa da benzer şekillerde yapılmışlardı.
Sokaklar genişti ve sokakta gezenler tipik fantastik dünya kıyafetleri
giyiyorlardı. Orda burda bir iki at arabası bile vardı.
Bu sahne bende dayanılmaz bir heyecan oluşturmuştu. Yerimde
duramıyordum. Gezmem gerekiyordu.
“Pekala, öncelikle kendimize biraz yiyecek bir şeyler
bulalım!”
***
“Vay, şunu gördün mü? Çok lezzetli gözüküyor.”
“O da öyle, şu da öyle.”
“Değil mi? İkisini de alalım.”
Lefi ve benim turist moduna girmemiz için birkaç dakika
yetmişti. Sokaklarda dolandık ve dolanırken bir yandan da gördüğümüz her yerden
bir sürü farklı yiyecek satın aldık.
“Urrrgnngnggh...” kahraman homurtuya benzer sesler çıkarmaya
başlamıştı. “Param öyle çabuk harcanıyor ki sanki havada yok oluyor gibi...”
Ne ejderha ne de ben, iblis lordu, herhangi bir insan
parasına sahip değildik. Kahramanın parasını yiyor ve istediğimiz her şeyi ona
aldırıyorduk. Her ne kadar sokak yemeği olsa da, hepsi gerçekten çok
lezzetliydi. Çoğu canavar etiydi ama bunlar, benim pişirdiklerimden daha
lezzetlilerdi.
Yani. Tabii ki öyle olacak. Gerçekten aşçıları vardı. Bense
sadece bir amatörüm.
Etin içindeki büyü enerjisi her yerine eşit dağılmıştı. Hem
dokusu hem de tadı tutarlıydı. Hafif terbiye ve baharatla birlikte etin doğal
sulu aroması, dayanılmaz bir kombinasyon yaratmıştı.
Dostum bu çok lezzetli. Leila’nın yaptığı şeyler kadar
güzel. Aslında, şimdi bir düşününce, Leila tam olarak kimdi? Ve neden bu kadar
hamarattı?
Söz konusu hizmetçi, ona verilen her görevi inkar
edilemeyecek kadar iyi bir seviyede tamamlıyordu. Bir şef aşçı kadar iyi yemek
yapabiliyor, bir temizlikçi kadar iyi temizleyebiliyor ve her ne olursa olsun,
önüne çıkan her görevin üstesinden gelebiliyordu. Hatta bazı bazı, Illuna’ya
öğretmenlik yaptığını bile görmüştüm ve her ne kadar kısa ve öz olsa da,
açıklamasından çıkarabildiğim tek şey buydu.
Daha fazla dayanamayıp Leila’ya bu tarz şeylerle ilgili
tecrübesi olup olmadığını sormuştum. Şaşırtıcı bir şekilde cevap hayırdı. Ama
iki türlü de gerçekten önemi yoktu.
Hayatımı çok kolaylaştırmıştı, bu yüzden bizimle olmasından
memnundum. Kim ya da ne olduğunu umursamıyorum ne de geçmişiyle ilgileniyorum.
Benim için önemli olan şey, hayvan gibi her işte becerikli olması ve hayatımı
aşırı kolaylaştırması.
Ama Lyuu konusu... şey, en azından gelişiyor... diyebiliriz.
Aynen, öyle diyelim.
Düşüncelerimi hizmetçilerden uzaklaştırmaya çalışıp
etrafımdaki şeylere odaklanmaya çalıştım. Önceden şehre saldırmış olsam da
şehirdeki kimse beni tanımıyordu. Davranışlarımın bunda bir parçası da vardı
tabii. Kimse işime karışmasın der gibi sert bir şekilde dolaşmıştım ve şu an
gayet normal bir şekilde davrandığımdan kimse bana fazladan dikkat etmiyordu.
Ayrıca geçen sefer, etrafa büyü enerjisi saçarak karşıma çıkan herkesi
ürkütmeye çalışıyordu. Yüzüme iyice bakabilen sadece iki insan vardı: şehrin
başkanı ve orduyla ilişiği bulunan güçlü komutan.
Aynı şekilde, Lefi de ortama adapte olmuştu. İki boynuzunu
ve kuyruğunu gizlemek için geri çektiği için sıradan bir insandan farklı
gözükmüyordu. Ama, rahatsız olduğu belliydi. Normalde ortada olan vücut
parçalarının olmaması tuhaf geliyordu. Aynen, bunu anlayabiliyorum. Eğer birden
bir kolumun olmadığını fark etsem ben de tuhaf hissederdim.
“İkiniz biraz daha düşünceli davranamaz mısınız...?”
Arkamızdan bizi takip eden kahraman mızmızlanıyordu ama onu takmayıp gördüğümüz
her şeyi almaya devam ettik.
“Dur, şu da ne?” Bir şeyin etrafında toplanıp kargaşa
çıkaran bir kalabalığı görünce tıka basa yemeyi kesip, neler döndüğünü
anlayabilmek için o tarafa doğru ilerledim. Bu bir... büyü gösterisi mi?
Kalabalığın ortasında bir grup büyücü, ya da daha doğrusu,
sokak göstericileri vardı. Özenle hazırlanmış gösterişli büyüler yaparak etraflarındaki
kalabalığı eğlendiriyorlardı.
Hmm bu biraz farklı. Büyü yapmayı Lefi’den öğrendiğim için
onun yöntemini uyguluyordum. Büyülerimin hepsi kaba kuvvet merkezliydi.
Büyücülerin bu gösteride yaptığı büyüler yapısal olarak tamamen farklıydı.
Büyülerini kullanış şekilleri gayet iyi bir referanstı. Bunu bir ara denemek
işime yarayabilirdi.
“Mmrph. Yuki, yardımına ihtiyacım var.” Lefi, düşüncelerimi
sinirli bir homurtuyla kesmişti.
“Ne oldu?”
“Göremiyorum.” Ejder kız, önündeki kalabalık yüzünden
gösteriyi göremiyordu.
“Tamamdır, hallediyorum.”
Eğilip, başımı bacaklarının arasına soktum ve onu omuzlarıma
oturtarak ayağa kalktım.
“Böyle nasıl?”
“İyi.”
“Peki, bunu da hallettik.”
“Aynen öyle.” diye onayladı Lefi. Sesinin tepemden geliyor
olması biraz garipti.
“İkiniz gayet iyi anlaşıyorsunuz...” kahraman gözlerini
devirmişti. “Sizi gidip Maceracılar Loncasına kaydettirsek iyi olabilir. L-”
“Maceracılar Loncası mı var!?” Kahraman açıklamasına devam
edecek gibiydi, ama yarıda kesmiştim. Kendimi tutamayacak kadar
heyecanlanmıştım.
“Aynen, insanların iş bulmasına yardımcı olurlar, yani,
canavar öldürmek falan gibi işler. Kimlik alabilmeniz için sizi loncaya
kaydetmek en iyi yol, çünkü geçmişle ilgili pek detaylı kontrol yapmıyorlar.”
“İlginç.” Demek Maceracılar Loncası gerçekten var. Tabii ki
var, neden aksini düşündüm ki zaten. Klişeler fora! Ve kayıt olmak mı? Tabii
lan, varım. Bu şekilde daha klasik bir reenkarnasyon olabilirim.
“Neden bu kadar heyecanlandın ki?” Lefi, yüzümdeki salak
sırıtışa bakarak kaşlarını kaldırmıştı.
“Nasıl heyecanlanmayayım? Maceracılar Loncası var! Lanet
Maceracılar Loncası!!”
“Maceracılar mı? Canavarları ve insan olmayanları öldürerek,
üzerlerinden kazanç sağlayan kişilerden mi bahsediyorsun? Onlar senin
düşmanların değil mi?”
“Yani, teknik olarak evet, haklısın. Ama bir maceracı olmak,
her erkeğin yapması gereken şeylerden biri.”
“Seni anladığımı sanmıyorum.” Lefi kendini gülmeye zorladı.
Bana daha fazla bir şey sormanın anlamının kalmadığına karar vermişti.
Sanırım bir erkek olmayınca olay biraz garip kaçıyor. Aman
neyse.
Her durumda, beni eğlendirdiği sürece bu aşırı klişe
senaryonun tadını çıkarmayı planlıyordum.